Advertisement Advertisement

YÖNETMEN NİSAN DAĞ: “ÖDÜL MESELESİNİ EPEY TOKSİK BULUYORUM”



“Bir Nefes Daha” filmini bu yıl Altın Koza Film Festivali’nde izleme olanağı buldum. Başka bir festivale gitmek durumunda olduğum için yalnızca iki film izleyebilmiş, tercihlerimden birini “Bir Nefes Daha”dan yaptığım için sevinmiştim. O günden beri filmin yönetmeni ve aynı zamanda senaristi olan Nisan Dağ ile söyleşi yapmak istiyordum. Bingo! Hiiiç spoiler vermeden, yalnızca filmin konusu üzerinden yola çıktığımız bir söyleşiyle Nisan Dağ konuğum oldu. Film hakkında fikir edinmek için mutlaka göz atın… 

Söyleşi: Nilüfer Türkoğlu
nilufer@ajandakolik.com 

28. Adana Altın Koza Film Festivali’nde  “En İyi Yönetmen” ve “En İyi Senaryo” dahil toplam 6 ödül alan “Bir Nefes Daha”‘nın “gözü” ve “kalemi” Nisan Dağ, ödüllerden ziyade üretime odaklanmanın gerektiğine inanıyor ve şöyle diyor: “Ödül meselesini epey toksik buluyorum.”
Bir kenar mahallede bonzai içen bir gencin sevdiği kızla, ailesiyle ve arkadaşlarıyla ilişkisini rap müzikle anlattığı hikâyeyi seyirciyle buluşturan Dağ, vurucu, sert ama bir o kadar da umut yüklü bir filmle cesur bir işe imza atıyor. Gerisini ondan dinleme zamanı.

Bir sinemacı olarak uyuşturucu bağımlısı bir gencin mücadelesini konu aldığın “Bir Nefes Daha” filmi ile çok önemli bir konuya dikkat çekiyorsun. Filmi özellikle anlatım bakımından çok güçlü. Mesaj kaygısı taşıyıp taşımamaktan çekindin mi?

Rap müziğin henüz trend olmadığı 2015 yılında çektiğim bir belgesel vesilesi ile İstanbul’un çetin mahallelerinde tutkuyla sahiplenilmiş olan Hip-hop kültürünün gençlere nasıl güç verdiğine tanıklık ettim. Bu mahallelerdeki yaşamsal sıkıntıların tüm sertliğine rağmen, rap müziğin bir umut ışığı olarak hayatı yaşanır kılıyor olmasını görmek bana ilham vermişti. Bu ilhamı seyirci ile paylaşmak üzere kalkıştım bu işe. Hiçbir zaman mesaj kaygım olmadı, tek derdim umut ve ilhamı paylaşabilmek oldu hep.



Filmin bu ağır ve cesur konusunu, bir kenar mahalle içinde pek romantize etmediğini de söyleyebiliriz sanırım. (aşk, uyuşturucu, arkadaşlıklar…) Bunun en büyük nedeni sence ne?

Ele aldığım mahalleyi ve karakterleri anlatırken onları romantize ederek anlatma tehlikesinin var olduğunun hep farkındaydım. Belki de bunun farkında olduğum için de özellikle bundan kaçınmak için çabaladım. Bu tarz bir hikâyeyi anlatırken daha gerçekçi yaklaşmanın doğru olduğuna karar vermiştim en başından. Kaçındığım şeylerden birisi de self-oryantalize bir bakışa kaymaktı ama dönüp baktığımda ve gelen tepkileri gördüğümde bundan da uzak kalmayı başardığımı düşünüyorum.

Senin elindeki en büyük güç sinema ve sesini senaristliğinle, yönetmenliğinle kullanıyorsun. Filmin odaklandığı bonzai meselesinde devlet bir şeyler yapıyor mu? Sanırım bu konuda bir yüksek kurul oluşturulacaktı ama pek söz konusu olmadı.

Maalesef devletin çabaları bu konuda da yetersiz. Hatta şu nokta ne gibi bir çaba var onu bile bilmiyoruz. Senaryoyu yazmaya başladığım 2016 senesinde konuyu takip etmek ve neler yapıldığına vakıf olmak adına meclis oturumlarının dökümlerini okumuştum bir süre. O sıralarda uyuşturucu ile mücadele için bir yüksek kurul oluşturuldu, toplantıda çekilmiş bir fotoğraf ile kurulun haberi yapıldı ancak daha sonra bu kurulun hiçbir çalışmasına dair bir gelişme öğrenemedik ne yazık ki… Hatta okuduğum meclis dökümlerinde HDP’nin bonzai ile mücadeleye dair sunduğu önergelerin AKP tarafından sebep sunulmadan reddedildiğini de hatırlıyorum. Bu denli bir eylemsizlikle karşılaşınca, insan bu tepkisizliğin altında bir kasıt olup olmadığını da merak ediyor tabii.


