
İSTANBUL’UN SADECE ARKA PLAN OLMADIĞI ROMAN “ŞÜPHELİ ŞEYLERİN KEŞFİ”
Sanat yazılarıyla tanıdığımız Bihter Sabanoğlu’nun ilk romanı “Şüpheli Şeylerin Keşfi” elime geçtiğinde önce isminden ardından arka kapak yazısından yola çıkarak bu romandan direkt bir sinema filmi çıkabileceğini düşünmüştüm. Sayfaları çevirdikçe Sabanoğlu’nun adeta bir İstanbul turuna, şehrin tarihi mekanlarına davet ettiğini fark edip polisiye okur gibi tarih ve psikolojiyle harmanlanmış kitabın peşine düştüm. Artık tek amacım şüpheli şeyleri keşfetmekti.
SÖYLEŞİ: NİLÜFER TÜRKOĞLU
nilufer@ajandakolik.com
Edisyon Kitap’tan çıkan ilk romanı “Şüpheli Şeylerin Keşfi” ile edebiyat dünyasına hoş gelmiş bir yazar Bihter Sabanoğlu. Belli ki tarihle ilişkisi çok canlı. İstanbul’u iyi gözlemlemiş, karış karış gezmiş, kokusunu epey içine çekmiş ki dokusunu kitabına ince ince işleyebilmiş. Kentin daha çok Bizans ile özdeşleşen yörelerine dokunan romanı, 2020 yılının Şubat ayında geçiyor. Kitabın birbirini hiç görmeden beraber büyümüş iki başat karakteri Ayla ve Edhem, hâlâ yazarın bir parçası. Bunu ben demiyorum, kendisi diyor ve ekliyor: “Onlar için yazılmamış senaryolar üretiyorum.” Sevgili Bihter Sabanoğlu ile bu yıla damgasını vuran kitabını beraber karıştırdık.
Seni kültür sanat yayınlarındaki yazılarından tanıyoruz. Ve kısa süre önce de ilk romanın Şüpheli Şeylerin Keşfi okuyucularla buluştu. Bu süreci bize biraz anlatır mısın, romanın gördüğü ilgiden memnun musun, nasıl tepkiler aldın?
Romanın gördüğü yoğun ilgi beni memnun etmekle beraber daha çok yayımlanan inceleme/eleştiri yazılarının bana umut verdiğini söyleyebilirim. Edebiyat/sanat eleştirisinin ülkemizde çok gelişmiş bir alan olduğunu iddia etmek zor, dolayısıyla romanım hakkında çıkan fikir yazıları benim için son derece değerli. Romanla ilişkim de açık konuşmak gerekirse biraz gelgitli. Bazen roman artık benden çıktığı ve okurlarla buluştuğu için karakterlere kendimi uzak hissediyorum. Bazense bir sayfayı okur okumaz kendimi tekrar o karakterin derisinin altında buluyorum, acılarını, kuşkularını, heyecanlarını aynı yoğunlukta yaşıyorum. İkinci romana başladığım için duygularım bazen o taraftaki aleme ve orada yeni yarattığım karakterlere kayıyor bazen de gün içinde umulmadık bir anda aklıma Ayla’nın, Edhem’in, Selim’in durumu düşüyor. Onlar için yazılmamış senaryolar üretiyorum. Karakterler hâlâ hayatımın bir parçası; insani ilişkilerde olduğu gibi kimi zaman yakınlaşıyoruz kimi zaman aramıza mesafe giriyor.

Roman, Terra Sancta Latin Katolik Şapeli’nden (solda) Bodrum Camii’ne (sağda), Ayvansaray’daki Vlaherna Ayazması’ndan (aşağıdaki görsel) eski bir Bizans kilisesi olan Fenari İsa Camii’ne, Kanlı Kilise’den Arkeoloji Müzesi’nin bahçesine ve daha pek çok tarihi mekana doğru uzanıyor.
