PİR-İ TÜRKİSTAN: HOCA AHMET YESEVİ
Abdallık ve Bektaşi Kültürü üzerine araştırmalar yürüten Murat Toprak, Divan-ı Hikmet’i yazan Hoca Ahmet Yesevi’nin hayatından önemli kilometre taşları ve menkıbeleri sunuyor. Yesevi’nin namını aldığı dağ hikayesinden ilim irfan yoluna ışık tuttuğu yolculuğuna; doksan dokuz bin alimi cihanın dört yanına yayan Hoca Ahmet Yesevi’nin hikâyesini ve 13. yüzyıl içinde Anadolu’da görülmeye başlayan Bektaşîliğin de içinden çıktığı kol olan Yeseviliği Toprak’ın kaleminden okuyoruz.
YAZI: MURAT TOPRAK
Yesevi dergahından aleme bir ateş yayıldı, öyle bir ateşti ki o, mazlumun içini ısıtan, zalimi kasıp kavuran bu ateşin çerağı hiç sönmedi. Alemi cihana yayılan gönül erenleri Yesevinin hikmetlerinden nasiplenip Anadolu’ya akın akın Alp Erenlerden Alp Gazilere, abdalan-ı rumlardan bacıyana rumlara kadar akın akın bölük bölük Asya’nın içlerinden Anadolu’nun bağrına bir ellerinden hikmetleri bir ellerinden pusatlarıyla kurak toprakları yeşertip meyvesiz ağaçlara can oldular.
Bismillah deyip beyan ederek hikmet söyleyip
Taleb edenlere inci, cevher saçtım ben işte.
Riyazeti sıkı çekip, kanlar yutup
İkinci defter sözlerini açtım ben işte.
Yesevi’nin doğumundan önce hakkında söylene gelen menkıbeden başlamak onun hikmetlerini ve aldığı feyzi daha iyi anlamamızı sağlayacaktır. Menkıbe odur ki: Hz. Muhammed (s.a.v) bir gün sahabeyle sohbetteyken Hz. Cebrail’in cennetten getirdiği tabaktaki hurmaları sahabelere ikram etmiş.
O sırada hurmalardan bir tanesi yere düşmüş. Hz. Muhammed (s.a.v), yere düşen hurmayı aldıktan sonra, “Bu hurma Ahmet adında ashabımdan gelecek olan birisine kısmettir. Bunu kendisine kim teslim edecek?” diye meclisteki sahabelere sormuş. Kimseden ses çıkmayınca meclisten bir ses duyulmuş.
Arslan Bab bu görevi üstlenmek için izin istemiş ve Hz. Muhammed (s.a.v) artık emanet sendedir diyerek hurmayı teslim etmiş. Aradan dört asır geçtikten sonra emaneti sahibine teslim etmek üzere Arslan Bab, çocuk yaşlardaki Ahmet’i bulup emaneti teslim etmiş. Ama görev bitmemiş ve Ahmet Yesevi’yi eğitmiş, öğretmiş, hikmet suyundan nasibini aldırmış.
İşte bu menkıbe, en çok söylenegelen hikâyelerden biridir.
Ahmet Yesevi ise Divan-ı Hikmet’te Arslan Bab’dan şöyle söz eder:
“Yedi yaşta Arslan babaya verdim selam
Hak Mustafa emanetini eyleyip armağan
İşte o zaman da bin bir zikrini eyledim tamam
Nefsim ölüp la-mekâna yükseldim işte ban
Hurma verip başımı okşayıp nazar eyledi
Bir fırsatta ahirete doğru sefer eyledi
Elveda deyip ahirete göç eyledi
Medreseye varıp kaynayıp coşup taştım ben işte.”
Hoca Ahmet Yesevi kimdir?
Hoca Ahmet Yesevi, tarihi kaynaklara göre bilinen ilk büyük Türk mutasavvıfı (tasavvuf ehli) unvanını taşır. Tam adı Ahmet Bin İbrahim Bin İlyas Yesevi’dir. Kendisi, Yesevilik adı verilen tasavvufi akımın mimarıdır.
Hazret-i Türkistan namıyla ve Hace Ahmet Yesevi adıyla bilinir. Doğum tarihi kesin olmamakla birlikte 1093 olarak geçer. Babası Şeyh İbrahim Veli’nin, on iki imamlardan ilk imam Ali El Mürteza’nın soyundan geldiği söylenir. Babası Şeyh İbrahim ile halifelerinden Musa Şeyh’in kızı Ayşe Hatun ile evliliğinden ilk olarak Gevher Şehnaz adlı kızı doğar, Ahmet Yesevi ise ikinci çocuğu olarak dünyaya gelmiştir.
