Mustafa Kurt: “İdareciyken bir oyunda oynamak sanatçıların gözünde saygınlığınızı artırıyor”

‘Troya Operası’nda Homeros’u, Molière’in ‘Cimri’sinde Harpagon’u oynuyor. Sahneden hiçbir zaman vazgeçmeyecek besbelli, tiyatro tutkusu gözlerinden okunuyor. Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Mustafa Kurt’la makamında bir araya geldik. Hayallerinden, projelerinden, kariyerini belirleyen çocukluğundan ve Adana yıllarından konuştuk.

Söyleşi: Nilüfer Türkoğlu
Fotoğraflar:
Batuhan Sarıcan

Tanıdık bir yüzle söyleşi yapmak galiba daha zor. İster istemez o söyleşiye çok daha iyi hazırlanmış olmak istiyorsunuz. İtinalı ve daha hassas davranıyorsunuz kelimeleri seçerken. Ya da en azından benim için öyle. Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Mustafa Kurt’u, Adana’da el kadar olduğum yıllardan hatırlıyorum. Ailem tiyatrocu olunca neredeyse her günüm Adana Devlet Tiyatrosu koridorlarında geçerdi. Yıllar sonra Ankara’da söyleşi yapmak için odasına girerken “Ben senin bu kadarcık halini hatırlıyorum” diye söze başlayan oydu. Bir anda Adana’ya gittik ikimiz de, ben çocukluğuma döndüm, o da gençliğine.

Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Mustafa Kurt, Troya Operası’nda anlatıcı Homeros rolünde oynuyor. 

Yıllar sonra merhaba! ‘Troya Operası’dan bahsederek açılışı yapayım öncelikle. Kapalı gişe yapan oyunda Homeros’u oynuyorsunuz. Bu büyük proje nasıl başladı, nasıl gelişti, roller nasıl dağıtıldı?

Nilüfer, biliyorsun 2018 yılı Troya Yılı ilan edilmişti ve pek çok kurum bununla ilgili hazırlıklara girişti. Opera’nın da böylesine büyük bir projesi vardı. Yazımı uzun sürdü. Troya Yılı’nda hem balenin hem koronun, solist sanatçıların, orkestranın olduğu çok büyük bir proje hayata geçirilmek istendi. Türkiye’nin diğer kentlerindeki solist sanatçılar, koro sanatçıları ve İstanbul’dan bir yönetmen Ankara’ya davet edildi. Yaklaşık 300 kişinin görev aldığı çok büyük bir proje oldu. Troya epik opera, anlatıya dayalı. Bu hikaye de Homeros’un İlyada Destanı’ndan alınmış bir eser. Homeros’u oynayacak bir anlatıcıya ihtiyaç vardı. Opera Genel Müdürlüğü de bana bir teklifte bulundu. Ben de böylesine önemli bir projenin içinde yer almak istedim. Hem sanatçı / oyuncu olarak hem de kurumum adına  Troya Yılı’nda Troya’nın içinde olmak istedim. İyi ki de olmuşum. Gerçekten çok güzel oldu. Bir ay provaya katıldım. O sırada Devlet Tiyatroları’nda da iki oyun sahneliyordum. Troya, çok ses getirici, büyük bir iş oldu. Dünyada bilinen ve Türkiye’nin de gurur duyduğu Murat Karahan, Tan Sağtürk gibi isimler görev aldı. Çok değerli başka sanatçılarımız da işin içinde oldu. Kostümlerini de yine Türkiye’nin çok bildiği Atıl Bey (Kutoğlu) yaptı.

“BOLŞOY’DA BİR TÜRK OPERASI GÖRMEK, O COŞKUYU YAŞAMAK İNANILMAZDI”

Ankara’da, İzmir’de oynadınız. Ama bir de Bolşoy’da oynadınız ki bunu Tan Sağtürk‘e de sormuştum müthiş bir duygu olsa gerek. Sizin açınızdan nasıl geçti?

Olağanüstüydü. Temsilin başından sonuna kadar her şey kusursuzdu. Bir Türk sanatçı olarak, herkesin ayakta alkışladığı bir işin içinde olmaktan gurur duydum. Bizim de böylesine büyük işler başarabileceğimizi anladık ve 150 yıl geçmişi olan Bolşoy’da bir Türk operası görmek, sahneye çıkmak ve o coşkuyu yaşamak inanılmazdı. Troya’nın yolculuğu başladı ama henüz bitmedi. İstanbul Opera Festivali’nde, Antalya’da ve Ankara’da da gösterimleri olacak.

