
Ayşegül Yalçıner: “Ev sahibi ‘Siz oyuncusunuz, bu ay kira vermeyin’ demiyor
Bağımsız tiyatroların ayakta kalma mücadelesi devam ediyor. Pandemi sürecinde kan kaybeden özel tiyatrolar devletten destek bulamazken neredeyse kapanma tehlikesiyle karşı karşıya… Kadıköy Halk Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni Ayşegül Yalçıner ile hem bu sürecin yansımalarını hem de aylar sonra yıllardır oynadıkları iki toplumsal oyun; “Mor” ve “Tebeşir İzi” ile yeniden sahneye çıkma heyecanını konuştuk.
Söyleşi: Nilüfer Türkoğlu
Yazar, yönetmen Yücel Erten dün sosyal medya hesabından şöyle bir açıklama yaptı: “Şu tiyatro yapma aşkınızı biraz erteleseniz diyorum. Ölmezsiniz.” Yıllardır devlet tiyatrosundan maaş alan Erten’e destek verenler olduğu gibi onu eleştiren, fikir ayrılıklarına düşenler de oldu. Tam bu söyleşiyi hazırlıyordum ben de. Bundan yalnızca bir ay önce nihayet seyirciyle buluşan Kadıköy Halk Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni Ayşegül Yalçıner‘in bana söylediklerini bir daha okudum: ” Neredeyse sahneden inip seyirciye sarılıp ağlayacaktım.” Ve işte ondan sonrası…
Yücel Erten’in sözleri epey sert ve tartışma yaratıcı! Ne diyorsunuz?
20 yılı geçti, sadece tiyatrodan para kazanıyorum. Evet, arada sinema filmlerinde, televizyon dizilerinde oynadım, dublaj yaptım, farklı kurumlarda eğitmenlik yaptım. Hiçbir zaman garanti maaşım olmadı. Çalıştıkça para kazandım. Devlet Tiyatroları normalde beş yılda bir kadro sınavı açmalı ama maalesef son sınav 10 yıl önceydi. Ve hâlâ kadro sınavı açılacak mı belli değil. Bizler (bağımsız tiyatro yapanlar) sahneye çıktıkça yaşıyoruz. İş yapmadığımız zaman bile giderlerimiz var; ekibimizin SSK’sını, vergiyi, stopajı ödememiz gerekiyor. Ki yaşamak için de gelire ihtiyaç var. Ev sahibi “Siz oyuncusunuz, bu ay kira vermeyin” demiyor. Ya da market sahibi iki replik söyleyince et vermiyor. Yıllar önce kurumlarda kadroya girerek kendi hayatını garanti eden meslektaşlarımla aynı gemide değiliz. Aynı dertlere sahip değiliz.
“TİYATRO HER YERDE, HER KOŞULDA OLUR, YETER Kİ OYUNCU VE SEYİRCİ OLSUN”
Kadıköy Halk Tiyatrosu olarak ilk 8 Ağustos’ta açıkhavada izleyiciyle buluştunuz. Sonra da “Mor” oyunu ile Sanat Park’ta… Açıkhavada oynamak nasıldı? Ne özlemişsinizdir!
Pandemi yüzünden beş aydır sahnelerden uzak kaldık. Bu durum, bizim gibi bağımsız özel tiyatrolara hem maddi hem manevi açıdan çok büyük yaralar açtı. Zaman zaman bir daha asla sahneye çıkamayacağımı düşündüm. Çaresizlik korkunç bir duygu. Ellerimiz kollarımız bağlı beklerken bir haber geldi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden. Çaresizlikle geçen ayların ardından birkaç gün içinde Tebeşir İzi oyunumuzla sahneye çıkacaktım. Önce inanamadım, hele gerçekleştiği anda rüya gibiydi, yıllardır görmediğim aşkıma kavuşmuştum sanki. İBB oyunu sonrası seyircimize ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne teşekkür konuşması yaptım. Neredeyse sahneden inip seyirciye sarılıp ağlayacaktım. Bir hafta sonrasında da Kadıköy Belediyesi vesilesiyle Özgürlük Parkı’nda Mor’u oynadık. Tüm biletlerin satılması, seyircinin ayakta alkışlaması, sahnede olmak benim için bulutların üstünde uçmak gibi… İki oyun oynadıktan sonra yeniden yaşama sevinciyle doldum. Tiyatro her yerde, her koşulda olur, yeter ki oyuncu ve seyirci olsun. Devlet ve bütün belediyeler özel tiyatrolar ile işbirliği içinde olmalı ki; bizler üretmekten vazgeçmeyelim, yaşamdan kopmayalım.