Bugün Kazakistan’ın Çimkent şehri yakınlarında yer alan Sayram kasabasında doğmuştur. Kuvvetli bir medrese tahsili görmüş, zamanın din alimlerinin yanında tasavvufu öğrenmiştir. Ahmet Yesevi, önce annesini kısa süre sonra da babasını kaybettikten sonra ablası Gevher Şehnaz, küçük kardeşi Ahmet’i de yanına alarak Yesi şehrine yerleşmişlerdir.
Meşhur dağ hikâyesi
Şimdi, Ahmet Yesevi’nin şöhretini bütün Türkistan’a yayan, adını ve namını aldığı en önemli menkıbelerden biri olduğu söylenen Dağ hikayesine değinelim.
Menkıbe odur ki: Maveraünnehir ve Türkistan’da Yesevi adlı bir Hükümdar saltanat sürüyordu. Türk olup da ava meraklı olmayan çok az olsa gerek, yazları Türkistan dağlarında av tertibi düzenleyen bu hükümdar, o yıl Karacuk Dağı’nı av için seçiyor amma o sene hiç av avlayamıyor. Dağın girintili çıkıntılı olması sebebiyle ava müsait bir dağ olmaması, Yesevi hükümdarın dağdan eli boş inmesine sebep oluyor.
Hiddet ve öfke içindeki Hükümdar, ister dağı cezalandırmak deyin, ister hükümdar isteklerinin ucu bucağı olmaz deyin, isterseniz de her işte bir hikmet ve her olunmaz durumların ardında kapalı bir sır vardır deyin, o hiddetle dağın ortadan kaldırılmasını istiyor. Bir ferman buyurup hükmettiği topraklarda ne kadar evliya, ulema, derviş varsa gelmelerini, ellerindeki işi bırakıp dağı ortadan kaldırmalarını emrediyor.
Türkistanlı evliyalar hükümdarın isteğini kabul ediyor. Üç gün boyunca niyaza koyulup yerin ve göğün sahibi ulu Tanrı’ya niyaz ediyorlar. Ama netice odur ki dağ bütün heybetiyle yerinde durmaya devam ediyor. Sonra evliyadan ulemadan ariften veliden bu çağrıya uymayan, hükümdarın fermanını duymayan dağın eteğine varmayan var mıdır? Araştırın deniliyor ve Şeyh İbrahim oğlu Ahmet’in yaşının küçük olduğu için çağrılmadığı anlaşılıyor.
Her işte bir hayır vardır denilerek hemen Sayram’daki Ahmet’e bir ulak gönderiliyor. Çocuk yaştaki Ahmet, mübarek anne ve babalarının hakka göçmeleri sebebiyle vasisi saydığı ablasına danışıyor. Ablası ise Ahmet’e “Senin meydana çıkma zamanının gelip gelmediğini belirleyecek olan babamızın vasiyet üzere buyurduğu mabedindeki bağlı sofradır. Sofrayı açabilirsen meydan senindir,” diyor.
Ahmet, vasiyet üzere mabede girip sofrayı açıp meydana çıkmaya hak kazanıyor. Sofrasını alarak Yesi şehrine Karacuk Dağı’nın eteğine, eevliyaların huzuruna gidip sofrasını açıyor içinden çıkan bir ekmeği niyaz gösteriyor. Niyaz kabul edilip Fatihalar okunup sofradaki o ekmek bölünüp evliyadan ulemaya, padişahtan vezire; ordunun komutanından en sondaki nefere kadar herkesin kursağına bir lokma yetiyor. Ayağı toprağa basan, başı göğe bakan her beşer lokmasını yiyince keramet üzere ekmek bitiyor.
Bu kerameti gören herkes, çocuk Ahmet’in büyüklüğünü anlayıp onunla birlikte dağı dualıyorlar. Rivayet odur ki gök gürleyip yeryüzüne ok misali yağmur boşalıyor, hocaların seccadeleri suların üstünde yüzmeye, mızrak boyunda yağmur suları taşmaya başladığında herkes feryat figan bağırışlarla Ulu Tanrı’ya niyaz ediyorlar.
Babasının hırkasının içine gömülen Ahmet, başını kaldırdığında gök duruyor, su toprağa karışıyor ve bir de bakıyorlar ki o feryat figan içinde canlarını kurtarmaya çalışan binlerce beşer, dağa doğru döndüğünde Karacuk Dağı ortadan kalkmış.
