DEFNE SUMAN: “BİR ROMANI EN AZ İKİ DEFA SIFIRDAN YAZIYORUM”

Edebiyatımızın güçlü kalemlerinden Defne Suman, Doğan Kitap’tan çıkan “Yağmur’dan Sonra” kitabıyla gelecekte kurduğu bir hikâyeyi okurla buluşturuyor bu defa. Bugünün dünyasına yol gösteren “Yağmur’dan Sonra”, yazarın şimdiye kadar yazdığı hikâyelerden farklı bir derinliğe sahip. Üstelik bu defa adeta bir distopyanın içinde, bilim kurgu romanının peşinde gibiyiz. Suman ile romanı üzerine konuştuk.

SÖYLEŞİ: NAZLI GÜRKAŞ
nazligurkas@gmail.com

Diyor ki “İnsan aradan çekildiği anda hayat doğal ritmine kavuşuyor, gürül gürül akarak kendini yeniliyor.”
Hatırlayın, pandemi nedeniyle sokağa çıkma yasakları ilan edildikten sonra pencerelerimizden dinlediğimiz kuş cıvıltılarını… Sanki onları ilk defa bu kadar iyi duyuyorduk.
Defne Suman, son romanı Yağmur’dan Sonra’da insan nüfusunun gezegende azalması sonucunda doğanın yeniden gücünü kazandığını yazıyor. Bu roman, hayatlarımızın değerini bilmek için gelecekten bir hatırlatma…
Sayfalarını yazarla birlikte karıştırıyoruz şimdi…

Yağmur’dan Sonra, Defne Suman’ı Türkiye’nin çok kültürlü geçmişinden ilham alan, tarihi zemini oldukça güçlü roman üçlemesiyle tanıyan okurlar için oldukça farklı bir roman. Bu sefer bir distopya var karşımızda. Aynı temayı takip ettiğinizi söyleyebilir miyiz?

Bir bakıma evet, bunu söyleyebiliriz. Resmi tarihin dayattığı geçmiş ile hesaplaşan hikâyelerin devamı niteliğinde Yağmur’dan Sonra. Bu hikâyede de okurlar, muktedirin sunduğu “gerçeği” sorgulamadan kabul eden ve bu “gerçek” dışındaki olasılıkları varlığına tehdit olarak gören karakterler bulacaklar. Tabii, karşı karakter olarak da bu gerçeği kırmaya çalışan, kırılan aynadan yansıyan aynı imgenin farklı tezahürlerini işaret etmeye çalışan diğer karakterleri de. Yağmur, Barınak’a (ve hikâyeye) dışarıdan gelen karakter olarak, sorgusuz sualsiz inanılan dünya düzenini dağıtan, kafaları karıştıran kişi. Kaya ise adı üzerinde, ona öğretilen sistemin dışında bir doğruya inanmıyor. İnanamıyor. Aklını o yönde bir türlü esnetemiyor. Bir pencere açılır gibi olunca da lastikle gerilmiş top gibi geri tepiyor, tekrar eski bildiklerini sayıklamaya başlıyor. Yağmur ısrarla ve aşkla Kaya’yı oymaya çalışıyor. Başarabiliyor mu? Emin değilim.

Yağmur’dan Sonra’yı tüm hatları belli olduktan sonra mı yazmaya başladınız yoksa hikâye yolda kendisini mi yazdırdı?

Başta bir roman değil, bir öykü olarak kurgulamıştım. Ada’daki Barınak’ta başlayıp orada bitecekti. Bu haliyle yazdım. Bir kenara koydum. Okuyanlar etkilendi. “Keşke biraz daha uzun olsa” dediler. “İnsanlığın sonu ne olacak peki?” dediler. “Bu çocuklar Barınak’tan çıkacaklar mı?” diye sordular. Birkaç ay sonra öyküyü yeniden açtım. Baştan yazmaya başladım. Hikâye, Kaya’nın Uzakdoğu’da bir köyden bize geçmişi anlatması biçimine de bu sırada büründü. İlk taslağı biraz kervan yolda düzülür zihniyetiyle yazdım. Ancak ilk taslak bitince, bir son ya da şairin dediği gibi bir “sonraya kalır” hikayesi yazdığımı anladım. Bu zihniyetin ışığında bölümleri aklımda dizip, sıfırdan bir kez daha yazdım. Benim roman yazma sürecim hep böyle oluyor. En az iki, çoğunlukla üç defa sıfırdan yazıyorum. Yağmur’dan Sonra’da da aynısı oldu.