Ne büyük gurur… O zaman şimdi sizin tiyatro geçmişinize uzanıp hikayenizi dinleyelim. Buralara nasıl geldiğinizi… 

Nevşehir doğumluyum. İlkokulda, ortaokulda küçük müsamereler olurdu. Hep o gösterilerin içinde yer aldım ve biliyorsun bu tür sosyal etkinliklerin içinde yer almak edebiyat öğretmenlerinin desteğine bağlıdır. Bu öğretmenler hep şiir okuyan, güzel  konuşan, Türkçesi iyi, sesi gür, müzik kulağı olan öğrencileri seçer, bu tip etkinlikler için. Ben de hep o öğrencilerdendim. Daha sonra yine öğretmenimin yönlendirmesiyle Ankara’da bir konservatuvar olduğunu, burada bir tiyatro bölümü olduğunu, bu bölümden mezun olanların Devlet Tiyatrosu’nda sanatçı olarak çalışmaya başladıklarını öğrendim. Bizim zamanımızda en popüler meslekler memurluk, polislik, öğretmenlik gibi mesleklerdi. Bu kadar çok üniversite yoktu. Öğretmenlerim sayesinde devlet konservatuvarına girdim. 1988 yılında mezundum.


Aileniz de destek oldu mu peki bir yandan?

Annem arzu ettiğim bir mesleği yapmamı istiyordu. Ben çocuktum, daha farkında değildim ama annem çok etkindi, babam pek tercih etmese de… İlkokuldaki müsamere dönemlerinde annem hep çalıştırmıştır beni.

Onun da ilgisi vardı o zaman tiyatroya… 

Evet annem tiyatroyu seviyordu, zekiydi. Babama göre daha cesurdur. Hep teşvik etmiştir beni. Mezuniyetten sonra Devlet Tiyatrosu henüz bu kadar yayılmamıştı. İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa’nın dışında bir de Adana vardı. Bizim yeni mezun olduğumuz dönemde de Trabzon ve Diyarbakır Devlet Tiyatrosu açılmıştı; yani yedi sekiz bölge vardı. Ben de yerleşik bir bölge olan, 1981 yılında açılmış, kendi kadrosu olan bir tiyatroya, Adana Devlet Tiyatrosu’na gittim. İki erkek bir kadın sanatçıya ihtiyaç vardı. Hatta o zamanlar baban da orada hem oyuncu hem idareci hem de yönetmen olarak orada çalışıyordu. Biz de genç stajyer sanatçı olarak oraya gittik. Çok uzun yıllar kaldım orada. Oyuncu olarak başladığım sürede idareci olarak da çalıştım. Yaklaşık 16 yıl kaldım. Sonrasında orada açılan devlet konservatuvarında öğretim görevlisi olarak çalıştım. Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiayatrosu kurulmuştu, burada da oyunlar yönettim. Bunun yanı sıra Adana’nın o dönem ta 1981 yılında başlayan iyi bir seyircisi vardı. Adana
kültüre çok yatkın bir şehir; edebiyata, sinemaya… Hatta sana şöyle söyleyeyim; bir film çekildiği zaman önce Adana’da gösterime girerdi. Türkiye genelinde o filmin iş yapıp yapmayacağı Adana’da anlaşılırdı. Adana o dönem işçi şehriydi. Bir sürü fabrika vardı. Memleketin her yerinden gelmiş insanların buluştuğu bir kültür mozağiydi.

Adana’nın kariyerinizde çok etkisi var.

Kesinlikle. Benim için çok önemlidir. Bölge Müdürlüğü’m döneminde orada kalıcı bir şey yapmak istedik. Bu fikrimizi de Sabancı Vakfı’na açtık. Sabancı ailesinin tiyatroya katkısı çoktur, ilk zamanlarda tiyatro salonları boş geçmesin, sanatçıların morali bozulmasın diye biletleri çalışanlarına dağıtırlardı. Fikrimiz kabul görünce Adana’da Devlet Tiyatroları Sabancı Uluslararası Tiyatro Festivali’ni hayata geçirdik. Rahmetli Sakıp Sabancı’yla başlayan festival, bugün 21. yılını kutluyor. Türkiye’nin en uzun soluklu festivali oldu. Yaklaşık 35 gün süren hem dünyadaki önemli tiyatroların hem Türk tiyatrolarının katıldığı, beslenen, büyüyen, gelişen çok büyük bir festival oldu. Yani bugünkü bulunduğum yeri Adana’ya borçluyum ben.