Özgürlüklerine kavuşabilmek için Sığınma evine sığınan bir hikâyenin odak noktasındaki beş kadını anlatan “Mor” oyunu iki yıldır sahnede. Gerçek mi tüm bu hikâyeler?
2018 Ocak ayında prömiyer yaptık. Aslında üç sezon oldu bile… Yaşanmış kadın hikâyelerinden yola çıktık. Onlarca ropörtaj, gazete haberi okuduk. Sığınma evinde yaşamış kadınlarla görüştük. Maalesef hepsi gerçek, hatta biz oyunu kurgularken biraz daha steril hale getirdik sığınma evini. Çünkü tiyatro sahnesinde sığınma evlerinde yaşananları birebir bir canlandırsaydık,kimsenin izlemeye gönlü el vermezdi. Mesela özel bir sığınma evinde yaşamış bir kadın anlatmıştı; zengin bir adam yaptırmış evi, sonra da bırakıp gitmiş, ne bir ilgilenen var ne sağlıkçı ne evi toplayacak birisi… O evlerde kalan kadınların her şeyden önce psikoloğa ihtiyacı var. Çünkü ne evi temiz tutmaya ne de kalkıp yemek yapmaya ne çocuklarıyla ilgilenmeye enerjileri var. Sadece öfke var ve müthiş bir sevgiye açlık söz konusu. Biri gelip mesela hırka getirdiğinde, orada yaşayanlar o hırkayı almak için birbirine giriyormuş.
“KENDİ DERDİMİZE DALDIK, DİZİYİ UNUTTUK, AÇ KIZ DİZİYİ!”
Aslında gerçek mi diye sormanın anlamsız olduğunu düşündüm. Sonuçta oradaki Ayşe’nin Fatma’nın hikâyesi, bu toplumda şiddet gören pek çok kadının başından geçiyor. Oyunu ana hatlarıyla özetler misiniz?
Hayatı boyunca tacize uğramamış ya da erkek şiddetine maruz kalmamış kadın olmadığını düşünüyorum. Hepimiz bir yerlerde bir şekilde istemediğimiz durumlar yaşadık. Mor’da beş kadın var ama hiçbirinin adı yok, çünkü bu, hepimizin hikâyesi… Özellikle mekan belirtmedik, çünkü dünyanın her yerinde, her koşulda kadınlar benzer hikâyeler yaşıyorlar. Rai TV’den gelip oyunumuzla ilgili belgesel yapmışlardı. Program yapımcısıyla sohbetimde öğrendim ki; İtalya’da da başlık parası, kadın cinayetleri var. Mor’u hazırlarken ses çıkaramayan kadınların sesi olmak istedik. Oyundaki karakterlerden birinin ekonomik durumu iyi ve üniversite okumuş, biri kırsalda yetişmiş, biri önce akraba evliliğine zorlanmış ardından pavyona satılmış, biri el bebek gül bebek büyütülmüş, biri çocuk yaşta evlendirilmiş… Bu kadınlar hayatlarının bir bölümünde şiddete maruz kalmış, tacize uğramış, kadın olduğu için ötekileştirilmiş. Oyundaki kadınların derdi büyük ama bu derdi birbirleriyle paylaşmıyorlar. Hatta kendilerine bile itiraf etmiyorlar, yaşadıkları durumun içinde kendilerine bile yabancılaşmışlar. Tam biri anlatmaya başlayacak, diğeri dinlemiyor. Toplumun ve birbirimizin sorunlarına karşı duyarsızlığımızın altını çizmek istedik. Birbirimizle iletişim kuruyor muyuz gerçekten? Birbirimize değer veriyor muyuz? Oyundaki repliklerden biri; “Kendi derdimize daldık, diziyi unuttuk, aç kız diziyi.” Çok duyarlıymış gibi davranıyoruz ama kimse kimsenin çok da umrunda değil. Hele sosyal medyanın hayatımızı ele geçirmesiyle, ucuz şöhretler ve iletişimsizlik o kadar arttı ki… Her gün kadın cinayetleri oluyor ve biz cinayeti paylaşıyoruz, üzülüyoruz ve bir sonraki gönderiye bakıyoruz, duygularımızın yüzeyselliğine ve geçiciliğine, çabuk tüketime de gönderme yapmak istedik. Bu beş kadın kimi zaman çatışıyor kimi zaman dedikodu yapıyor. Hüzünleri olduğu gibi kahkahaları da var. Mor oyunu için kara mizah örneği de diyebilirim. Seyirciye susmayın, anlatın, yalnız değiliz diyoruz.