“ÇİN SINIRINDAKİ BİR DAĞ KABİLESİNDE GEÇİRDİĞİM GÜNLER HAFIZAMIN KUYTUSUNDAN ÇIKTI” 

Bir süre Asya’da yaşadığınızı biliyoruz. Yağmur’dan Sonra ile o coğrafyaya uzanıyorsunuz. Esin kaynağınız o dönemde çıktığınız seyahatler mi oldu?

Neredeyse yirmi yıl önce yaşadığım Tayland’ın kuzeydoğusu ve Laos epeydir hayalimde belirip duruyordu. Bu imgeleri turistik bir biçimde kullanmak istemiyordum. Gelecekte geçen, zamanı ve uzamı belirsiz bir hikâye, hafızamda kalan o dumanlı dağları anlatmak için iyi bir fırsattı. İnsanın yeryüzündeki sonu, bin yıllardır aynı şekilde yaşayan insanların arasında gerçekleşmeliydi. Yirmi yıl önce, Laos turizme ilk defa açıldığında, ülkenin en kuzeyine, Çin sınırına kadar gitmiştim. Orada bir dağ kabilesinin köyünde kalmıştık bir iki arkadaşımla. Köyün şefi bizi evinde ağırlamıştı. Hasırdan kulübelerde yaşıyordu insanlar. Sabah erken, kabile şefinin kulübesindeki yer döşeğimden kalkıp dışarı çıktığımda, neredeyse göklere varan dağlarla çevrili, sisler içinde bir yerde olduğumu anlamıştım. Hava çok soğuktu. Uzakta köyün girişinde, Spirit Gate adını verdikleri ve benim kitapta Cin Kapısı olarak kullandığım, sırıklardan oluşan bir yapı duruyordu. Başka bir gezegende gibiydim. Çok etkilenmiştim. Bu romanı yazarken de o sabah ve sonra orada geçirdiğim günler hafızamın kuytusundan çıktı, sanki bugünü bekliyormuş gibi satılarda yerlerini aldı.

“BİR SÖZCÜĞE ÖZEL İSİM GÜCÜ YÜKLEDİĞİMİZDE ONU MÜHÜRLERİZ” 

Roman boyunca baş harfleri büyük harflerle yazılmış birçok kelimeyle karşılaşıyoruz, neden bunu tercih ettiniz? Ayrıca bilimkurgu türüne göz kırpan, “solaraba” gibi üretilmiş kelimeler dikkat çekiyor. Bu konudaki ilham kaynağınız nedir?

Göksel Yemin, Barınak, Analar, Vatan, İkinci Salgın Çocukları gibi cümle içinde de olsa büyük harfle yazdıklarım içleri özel anlamla doldurulmuş kavramlar. Burada bir paradoks var. Büyük harfli muamelesi ettiğimiz ama aslında içini açıp da bakmadığımız, dolaylı olarak içini boşalttığımız şeylere işaret ediyor, bu büyük harfle yazılanlar. Bu kelimeler veya onlardan oluşan kelime dizileri slogana dönüşüyor. İlkokulda okuduğumuz “Andımız” gibi ne söylediğimizi duymadan ezberlediğimiz, veya dilin “düşmanı denize döktük” gibi üzerinde düşünmeye bile gerek duymadığımız tabirlerine dönüşen kullanımlarına dikkatimizi çekmek için bu yöntemi seçtim. Vatan büyük harfle yazılan bir toprak parçası olunca artık onun hakkında konuşmak tabulaşır. İkinci Salgın Çocukları sonsuza kadar ikinci salgın sırasında Barınak’a getirilmiş olmaları özelliğiyle tanımlanırlar. Bir sözcüğe özel isim gücü yüklediğimizde onu mühürleriz. Bunu anlatmaya çalıştım. Arundati Roy, Küçük Şeylerin Tanrısı adlı kitabında Tarih, Dehşet, Aşk Yasaları gibi sözcükleri cümle içinde büyük harfle yazarak, anlatı içindeki anlamlarını mühürler. Esin kaynağım bu eserdi. Solaraba ise yakın gelecekte kurulan edebi dünyanın inşası için defalarca açıp okuduğum Margaret Atwood’un Antilop ve Flurya’sından.

Çocukların isimleri Barınak’a girdikleri gün değiştiriliyor. Kabul töreninin ardından tabiattan gelen isimler alıyorlar. Bu isimleri kullanmaktaki amacınız insanlığın yüzleşmek zorunda kaldığı ekolojik yıkıma dikkat çekmek miydi?