Mustafa Kurt, Molière’in ünlü eseri ‘Cimri’de Harpagon rolünde oynuyor. 

“BENİM ASIL MESLEĞİM OYUNCULUK, SAHNE ÜZERİNDE OLMAK”

2004’ten beri Ankara’dasınız sanırım. Yaklaşık bir buçuk yıl önce de Devlet Tiyatroları Genel Müdürü oldunuz. Bir yandan da oyunculuğa devam ediyorsunuz. Hem genel müdür olmak hem oyun yönetmek ve bir yandan da oynamak nasıl bir şey?

İdareciliğe kendinizi kaptırdığınız zaman asıl mesleğinizi yapamaz duruma gelirsiniz. Benim asıl mesleğim oyunculuk, yönetmenlik, sahne üzerinde olmak. Sadece idari işlere yoğunlaştığınız zaman mesleğinizi yapamaz hale geliyorsunuz. Bu kötü bir şey. Sonuçta idari görevlerimizden ayrıldığımız zaman yine kendi pozisyonlarımıza gidiyoruz. Hiç oynamamış bir amir bence doğru bir şey yapmıyor.

Evet, bir de üretkenliğinizi de yitirmiş oluyorsunuz. Bu da insana tat vermez.

Elbette, Nilüfer. Bu sene hem Troya hem de Molière’in ‘Cimri’si oyunlarını birlikte götürdüm. 25 yıl önce ilk defa bir genel müdür sahneye çıkmış, ondan 25 yıl sonra ben çıkmışım.

Aaaa kim?

Bozkurt Kuruç, hem genel müdürlüğü hem de oyunculuğu aynı zamanda yapmış. Yani sahnede olmak iyi bir şey. Yönetmek başka bir şey ama sahnede o seyirciyle buluşmak çok kıymetli, çok değerli. Yönetici olarak çalışmanın da ayrı bir keyfi var. Kurumun içinden geliyor olmak, kurumu, sanatçıları biliyor olmak, kurumdaki sanatçı ve yönetici açısından avantaj. İdareciyken bir oyunda oynamak sanatçıların gözünde saygınlığınızı artırıyor.

“MART AYINDA TÜRKİYE GENELİNDE 920 TEMSİL YAPTIK. BU BİR İLKTİR” 

Ne güzel bunun ikisini de yaşıyor olmanız. Peki, ben tam sayısını bilmiyorum öğreneyim. Toplamda kaç sahne var Türkiye’de?

Sahne sayımız arttı. Şu anda 67 sahnemiz var. Her akşam bu kadar sahnede perde açıyor olmak büyük bir başarı. Türkiye’nin her yerine yetişmeye, her yerinde sahne açmaya çalışmak, yüzlerce oyun çıkarmak çok önemli.  Devlet Tiyatroları, Türkiye’nin en saygın kültür sanat kurumlarından biri. Elinin uzanamadığı yer neredeyse yok. 12 yerleşik bölgesi var, 11 turne sahnesi var. Pek çok kültür merkezi yapılmış ancak henüz devlet tiyatrosu olmayan ama bizim sürekli turneye gittiğimiz ve her ay ulaşmaya çalıştığımız başka ilçelerimiz, illerimiz de var. Mesela mart ayında Türkiye genelinde 920 temsil yapmışız. Bu, az buz bir şey değil. Bizim için Devlet Tiyatrosu Siir’ten Kars’a, Kars’tan Edirne’ye uzanan, her yere ulaşmaya çalışan bir kurum. 2018 yılında ilçeler hariç 81 ile turneye gittik. Bu yıl da böyle yapmaya çalışıyoruz.

Peki tüm bunlar sizin döneminizde mi oldu? Daha önceleri bu sayılar bu kadar değil miydi?

Daha önce de turneler yapılıyordu ama sayısı biraz daha azdı. Mesela bu 920 rakamı, Devlet Tiyatroları tarihinde bir ilktir. Sadece bununla da kalmıyoruz. Devlet Tiyatrosu’nun yaptığı etkinliklerden pay alamayan çocuklarımıza da Kamyon Tiyatrosu projemiz var. Gidemediğimiz, sahnesi olmayan beldelere, köylere Kamyon Tiyatrosu’yla ulaşmak istiyoruz. Umarım 2109’da bu projemizi gerçekleştireceğiz.

Umarım, ne güzelmiş! İlk nerede başlamayı düşünüyorsunuz?