“BİR KADININ ÖLDÜRÜLME ANINI GÖSTERMEK, ŞİDDETİ NORMALLEŞTİRİYOR”
Basın ve medyanın kadın haberlerindeki üslubunu nasıl buluyorsunuz? Bu, herhangi bir magazin haberi için de olabilir, kadına şiddet için de…
Popülist bir yerden bakıyor bence medya. Ne kadar popülerse o kadar prim kazanırım derdi var sanki. Çok çirkin bir üslup olduğu için daha çok yayılıyor şiddet. Mesela bir kadının öldürülme anını göstermek, bu şiddeti normelleştiriyor. TV dizilerinden bahsetmek istemiyorum bile. Şiddet çok sıradan ve cezasız bir halde.
Özellikle son günlerde iyice artan kadın cinayetlerine dur demenin yolunun siz ne olduğunu düşünüyorsunuz? Böylesine erk bir sistemin içinde bunun başlıca yolu önce eğitim mi?
Bir toplum kültür sanatla evrilir; tiyatroyla, müzikle, resimle, edebiyatla, sinemayla ne kadar çok insana ulaşırsak kârdır bence. Kültür sanat politikamızı gözden geçirip, nitelikli işlerle eğitimi sağlayabiliriz. Empati kültürü artan birey zaten şiddet uygulayamaz.
Sizce özgürlük nerede başlayıp nerede biter?
Çok sevdiğim bir kavramdır özgürlük. Bir bebeğin anne karnına düştüğü an başlaması gerekir özgürlüğün ama maalesef bu çok ütopik. Çünkü anne baba henüz cenin halindeki yavruya roller biçer, yasaklar koyar, kendi istediği biçimde şekillendirmeye çalışır çocuğunun hayatını. Halbuki çocuklar o kadar özgürdür ki… Ne isteyip ne istemediklerinden çok emindirler. Büyüdükçe, zamanla, aile baskısı, toplum baskısı, elalem ne der kaygısı, bağımlılıklarımız bizleri özgürlüğümüzden uzaklaştırıyor. Kendimize otosansür uygulamaya başladığımızda ortada özgürlük kalmıyor.
Peki bir kadın için bu toplumda, bu dünya düzeninde özgürlük nerede başlar nerede biter?
Kadın birey olduğunun ve kendi gücünün farkına vardığında özgürleşiyor. Bu dünya düzeninde, bu zamanda, bu toplumda güç eşittir para. Örneklerine baktığımızda kendi ayaklarının üzerine basan, maddi gücü olan kadınlar daha güçlü. Halbuki güç; bilgi birikimi ve zekâ ile doğru orantılı olmalı.