Filmin geçtiği Karaçınar’ı nasıl tasvir edersin?

Karaçınar, yoksul ve yaşam koşulları sert bir mahalle. Bazı çocukların okula gitmediği, insanların suça itildiği, akşam yemeklerinin bazen kuru ekmekle geçiştirildiği, soğuk kışların delik ayakkabılarla atlatıldığı bir yer. Dışarıdan ürkütücü ve salt kötülükle dolu gibi dursa da, içinde samimi ve kucaklayıcı yürekler, yetenekler ve değerler taşıyan bir mahalle. Mahallenin genç kuşağı bir ışık taşıyor. Hip-hop kültürü orada çok yaygınlaşmış ve mahallenin gençliğine bir umut olmuş. Rap, breakdans ve graffiti onlar için yaşama sebebi olmuş. Bazen aileleri gençlerin bu tutkularını desteklemiyor, ama tutkusu güçlü olanı kimse durduramıyor.

“DİK DURUŞA RAP, DAHA İYİ HİZMET EDİYOR” 

Bu tip yoksul semtlerde yaşayan gençlerin tıpkı ana karakter Fehmi gibi rap müziğini ve hip hop kültürünü sevmesini neye bağlıyorsun? Yaşadıkları sorunları dışa vurmak ve seslerini çıkarmak için en iyi yol rap ve hip hop mı?

Karaçınar gibi mahallelerde, yeni kuşak için arabeskin yerini rap almış gibi geliyor bana. Yanlış anlaşılma olmasın, arabesk tabi ki tamamen rafa kalkmamış bu gençler için. Onlar da efkarlanınca yine arabesk dinliyorlar arada. Ancak rap, bir ifade biçimi olarak daha cazip geliyor bence gençlere. Rap’in doğası gereği daha dinamik bir enerjisi var ve rap’in getirdiği tavır daha güçlü. Gençler artık boyun eğmek istemiyor ve o dik duruşa rap, daha iyi hizmet ediyor. Bu gençlerin normalde dertlerini dinleyen pek kimseleri yok, bu şekilde kendilerini ifade ediyor, “Ben varım, buradayım, bizi görmezden gelemezsiniz” diyorlar.


Filmde Fehmi ve Devin aşkı, rap müziğine bandırılan bir Romeo ve Jüliet aşkı olarak değerlendiriliyor. Aynı düşüncede misin? Aralarındaki sınıfsal farklar mı bunun en büyük nedeni? 

Aslında tam olarak ben böyle ifade etmem filmi. İlk olarak rap müzik bir süs değil bu filmde, en çok onun altını çizmek isterim. Rap trend olduktan sonra rap’i kullanan pek çok yapım oldu. Ben “Bir de içinde rap olsun” diye yola çıkarak bir fon gibi kullanmadım rap müziği. Rap bir tutku, bir ilham ve bir çıkış umudu. Filmde İstanbul’un bambaşka köşelerinden gelen iki aşığın kesiştiği ve birlikte var olabildikleri nokta müzik. Sınıfsal ayrımlardan çok, birlikteliklere, ortak noktalara, birbirine ilham veren insanların öykülerine odaklanmak istedim. Film temelinde bir bağımlının iniş çıkışlı mücadelesini ve bu zorlu yolda onunla sürüklenen yakınları ile olan ilişkilerini ele alıyor. Film sadece aşk boyutu ile değil, Fehmi’nin abisi ve grup arkadaşı Yunus ile olan ilişkileri üzerinden de ilerliyor.

Kesinlikle! Bu ülkede “Bir Nefes Daha”daki gibi alt kültür anlatımlarına rastlıyoruz ancak uyuşturucu konusu üzerine eğilen pek sinemacı yok. Şu an aklıma hiç kimse gelmedi mesela! Bunu neye bağlıyorsun?

Benim aklıma birkaç örnek geldi ama sayıca çok fazla değil gerçekten. Neden olabileceğine dair keskin bir cevabım yok, dürüst olmam gerekirse. Böyle bir analizi yapabilmem için dışarıdan bakıyor olmam gerekirdi belki de. Kendi üretimime odaklandığım için ülke sinemasına analitik bakmıyor olabilirim.