Kamyonun kasası yapılıyor, tam tiyatro haline getirmek istiyoruz. 50 bölge saptadık. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan başlayacağız. Kamyon açılacak, sahne olacak. Ve o sahnenin içinde gençlik ve çocuk oyunları, müzikaller yapacağız. Devlet Tiyatrolarının repertuvarında yaklaşık beş bin oyun var. Ama mesele oyun yapmak değil aslında. Proje yapmak önemli. Projelerin peşinden koşuyoruz.

O zaman başka projeleriniz de olmalı…

Geçen yıl hiç olmayan bir şeyi başlattık. Devlet Tiyatroları’nın tarihinde ilk defa Nöbetçi Tiyatro uygulaması başlattık. Bu yıl da ikincisini gerçekleştireceğiz. Geçen yıl 15 Mayıs’tan 30 Haziran’a kadar Küçük Tiyatro ‘nöbetçi tiyatro’ olarak kaldı. Seyirciler hem Ankara’daki hem de bölgelerden gelen oyunları altı hafta boyunca izleyebildi. Okullar kapanınca herkes tatile gitmiyor. Biz istiyoruz ki tiyatro da aktif olarak görevini sürdürebilsin ve insanlar her zaman tiyatroya gidebilsin. Bunu diğer şehirlerde de yaygınlaştırmaya çalışıyoruz. Mesela 17 Mayıs’ta yapacağımız Antalya Uluslararası Tiyatro Festivali’nin açılışını Aspendos’ta bir müzikalle yapacağız. Geçen yıl klasik – yerli oyunlar haftaları başlattık. Bu yıl mesela ilk defa kadın yazarların eserlerini kadın yönetmenler gerçekleştirdi. Bu bizim için çok önemli.

“YAZARLARA VERİLEN TEŞVİK PRİMİ ÇOK ÖNEMLİ. YAZMAYA DEVAM ETMELERİ İÇİN TEŞVİK EDİCİ OLUYOR” 

Evet, ben de tam buraya gelecektim. Bu gerçekten çok önemli. Sanırım kadın yazarlara teşvik vermeye başladınız, değil mi?

Repertuvara girmiş kadın yazarların eserlerini taradık ve bunları da kadın yönetmenlere emanet ettik. Böylece hem bize sahnede eşlik eden kadın yazarlara ve sanatçılara daha fazla yer açmak hem kadın yazarları kadın yönetmenleri tiyatroya kazandırmak istedik. Senin dediğin teşvikse Devlet Tiyatroları’nda ilk defa oyunları oynanacak yazarlara verilmeye başlandı. Geçen yıl ilkini gerçekleştirdik. Türk Tiyatrosu ancak kendi yazarıyla gelişebilir, büyüyebilir. Eğer milli, yerli tiyatro diyorsak yerli yazara ihtiyaç var. Üç tane cevval yazar ve üç tane cevval yönetmen bulabilirsek Türk Tiyatrosu kazanmış olur. Teşvikle birlikte yazarlar ikinci, üçüncü oyunlarını da yazmak için hevesleniyor. Devlet tiyatrosunda bir yazarın oyununun oynanması demek o yazarın aynı zamanda patent alması demek. Yazdığı eserin sahnede canlanması onun eser olmasını sağlıyor.

Peki diyelim ben bir oyun yazdım ve bunu sunmak istiyorum. Ne yapmam gerekiyor?

Bizim bir edebi kurulumuz var. Buraya müracaat ediliyor. Devlet Tiyatrosu Başdramaturgluğu’na gönderiliyor. Dramaturglar yazılan eserleri inceliyor ve eğer eserler, Devlet Tiyatrosu’nun repertuvarına kabul edilecek nitelikteyse, görüşlerini edebi kurula bildiriyorlar. Sonra onlar bunu okuyor ve nihai karar veriliyor. Yazarımız şanslıysa tiyatro müdürleri, yöneticiler, sanatçılar okuyor ve beğenilirse o oyun sahneleniyor.

Kadro alımlarıyla ilgili de soru sormak istiyorum. Yıllardır kadro açılmıyor sanırım.

2010 yılından bu yana sınav açılamıyor ama okul mezunları çalışabiliyor. 400’ün üzerinde arkadaşımız Türkiye’nin pek çok yerinde çalışmakta. Ama şimdi onlarla ilgili yeni bir şey söz konusu.

Yani bu yıl kadro açılıyor mu?

Evet, onlarla artık yıllık sözleşmesi yapacağız. Özlük hakları da sanatçılarınkine yakın olacak. Daha rahat edecekler.