Yağmur’dan Sonra, Lider’in Ülkesi adı verilen bir coğrafyada geçiyor. Karakterlerin gelecekte yaşadığına dair ipuçları bulunsa da çok bilimkurgudan çok eski çağlarda geçen bir hikâye hissi verebilir okurlara. Bu ülke kurulurken Anadolu medeniyetleri ile Orta Asya Şamanizmi arası bir kültür politikası belirlemiş kendine. Çocukların tek tanrılı dinlere veya kimi siyasi görüşlere işaret eden eski isimleri tabiattan gelme isimlerle değiştiriliyor. Komşu ülkelerden gelen çocukların o ülkelerin dillerindeki isimleri de değiştiriliyor. Bu, bugün de dünyanın pek çok yerinde uygulanan bir asimilasyon politikasıdır. Lider’in Ülkesi’nin kültür politikası, o coğrafyada yaşayan çocukların kimliklerinin çekirdeğine, yani isimlerine kadar işliyor.

Ekolojik yıkıma gelince… Yağmur’dan Sonra’nın geçtiği yıllarda artık tamamlanmış, çevre için yapılacak bir şey kalmamış. Denizlerde balık kalmamış, güneş sisin ardında metal bir disk, yıldızlar ancak Himalaya dağlarından görünüyor. Ormanlar, renkler, kuşlar gitmiş. Et namına yiyecek bir tek sürüngenler kalmış. Yağmur ya hiç yağmıyor, ya da yağdığında ortalığı seller götürüyor, tarlalarda ürünler ziyan oluyor. Çevre felaketinin ortasında insanlar hâlâ sokaklarda, çöpler arasında yemek yemeye, romanlardan, hayallerden söz etmeyi sürdürüyorlar.  Her zamanki gibi insan, felaketi kanıksıyor. Yangınların ortasında yaşamaya devam ediyor.


“KARAMSAR BİR ROMAN YAZMADIM”

Kitabınızı pandemi öncesi yazmaya başladığınızı biliyorum. Ancak siz yazdıkça sel, deprem, bulaşıcı hastalık gibi birçok felaket gerçeğe dönüşmeye başladı. Bu anlamda karamsar bir roman yazdığınızı düşünüyor musunuz?

Nabokov, Anna Karenina’yı incelediği bir yazısında, “Tolstoy için ölüm, ruhun doğumu demektir” diyor. Ben de böyle düşünüyorum. Birçok mistik sistem vücut ölümünün ruhun kurtuluşu olduğunu öne sürer. Budizm’de, Vedik felsefede, tantralarda ve hatta tasavvufta da bu vardır: Bu dünyada çile çekilir. Ruhun özgürlük ölümden sonra gelecektir. Yaşam/ ölüm sorusunu bu romanda böyle bir açıdan ele almaya çalıştım. Geçici olan nedir? Sonraya ne kalır? Öncesini ve sonrasını bilmediğimiz bir düzende ölümden korkmak, bilinmezden korkmaktır aslında. Ya karanlık bir boşluksa, sonrası? Peki ya değilse? Kaya’nın ölüm sahnesinde onun evrenle, yıldızlarla, havayla, toprakla bir oluşu, dalga dalga uzaya yayılışını okuyoruz. Bu benim için özgürleştirici bir düşünce. O açıdan karamsar bir roman yazdığımı düşünmüyorum.

Benim gibi her gün düzenli olarak Açık Radyo dinleyen herkes geleceğin aşağı yukarı bu romanda betimlediğim gibi şartlara sahip olacağını biliyordur. Karamsar değil de gerçekçi bir gelecek kurdum. Öte yandan Yağmur’dan Sonra’da insan nüfusunun gezegende azalması sonucunda doğa yeniden gücünü kazanıyor. Örneğin Krundep adlı bir metropolde Üçüncü Salgın’dan sonra harabe haline gelmiş gökdelenleri cangıl bitki örtüsünün sardığını görüyoruz. İnsan aradan çekildiği anda hayat doğal ritmine kavuşuyor, gürül gürül akarak kendini yeniliyor. Bu senaryo ancak son derece egosantrik bir bakış açısından bakarsak karamsar bulunabilir.

Resmi tarihi tersinden okuyan romanlarınız zaman içerisinde bir üçleme haline geldi. Yağmur’dan Sonra’nın distopik ilhamı da devam eder mi dersiniz? Buradan da bir üçleme bekleyebilir miyiz?

Zannetmiyorum. Yeni romanı yazmaya başladım bile ve distopik öğeler içermediğini şimdiden söyleyebilirim. Başka da bir şey söylemeyeyim. Sürpriz olsun. Şimdilik sadece defterime yazıyorum. Bilgisayara geçtiğimde her şey değişebilir elbette.

 

YORUM YAP

You don't have permission to register
Follow us on Social Media