Filmde bonzai kullanmanın yine sınıfsal bir mevzuyu işaret ettiğini görebiliyoruz. Hatta Fehmi’nin kız arkadaşı Devin’le yaptığı bir konuşmada bununla ilgili iğneleyici sözlerine de rastlıyoruz.

Toplumda sayılan kişilerin bazı pahalı maddelere bağımlı olduğu biliniyor ve bu göz ardı ediliyor ama bir yandan da bonzai kullanan kesime önyargılı yaklaşılıyor. Filmde de buna gönderme yaptığım bir sahne, bahsettiğin. Tabii ki derdim “Neden bonzai de hoş görülmüyor?” demek değil. Ancak Karaçınar gibi mahallelerde yolundan sapmamak zor. Bu nedenle toplumun daha kucaklayıcı bir bakış açısında olması gerekiyor. Sahneleri fazla anlatmaktan hoşlanmamakla beraber detayına girmeden Devin’in bu önyargılı figürlerden birisi olmadığını da not etmek isterim.

Oyuncuları nasıl belirlediniz?

Fehmi’yi oynayacak kişiyi bulmak bir seneyi aşkın bir serüvendi. Cast direktörümüz Gökçe Doruk Erten ve ekibi ile uzun soluklu bir çalışmamız oldu. Hem gerçekçilik adına rapçileri değerlendirdim, bir yandan da uyuşturucu krizleri gibi yüklü performanslar barındıran bu rol için profesyonel oyuncularla çalışmayı düşündüm. Oktay ile yollarımız o sırada Gökçe’nin ekibinde staj yapan Rena’nın arkadaşı olduğu için kesişti. Onunla ilk tanıştığım an doğru kişi olduğundan emin oldum. Hayal Köseoğlu’nun müzisyen kimliği ile yaptığı kliplerindeki hallerinden çok etkilenmiştim.

“BAŞARI, ÖDÜL VE KABUL GÖRMEYE ODAKLANMAK YARATICILIĞIN EN BÜYÜK DÜŞMANLARI” 

22. Altın Koza’da “Umut Veren Erkek Oyuncu” ödülünde Oktay Çubuk’un ismini gördüğüm için açıkçası çok mutlu olduğumu söylemeliyim. Ama şu “umut veren” kelimesi kafamı kurcalıyor hep. Örneğin ilk filmini çekip de ödül alan bir yönetmene ya da senariste “Umut Veren Yönetmen / Senarist” gibi bir sıfat verilmiyor. Çubuk, pek “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü de alabilirdi. Sen nasıl bakıyorsun tüm bunlara?

Aslına bakarsan yönetmenler için de festivallerde “En İyi İlk Film” ödülü veriliyor, belki onu denk gibi düşünebiliriz “Umut veren oyuncu” ödülüne. Oktay’ın yolu çok açık, daha pek çok festival olacak önünde “En İyi Oyuncu” ödülü alacağına da hiç süphem yok. Genel olarak bu ödül meselesini epey toksik buluyorum. Her ne kadar törenler heyecanlı ve onay görmek gurur okşayıcı olsa da, bizim üretimimize odaklanmamız gerektiğini ve özdeğer hissimizin ödüllerin varlığı veya yokluğuna göre iyiye veya kötüye değişmemesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Başarı, ödül ve kabul görmeye odaklanmak yaratıcılığın en büyük düşmanları.


Müziklere değinmeden geçmek olmaz. tabii…  Düşündüğün kişilerle mi çalıştın, şarkıların sözlerine müdahalede bulundun mu?

Bir Nefes Daha’nın rap müzikleri için 2015’te çok sık Türkçe rap dinlemeye başladığımda hızla favorilerimden birisi haline gelen Da Poet ile çalıştık. Filmin altyapıları üzerinde çalışmaya 2017 yılında başladık. Altyapılar hazır olduktan sonra Hayki ve Ohash ile sözler üzerinde çalıştık. Rap sözleri filmde hikâye anlatımına dair önemli bir araç olduğu için bazı anahtar kelimeleri ve karakterlerin geçmiş hikâyelerini Hayki ve Ohash ile paylaştım. Oyuncular Oktay Çubuk ve Erem Çiğdem de söz yazımına katkıda bulundular. Hem rapçiler ile vakit geçirip kendi karakterleri için çalışma yapmış oldular hem de karakterlerinin rap kişiliklerine sözler üzerinden katkıda bulundular. Bir senarist olarak şarkıların filmde geleceği yerleri düşünerek ihtiyacım olan dramaturjik içerik bakımından yönlendirmelerimi yaptım ancak herkese kendi yaratıcıklarını konuşturabilmeleri için alan açmaya da çabaladım.