“OYUN REPERTUVARIMIZ TİYATRONUN VİTRİNİ.”

Oyunların neye göre seçildiğini sorsam…

Biz dünya klasiklerini de sahneliyoruz, yeni ve deneyimleri yazarların oyunlarını da sahneliyoruz. Repertuvarımız aynı zamanda tiyatromuzun vitrini. O vitrinin alıcısı ne kadar çok olursa bizim için o kadar önemli. Özel tiyatroların yapamadığı işleri yapmakla da yükümlüyüz. Kadro veya teknik sorunumuz yok, sahnelerimiz var. Shakespeare de, Molière de, Çehov da yapmalıyız ama kendi yazarlarımızın eserlerini de daha çok sahnelemeliyiz.. Yerli yazarlarımıza daha fazla pay ayırmamız lazım. Repertuvarda en az yüzde 70 yerli yazarlar olmalı. Yurt dışına kendi yazarlarımızla gidelim, kendi kültürümüzü evrensele taşıyalım istiyorum. Ama şunu da unutmamamız lazım, çocuklarımızın da dünyanın kabul gördüğü klasikleri bilmesi gerekiyor.

Tüm bu projeler için ajanda tutuyor musunuz? 

Hep tutarım. Birkaç tane defterim vardır hatta. Bak burada bir defterim var. Çalışmak istediğim yazarlardan oyunlara, geçmiş yıllarda önerilen oyunlardan iş talebine, projelere her şey önümde. Hatta sana apmak istediğim bir projemi söyleyeyim; onu da yazmışım buraya. 2018 yılında not ettiğim bu projeyi henüz gerçekleştiremedik ama. Nedir? Ankara’da Uluslararası Avrasya Festivali düzenlemek. 2018’de planladığım 12 yerli kadın yazarın oyunlarını 12 kadın yönetmenin sahnelemesi projesini yazmışım, bunu demin de anlattığım gibi gerçekleştirdik. “Genç oyunları genç yönetmenler yönetsin” diye bir projem var. Bunu da gerçekleştirmek istiyorum. Nöbetçi Tiyatro, Kamyon Tiyatro, hepsini not almışım.

Ne güzel… Planlar yapıyorsunuz ve çoğu hayata geçmiş, geçiyor.

Çok iş var burada. Türkiye’nin her yerinde çok iş var. Bazen projelendirdiğin bir şeyi unutuyorsun, erteleniyor. O yüzden çok not alıyorum. Bir örnek vereyim. Hangi festivalin hangi tarihte başlayacağını ve hangi festivali kimin yürüteceğini not almışım.

“DİZİLERDEN UMDUĞUNU BULAMAYAN SEYİRCİ TİYATROYA GERİ DÖNDÜ” 

Eskiden “Tiyatro salonları hiç dolmuyor. Türk seyircisi hiç tiyatroya gitmiyor” deniyordu. Artık bunu söyleyebilir miyiz?

Son iki yılda tiyatro seyircisi had safhada. Bence seyirci, artık dizilerden hiçbir şey öğrenemeyeceğini anladı. Dizilerle bir yere gidilemeyeceğini, her şeyin kurgu olduğunu, hiçbir şeyin onlara artı olarak dönmediğini aksine onları bunalıma soktuğunu düşünüyorum. Bütün dizilerde herkes varlıklı, herkes şirket kuruyor, müthiş evlerde oturuluyor, böyle bir hayat yok. Hiçbir şey gerçekçi değil. Oysa Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’ romanını tiyatroya uyarlayıp sahneye koyduğunuz zaman seyirci bir şey öğreniyor. Devlet Tiyatrosu aynı zamanda akademik de bir kurum. Milli Eğitim gibi. Seyirci, bir haftada okuyacağı bir romanı iki buçuk saatte okumuş gibi oluyor. Özetle dizilerden umduğunu bulamayan seyirci, özellikle son iki yılda tiyatroya geri döndü. Bakanlığa en büyük şikayet insanların tiyatroya bilet bulamadıkları yönünde. Bu yüzden seyirciye teşekkür etmek istiyorum.

Tiyatro dışında günlük hayatınızda neler yapıyorsunuz?

Bir tek pazar günüm oluyor, onda da şehir dışında değilsem sinemaya giderim.

Çok teşekkür ederim. Yıllar sonra sizi görmek ve sizinle söyleşi ypamak çok anlamlı oldu. 

Ben teşekkür ederim, Nilüfer. Benim için çok keyifliydi. İyi ki geldiniz.

You don't have permission to register
Follow us on Social Media