Oğuz Name ve Dede Korkut hikâyelerinde de adı sık sık anılan Türklerin av yapmak için çıktıkları bu dağ, hoca Ahmet’in kerameti ile ortadan kalkıyor ve yerine de günümüzde halen yaşanan Karacuk Kasabası kuruluyor. Bu kerameti gören Hükümdar Yesevi, büyük bir alimle karşı karşıya olduğunu anlıyor, adının kıyamete kadar anılmasını ve her anıldığında bilinmesini niyaz ediyor. Hoca Ahmet, niyazı kabul ediyor ve şöyle söylüyor;
“Alemde her kim bizi severse senin adın ile yaad eylesin.”
Dağın ortadan kaldırılmasını isteyen hükümdar Yesevi, Sayram’dan gelen çocuk yaştaki Ahmet’in kerametine şahit oluyor ve binlerce yıldır adı anılacak ve anılmaya devam edecek olan Hoca Ahmet Yesevi ismi, namını buradan alıyor.
Tahsiline Yesi’de devam eden, küçük yaşına rağmen tecellilere mahsar olan, hikmetlerinde de belirttiği gibi Arslan Bab’ın eğitim ve öğretiminden geçen Yesevi, Arslan Bab’ın vefatından sonra önemli İslam merkezlerinden biri olan Buhara’ya gidiyor. Bu şehirde devrin önde gelen alim ve mutasavvıflarından Şeyh Yusuf El-Hemedani’ye intisab ederek, onun irşad ve terbiyesi altına giriyor.
“İmanıma çengel vurup kıldı gamlı,
Mürşid-i kamil Hazır ol!’ deyip saçtı koku
Lânetli şeytan benden kaçıp korkusuz gitti kirli
Allah’a hamd olsun, iman nuru açtım ben işte.
Mürşid-i kamil hizmetinde gidip yürüdüm;
Hizmet kılıp göz yummadan hazır durdum;
Yardım etti, Şeytanı kovalayıp sûrdüm;
Ondan sonra kanat çırpıp uçtum ben işte.”
Melami ve Kalenderi Şeyhi Yusuf Hemedani gibi zamanının büyük bir aliminden ders alma şansını yakalayan Ahmet Yesevi, şeyhinin vefatından sonra tarihi silsileye göre önce Abdullah-ı Berki, daha sonra Şeyh Hasan-ı Endaki geçiyor. Endaki’nin vefatından sonra irşad postuna oturan Hoca Ahmet Yesevi, tüm ömrünü ilim ve irfan faaliyetiyle geçiriyor. Divan-ı Hikmet’i Türkçe yazan Ahmet Yesevi, Türklere İslamı kolay bir şekilde öğretmek, Türk örf ve adetlerini İslama uygun bir hale getirmek için ömrünü adamış büyük bir alim olarak tanınıyor.
Öz Türkçe eserler veren ozanlar
İslam öncesi Türk Edebiyatında Çin, Hind ve İran edebiyatının tesirinde kalmadan öz Türkçe eserler veren ozanlar şairler de Orta Asya da İslam öncesi devirlerden beri mevcut.
Yesevi, şu şiirinde Türk diline olan sevgisini açıkça ifade ediyor.
“Sevmiyorlar bilginler, sizin Türkçe dilini,
Bilenlerden işitsen, açar gönül ilini.
Ayet, hadis anlamı Türkçe olsa duyarlar,
Anlamına erenler, başı eğip uyarlar.”
Türk Edebiyatı’nda “İlk Mutasavvıflar” adlı eserinde Fuat Köprülü şöyle söylüyor: Türk edebiyatını teşkil eden eserlerde cemiyetin unsurlarına uygun, yabancı tesirlerden uzak bulunuyordu. Kavmin bütün hususiyetlerini samimiyetle aksettiriyordu. Hakandan en ehemmiyetsiz neferine kadar bütün fertler o şiirde kendisini duyuyordu. Bu devirdeki şairler, hepsi birbirine benzeyen elleri kopuzlu basit adamlardır. Kahramanların menkıbelerini terennüm ederler. Milli destanlar söyler ve yeni hadiseler hakkında yeni türküler söylerlerdi. Bunların aynı zamanda kopuzlarıyla sihirbazlık, falcılık ettikleri de olurdu. Sıgır denilen milli av ayinlerinde “Şölen”, yani umumi ziyafetlerde “Yuğ” denilen matem merasimlerinde bu ozanlar mutlaka bulunurdu.
“Susayana su, üşüyene ateş”
Hoca Ahmet Yesevi, Türklüğe ve İslam’a büyük hizmetleri olan Asrı’nın incisi, bir hurmayla nasiplenen, tüm ömrünü ilmek ilmek işlediği talebelerine harcayan ayak basılmadık topraklara, girilmedik kalelere hizmet eri gönderen… Mızrak değmemiş sularda balık, turna donunda aç kalmışlara katık yetiştiren… Hızırı yoldaş belleyen, halka hakkın rızasını söylemekten usanmayan… Halığın yardımıyla keramet ehli olan Hoca Ahmet Yesevi, doksan dokuz bin alimi (kaynaklarda 99 bin alim olarak geçer) cihanın dört bir yanına, susayana su, üşüyene ateş misali hem kılıç tutmasını bilen alp, hem hokka yazmasını bilen erenleri bölük bölük aleme yaymıştır.