Şüpheli Şeylerin Keşfi’nde İstanbul ve tarihinin yadsınamaz bir rolü var. Karakterlerle kentin ilişkisi, senin kentle ilişkin konusunda neler söyleyebilirsin?
Ben İstanbul’u bir “palimpsest” olarak algıladım hep; bilirsiniz bu üzerindeki yazılar yenilerine yer açmak üzere silinmiş parşömenlere verilen isimdir. Parşömendeki yazılar temizlenir, üzerine yeni cümleler işlenir fakat eski harflerin izleri tam anlamıyla silinemediğinden ortaya, kelimenin gerçek anlamıyla, katmanlı bir metin çıkar. İstanbul da buna benzer; kentte hiçbir uygarlığın, hiçbir imparatorluğun izleri tam anlamıyla silinemez, yaşamlar, kalıntılar, kültürler birbirine karışır. Bu baş döndürücü karmaşayı kendine göre yorumlayan, anlamlandırmaya çalışan karakterler yaratmak istedim. Ayla, örneğin, kentle organik bir bağ kuruyor ve o palimpsest’in katmanları arasında akışkan bir görüntü çiziyor. Edhem daha sert bir duruşa sahip, biraz eleştirel, biraz dogmatik, hafif de Oryantalist. Roman ilerledikçe karakterler de hem şehirle ilişkilerini hem de şehrin o muktedir varlığının gölgesinde kendi hayatlarını dönüştürüyorlar.
Romanda kentin somut mekânların da rolü var sanki. Ayvansaray’daki Vlaherna Ayazması, Edhem ve Ayla’nın ilk karşılaştığı yer olarak birleştirici bir görev görüyor ve romanı gerçek anlamda başlatıyor. Ya da Arkeoloji Müzesi’nin bahçesindeki kalıntılar sonlara doğru yine Edhem ve Ayla’nın birbirini kavrayışındaki bazı aksaklıkların anlaşılmasına aracı oluyor. Bunları romana yerleştirirken kentin tarihine, eserlerine dikkat çekmeyi mi amaçladın?
Kentin, karakterlerin hayatındaki rolünü katmanlandırmak istedim daha çok. Onun sadece bir arka plan görevi görmesini istemedim. Ayla insanların şehre karşı neredeyse kabuk bağlamış olmalarına, o nasırlı tavra üzülüyor. İnsanların vurdumduymazlığı onun kente daha da çok bağlanmasını sağlıyor. Haliyle kent de onun hayatının ayrılmaz bir parçası haline geliyor; belleği de İstanbul’un belleğiyle bir, hassasiyetleri, acıları da. O yüzden romanın başında kendini Anemas Zindanı’na bakarken Bizanslı bir mahkûmun orada hissetmiş olabileceklerini hayal ederken buluyor. Edhem ise şehirle bu bağı ancak zaman ilerledikçe oluşturabiliyor, hatta belki de ancak romanın son günü olan 28 Şubat’ta. Oralarda artık biraz da kentin şifa verici etkisi başlıyor, yasla baş etmenin bir yolu haline geliyor kentle kurulan bu ilişkiler.
Romanda pek çok tabloya gönderme yapıyorsun. Batı resim sanatından örnekler de var aralarında, Artemisia Gentileschi’nin, Rosetti’nin tabloları, bazı heykeller, hatta Eski Mısır’dan Fayum portreleri. Senin sanatla ilişkin nedir?