Peki senin rap müzikle aran nasıl? Filme hazırlanırken özellikle dinlediğin oldu mu? Kimleri dinledin, dinliyorsun mesela?

Rap müzik ile aram epey iyidir. Filmi yazarken ve filmin üzerinde çalıştığım dönemlerde daha çok dinliyordum. Zaten yazarken müzikten çok beslenen biriyim, bir de filmin konusu müzikle bu kadar iç içe olunca bol bol rap dinlemek kaçınılmaz oldu. O dönem Kayra’yı da çok dinledim, Hayırsız Evlat şarkısının ruh olarak filmle kesişen bir noktası vardı mesela bana göre. Şanışer, Kamufle, Allame, Baneva ve tabii ki Ceza en çok dinlediğim isimler. Ezhel’i de dinliyorum ama onu Olay parçasındaki duruşunu gördükten sonra çok sevmeye başladım. Yabancılardan da favorim Nas’tır.

Bir de filmin içine sızan, iyi ki de sızan animasyonlar var. Fehmi’nin bonzai içince gördüğü halüsinasyonların animasyon anlatımı da oldukça vurucu. Yine Türk filmlerinde pek sık rastladığımız bir anlatım tarzı değil bu. Ama senin animasyonla ilişkin eskiye dayanıyor. Biraz bunu dinlemek isterim senden.

Evet hikâye anlatmaya 18 yaşlarımda animasyonlarla başladım. Hem izleyici olarak hem de üreten olarak çok keyif aldığım bir tür. Bonzainin etkisindeyken dünyanın ürkünçleşmesi ve o “ölüm tribi” denen deneyimi en güçlü şekilde animasyonla anlatabileceğime karar verdim. Mekanların dokusuna ait ögeleri alıp animasyon sahnelerinin içinde bu ögeleri deforme etmeye ve korkunçlaştırmaya dayanan bir yaklaşımı izledim. Animasyonların kabus hissi yaratması ve karanlık bir atmosferi yansıtmasını istedim. Bu mod için en uygun animasyon formunun ise çizim animasyon olduğuna karar verdim. Kare kare üzerine çalışılması gereken zahmetli bir tercih oldu. Hamburg’da butik bir animasyon stüdyosu olan Kim&Him ile çalıştık. Hayatımda yaptığım en keyifli işbirliklerinden birisiydi.

Yakın zamanda Başka Sinema Eskişehir Film Geceleri’nden döndün. Sonbaharla birlikte son açıkhava gösterimlerinden biri olsa gerek bu. Nasıl geçti? “Bir Nefes Daha” genç nüfuslu Eskişehir’in kalbine ulaştı mı sence?

Eskişehir çok güzel geçti. Genç ve öğrenci nüfusun yarattığı farkı hissettik. Havaların artık soğumaya başladığı günlere denk geldi ama sinema severlerin montlarına sarılarak ve hatta hafiften titreyerek orada bizimle olması ve filmden sonra çorba eşliğinde onlarla söyleşi yapmak çok güzeldi. Filmin geçen sene dünya prömiyeri yaptığı Tallinn’den bu yana uzanan festival sürecinde, seyirci ile etkileşim anlamında en güzel deneyimim Eskişehir’de oldu. Seyircinin soruları harikaydı.

 

Hemen öncesinde de Altın Koza ve Ayvalık Film Festivali vardı. Fiziki olarak oralarda da ekipçe bulundunuz. Festivallerde yer almanın senin için anlamı ne? Bu kadar çok festivalin peş peşe olmasını nasıl değerlendiriyorsun?

Festivallerde bir arada olabilmenin ve film izlemenin keyfi başka. Yarışma kısmını sevmesem de festivaller çok kıymetli. Ayvalık’ta yarışma olmaması oradaki atmosferi de daha keyifli kılıyordu. Sadece filmlerimizi paylaşmak için değil, sinemacıların bağlantılar kurabilmesi ve birbirleriyle tanışabilmesi için de önemli festivaller. Bağımsız filme gönül vermiş insanları, sanki şükran gününde toplanan aileler gibi bir araya getiriyor festivaller.