“Tebeşir İzi” de bir kadın oyunu. Ve hatta müzikal. Oyunun yönetmeni ve aynı zamanda yazarı Ali Yalçıner bu oyunu, Brecht’in şiirinden yola çıkarak kaleme almış? O şiir…
Yedi şarkıyı canlı söylüyoruz oyunda, müzikalden ziyade müzikli oyun diyebiliriz. Şarkı sözlerinin üçü Brecht’in şiiri, dördü Ali Yalçıner’e ait. Oyunun müziklerini Devlet Opera Bale Sanatçısı Ahmet Baykara besteledi, dört kişilik bir koromuz var. Gazanfer Özcan’ın kızı Fulya Özcan ile anne kızı canlandırıyoruz. Fulya ablanın oynadığı karakter gelenekçi, dinine bağlı, Yahudi bir anne. Benim oynadığım karakter ise Hitler hayranı, faşist, saf bir hizmetçi kız. Tebeşir İzi ile “hizmet ettiğimiz sistemle ters düştüğümüz anda o sistem bizi yer” diyoruz kısaca.
TEBEŞİR HAÇI
Ben bir hizmetçi kızım.
S.A.dan bir adamla bir maceram oldu.
Bir gün o, gitmeden önce,
gülerek gösterdi bana
hallerinden yakınanları nasıl yakaladıklarını.
Bir tebeşir parçası çıkardı ceketinin cebinden
ve bir küçük haç çizdi avucunun içine,
ve anlattı, sivilleri giyinip
iş ve işçi kurumlarına nasıl gittiğini
avucunun içindeki bu işaretle,
işsizlerin kuyrukta ana avrat
küfrettikleri o yerlere,
ve nasıl küfrettiğini kendisinin de onlarla birlikte,
dostluk ve dayanışma gösterisi olarak da
sırtına nasıl vurduğunu küfreden herkesin,
ve böylece, sırtında beyaz haç bulunan
damgalı adamların S.A.larca nasıl yakalandığını.
Bu anlattıklarına katıldıydık gülmekten.
Onunla üç ay bir arada yaşadım.
Sonra bir gün bir de ne göreyim:
Banka cüzdanımı apartmamış mı.
Yok benim için saklayacakmış da,
yok kimin ne olacağı belli değilmiş de,
falan filan.
Ben onu suçlayınca da,
bin dereden su getirerek yeminler etti,
beni yatıştırmak için de
sırtımı okşadı şöyle.
Yılandan kaçar gibi kaçtım ondan.
Eve gelince ilk iş aynaya baktım,
sırtımda beyaz haç var mı diye.
B.Brecht

Kadıköy Halk Tiyatrosu’nun iki yıldır sahnede olan oyunu “Tebeşir İzi”nde Ayşegül Yalçıner ve Fulya Özcan oynuyor.
1930’ların Nazi Almanyası’nda geçen oyunda faşizmin aile ve toplum üzerindeki yıkıcı etkisini bir anne kız hikayesi üzerinden izliyoruz. Ne zamandan beri oynuyorsunuz, önümüzdeki günlerde sizleri yine sahnede izleyebilecek miyiz?
Tebeşir İzi’ni iki yıldır oynuyoruz. Mor’u biraz önce de söylediğim gibi üç yıldır, Aman Ne Komik isimli oyunumuza geçen sezon başlamıştık. Üç oyunumuz da hâlâ repertuvarımızda, çünkü her birinin kendi içinde söylediği çok etkili sözleri var. Tiyatroyu da bir söz söylemek için yapıyoruz, hayata dair bir derdimiz olduğu için. Şimdi de pandemiye rağmen yeni oyun hazırlığındayız mesela. Henüz net bir oyun tarihimiz yok ama birkaç ay öncesine nispeten daha umutluyum sahnede olmak adına. Bu belirsizlik çok acılı bir süreç ama geçecek. İnsanlık, dünya tiyatrosu neleri atlatmış, bunu da atlatacak. Tebeşir İzi’nde dediğimiz gibi; “Elbette şarkı da söylenecek, karanlık zamanları anlatan.”
Toplumların üzerinde politika sanattan daha mı etkili, ne dersiniz? Sanat nerede duruyor?