Paris’ten İstanbul’a döndükten sonra burada yazı yayımlamaya sanat eleştirileri ile başladım. Çeşitli mecralara bazen güncel sanat sergileri hakkında eleştiriler yazıyorum bazen de klasik sanat üzerine araştırmalar yapıp bunları makaleye dönüştürüyorum. AICA’da (Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği) yer alıyorum. Benim esas öğrenim gördüğüm branş İngiliz Edebiyatı fakat Paris’te bulunduğum sürece pek çok sanat tarihi eğitimi aldım; bunların arasında Eski Mısır sanatı da vardı Bizans da. Sümeroloji ve Hiyeroglif çözümlemesine kadar uzandım. Romanda karakterlerin İstanbul gibi karmaşık bir kenti ve onun içinde kendi hayatlarını çözümlemesi sürecinde farklı kültürlere başvurmak doğaldı benim için; o yüzden Ayla, Edhem’de sezdiği o intihara meyli, ölümü düşündüren bakışları bir Mısır mezar sanatı olan Fayum portreleri ile ilişkilendiriyordu. Ya da Edhem’in Ayla’nın doğasını tam anlamıyla kavrayabilmesi için onu Arkeoloji Müzesi’ndeki bir heykelle özdeşleştirmesi gerekiyordu.
Ayla romana “Hep bir erkek olmayı istedim” diyerek başlıyor. Bu otobiyografik bir açıklama mı?
Çoğu yazar gibi ben de yazmaya başladığımda artık o klişeleşmiş “ilk roman her zaman otobiyografiktir” saptamasından elimden geldiğince uzaklaşmaya çalıştım. Fakat yazım sürecinde bu fikrin neden yerleştiğini de birinci elden anlamış oldum. Türü ne olursa olsun insanı bir roman yazmaya itecek kadar kuvvetli duygular yıllar boyu vücutta -zihinde, kalpte, derinin altında, her neredeyse- biriktiğinde, bunların bir anda kalemden taşmaması pek mümkün olmuyor. Ayla’nın bu cümleyi sarf etmesinin kimi psikolojik, sosyolojik sebepleri var. Kısa bir cevap vermem gerekirse evet, otobiyografik diyebilirim.
Kitabın kapağına değinmeden geçmeyelim. Sanatçı Çınar Eslek bu resmi kitap için özel olarak mı yaptı?
Evet. Çınar ile tanışmamız benim onun işleri hakkında bir eleştiri yazısı yazmamla gerçekleşti. Sonrasında yakın arkadaş olduk. Romanı yazma sürecimde yanımdaydı; karakterlerin, olay örgüsünün oluşumundaki bazı kilit noktalardan da haberdardı. Kapağın onun elinden çıkmasını istiyordum çünkü sanatına çok güveniyordum.
Kitabı bitirdiğimde kendisine verdim, okudu, hikâyenin ona hissettirdiklerini çizdi. Şahane eskizler çıkardı. Seçim zor oldu ama halihazırdaki kapak resminde karar kıldık.
Yeni projelerinden biraz bahsetmek ister misin? Yeni bir romana başladığını söyledin, sanat yazılarına da devam ediyor musun?
Yeni romanıma başladım ama detaylı bilgi vermem istemem henüz; süreç içinde bambaşka bir şeye dönüşebilir. Şimdilik yalnızca bir ego-doküman formatında olduğunu söyleyebilirim fakat kim bilir, belki onu bile değiştiririm. Hem sanat yazılarıma hem araştırmalara devam ediyorum elbette, son olarak Sanat Dünyamız dergisi için Bienal’in küratörleriyle bir röportaj yaptım. Manifold’a Kerime Nadir’in Cilo Dağı’nda yaşayan hedonist, neo-liberal, özgürlükçü kadın vampiri Ruzihayâl’inin sosyolojik ve ekonomik bir incelemesini yazdım. Geçtiğimiz günlerde de K24’te “Modern Türk Edebiyatında Bizans İmgesi” başlıklı bir yazım yayımlandı.
Ajandakolik’in klasik bir sorusu var ajandan ya da not defterin var mı?
Not defteri tutuyorum yıllardır. Genellikle yürürken aklıma roman için fikirler gelir; gördüğüm sahneler, insanlar bazı çağrışımlar yapar, onları mutlaka not alırım. Eve döndüğümde bazen neden özellikle o sözcükleri yazdığımı anlamadığım zamanlar da olur tabii. (Gülüyor.)