“EVDE FİLM SEYRETMEK SİNEMANIN YERİNE GEÇEMEYECEK”

Ah, güzel tanımlama! Peki, film vizyona da girdi, festival seyircisinin dışında daha çok kitleye ulaşacak şüphesiz. Ama pandeminin etkisi sinemaya giden seyirci üzerinde hâhissediliyor. Dijital platformlar da bu kadar ön plandayken sinema, izleyicisine yeniden tam anlamıyla kavuşur mu dersin?

Hayat tam anlamıyla normale dönmeden sinemaların da eski randımanına kavuşması biraz zor gözüküyor. Bir de bu süreçte değişen alışkanlıkları da düşününce, hayat normale döndüğünde aslında 2019 baharında bıraktığımız yere dönmüyor olacağız. Sinemanın ölmesini istemeyen ve buna inanmayı reddedenlerdenim. Belki pandemi ile değişen alışkanlıklardan dolayı artık daha az insan sinemaya gitmeyi seçecek ama hiçbir zaman evde film seyretmek sinemanın yerine geçemeyecek. Ben de Bir Nefes Daha’nın sinemada izlenmesini diliyorum. Kamera dilinden seslerine, filmi sinemada izlenecek şekilde tasarladım.

Senaryosunu yazdığın filmleri yönetiyorsun. Bu, ortaya çıkan işi daha mı iyi kılıyor? Hep böyle mi yol almayı düşünüyorsun?

Şu ana dek bu şekilde denk geldi ancak böyle devam etmek zorunda değil tabi ki. Eğer etkilendiğim bir senaryo olursa yazmadığım bir işi de yönetebilirim. Önemli olan kalbimin çarpması ve hikâyeye inanıp içten bir bağ kurabilmem, bu filmin derdi benim de derdim diyebilmem. Ülkemizde, bağımsız sinema sektöründeki en büyük eksikliklerden birinin iyi senaristler olduğunu düşünüyorum. Biraz da bu kıtlıktan dolayı yönetebilmek için yazmak durumunda kalıyorum. Kendi yazdığın işi yönetmek daha kolay ve daha iyi sonuçlar çıkıyor elbet, ama bu durum tersten düşününce demek değil ki yöneten kişi en iyi şekilde yazar.

Dijital için de işler yapıyorsun. Hatta Netflix dizisi Pera Palas’ta Gece Yarısı için çoktan kolları sıvadınız. Biz ne zaman izleme şansı elde edeceğiz?

Pera Palas’ta Gece Yarısı” dizisinin Mart 2022’de seyirci ile buluşacağı konuşuluyor. Benim için apayrı bir yeri olan, çok heyecanlandığım bir proje.

“Deniz Seviyesi” Mubi’de yayınlandı, şimdi de BluTv’de yayında sanırım. İzlemeyenlere de önerelim buradan. İlk filmin sende yarattığı etkiyi, anlamı sorsam…

Filmlerimin içsel yolculuğumla paralel gittiğini söyleyebilirim. Deniz Seviyesi de, hem benim hem de filmi birlikte yönettiğim Esra Saydam için kişisel yerlerden bağ kurduğumuz bir projeydi. Filmi çekerken 26 yaşındaydım. O yılların naifliği ve o sıralardaki içinde olduğumuz ruh hallerinden çok beslenen bir filmdi. Şimdi tekrar yapmaya kalksam aynı filmi yapamam. Bunu Bir Nefes Daha için de aynı şekilde. Filmler, senaryo aşamasındayken yaşayan canlı varlıklar gibi geliyor bana, değişen evrilen ve yazarı ile konuşan..

Yakın zamanda üzerinden tesiri geçmeyen film/ belgesel vs. ne oldu?

Geçenlerde Loving Vincent filmini izledim. Günler geçti ama hâlâ filmin dünyası benimle. Filmi merak etmemin ilk sebebi, Van Gogh’un hikâyesinin, onun fırça darbelerinin tarzı ile, kare kare yağlı boya ile çizilmiş animasyonlarla ve yüzlerce kişilik bir ekiple anlatılıyor olmasıydı. Ancak filmin yakaladığı ruh ve Van Gogh’un dünyasında vakit geçirerek onu daha yakından tanımak beni çok etkiledi sonunda. İşin görsel şölen boyutu ise ayrı bir güzelliği.

 

YORUM YAP

You don't have permission to register
Follow us on Social Media