Geçmiş zaman tarikatlarına baktığımızda; hemen hemen her Şeyhin ve alimin ilminin yanında bir zanaatı olduğunu görüyoruz. Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’nin de iyi bir kaşık ustası olup oyma sanatıyla ilgilendiği biliniyor. Bir söylentiye göre Ahmet Yesevi, kaşıklarını bir eşeğin heybesine asıp eşeği pazara gönderir, kaşık alan ücretini yine heybeye bırakır, kaşığı alıp da parasını bırakmayanın peşini de Pirin eşeği bırakmaz imiş…
Yesevilik nedir?
Öte yandan Hoca Ahmet Yesevi’nin büyüklüğünü anlamak için çağına ve çağlar ötesine yaydığı ışık yeterlidir. Bir Türk sufi tarafından kurulan ilk büyük “Türk tarikatı” olan Yesevilik, önce Maveraünnehir, Taşkent ve çevresi ile batı Türkistan’da etkili olmuştur. Daha sonra Horasan, İran ve Azerbaycan’da yaşayan Türkler arasında yayılan Yesevi tarikatı, 13. yüzyıldan başlayarak göçlerle Anadolu’ya, oradan da Balkanlara ulaşmıştır.
- yüzyıl içinde Anadolu’da görülmeye başlayan Bektaşîlik, Babaîlik, Haydarîlik Yesevîlik tarikatından çıkmış kollardır. İleride Yunus Emre’nin gaybdan gönderilmiş mürşidi sayılacak olan Hacı Bektaşi Veli ile aynı zamanda dinî destan kahramanı olan Sarı Saltuk, sonra Anadolu Ahiliğinin, pirî-mürşidi sayılan Ahi Evran, Osman Bey’in ermiş kayınbabası Şeyh Edebali, Orhan Gazi’nin mürşidi Geyikli Baba ve daha niceleri, Ahmet Yesevî’nin Anadolu’ya, manevî fetihler için yolladığı, menkıbelerle destekli gerçekler hâlinde söylenen müritleri, akıncıları, halifeleridir.
Abdallık felsefesini anlatırken elbette çıkış merkezi olarak kabul ettiğimiz Pir-i Türkistandır. Nice gönül erine aşk ile muhabbet aşılayan Pir, ömrü 63 yaşına değdiğinde çok sevdiği ve gönül verdiği Peygamberimiz Hz. Muhammed’in vefat yaşından sonra yeryüzü toprağına basmama kararı verip dergahının içerisine bir çilehane yaptırıp ömrünün geri kalan yıllarını burada geçirmiştir.
Tarihçilerin on yıl dediği, rivayetlere göre ise bir 63 yıl daha yaşadığına inanılan, ömrünü tevekkül ile geçiren Hoca Ahmet Yesevi, tarihi kayıtlara göre 1166 yılında vefat etmiştir. Türbesi, çilehaneye yüz metre uzakta basit bir şekilde inşa edilmiştir.
- yüzyılın sonunda Emîr Timur, Türkistan bozkırlarında şöhreti ve nüfuzu iyice yayılmış olan Ahmet Yesevî’nin kabrini ziyaret edip kabrin üstüne bir türbe yapılmasını emretmiş, birkaç yıl içinde türbe, cami ve dergâhıyla birlikte bir külliye oluşturmuştur. Günümüzde halen ziyaret edilen bir yapı olarak ayakta durmaya devam etmektedir.
“Altmış üçte çağrı geldi; ‘Kul yere gir!..’
Hem canınım, cananınım, canını ver
Hu kılıcını ele alıp nefsini kır
Bir ve Var’ım, cemalini görür müyüm ?
Kul Hoca Ahmed, nefsi teptim, nefsi teptim;
Ondan sonra cananımı arayıp buldum;
Ölmeden önce can vermenin derdini çektim
Bir ve Var’ım, cemalini görür müyüm?”
Eserleri:
1. Dîvân-ı Hikmet
2. Fakrnâme
3. Risâle der Âdâb-ı Tarîkat
4. Risâle der Makâmât-ı Erba‘în dir.
Kaynakça
TDV İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
Mehmet Fuad Köprülü Külliyatı 4, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar
AHMET YESEVİ DİVAN-I HİKMET
HACI BEKTAŞ VELİ VELAYETNAME
Hayret baş
Şahane bir araştırma eline emeğine sağlık kardeşim