Ben sanatın politikadan daha etkili olduğunu düşünenlerdenim. Güzel bir film izlediğinizde ya da sözü olan bir oyun seyrettiğinizde veya iyi bir müzik dinlediğinizde sizde yarattığı etki, dönüşüm daha büyük ve daha uzun süreli. Çünkü sanat duygulara, düşüncelere etki ediyor. Politika gününün şartlarına göre şekil alıyor. İnsanlık tarihine bakınca görüyoruz ki bütün siyasi fikirler zamanla yerini başka birine bırakmış. Halbuki sanat sonsuz, çok daha insani, çıkarsız, saf, yalın…
“BİRKAÇ BELEDİYE İŞİ DAHA YAPARSAK BİRKAÇ AY DAHA YAŞAYABİLİRİZ SANKİ”
“Susuyoruz” eylemi bir yandan, Tiyatro Kooperatifi, Tiyatromuz Yaşasın İnisiyatifi gibi çatılar, özel tiyatroları sarıp sarmalamaya çalışıyor. Ancak devletten gelen bir destek yok…
Kadıköy Halk Tiyatrosu’nu Ali Yalçıner ile birlikte kurduk. Bizler kendi imkanlarımızla ayakta kalmaya çalışan bağımsız, özel tiyatroyuz. 20 yıldan fazladır özel tiyatro yapan bir çift olarak beş ay boyunca hiçbir gelirimiz olmadan yaşadık. İki belediye işi yapmak bize nefes aldırdı. Bir daha ne zaman gelirimiz olacağı meçhulken vergi, stopaj, personel sigortası ödemek çok zor geliyor. İlk defa iyi ki sahnemiz yok dediğim bir dönem. Birkaç belediye işi daha yaparsak birkaç ay daha yaşayabiliriz sanki. Özel tiyatrolara verilecek devlet destekleri henüz açıklanmadı. Biz destek alabilir miyiz, alırsak ne kadar alırız bilemiyoruz henüz. Birtakım eylemler, imza kampanyaları yapılmalı, biz de aynı sorunları yaşayan bir tiyatro olarak sonuna kadar tüm bunları destekliyoruz. Bu süreçte çok yalnız bırakıldık.
Ve son olarak “İstanbul Sözleşmesi yaşatır!” diye haykırıyoruz dört bir yandan… Kadın, anne, insan olarak umudunuz var mı bu topluma, insana dair?
İstanbul Sözleşmesi’ne karşı olanlar niçin karşı anlayamıyorum. Ya kadınların öldürülmesinden zevk alıyorlar ya da sözleşmeyi okumamışlar. 2011’de sözleşme imzalandı ve tam anlamıyla uygulandı. Yıllar içinde sözleşmedeki maddeler uygulanmadıkça kadına şiddet arttı. 10 yaşında bir oğlum var, şimdi İstanbul Devlet Konservatuvarı Müzik Bölümü’nü kazandı, oğluma ekonomik açıdan yetebilecek miyim bilmiyorum. Umut hep var içimde ama zaman zaman kaygılarım da var. Ben kadın cinayetlerine karşı eylemlere giderken de oğlumu götürüyorum, oynadığım oyunlara da. Sanatla büyüyen çocukların empati yeteneği artar ve şiddetten uzak olurlar. Eğer devlet, eğer halk sanatın ekmek gibi su gibi vazgeçilmez bir ihtiyaç olduğunu anlarsa; insanlık olarak çok daha ileri seviyelere gelebiliriz, çok daha mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşayabiliriz. Yoksa hiçbirimiz ölümsüz değiliz. Önemli olan nasıl bir yaşam sürdüğümüz. İyiyi güzeli mi tercih ediyoruz? Her anımız çok değerli. Her birey çok değerli. Niçin bu öfke? Niçin bunca kötülük? Niçin bu kadar çatışma? Neden bu denli benciliz? Hani pandemide herkes evime çekildim, herkes ruhumu tedavi ettim diyor ya; neden çiçek çocuklar kadar özgür değiliz hâlâ?