YAZAR FERDA İZBUDAK AKINCI İLE “YAZMA DERSLERİ” ÜZERİNE…
Yazarların yazma deneyimlerini okumak edebiyatla ilgilenen pek çok okur için bulunmaz bir nimet. Hele bir de yazar olmak isteyen ve hayatını yazıya adamak isteyenler için eşsiz bir kaynak. Delidolu Yayınları’nın kurmaca dışı kitaplar koleksiyonunun halkalarından “Yazma Dersleri”, yazar Ferda İzbudak Akıncı’nın edebiyat yolculuğunu okurla buluşturuyor. Akıncı ile yazarlık deneyiminden yola çıkarak yazar olmanın ipuçlarını topladık.
Söyleşi: Nilüfer Türkoğlu
nilufer@ajandakolik.com
Yazma Dersleri’nde kendi yazarlık deneyimlerinizden yola çıkarak edebiyat yolculuğunuzu ve yazar olmayı anlatıyorsunuz. 30 yıla yayılan yazarlık kariyeriniz için de oldukça anlamlı bir kitap olsa gerek…
Yazma Dersleri’nin çıkış noktasını kendi yazma deneyimlerim oluşturdu, ama bunun bir nedeni vardı. Katıldığım söyleşilerde en çok sorulan, “Nasıl yazar oldunuz?” sorusuydu. Bu soru, hemen oracıkta verdiğim yanıtlarla yetinmedi. Zihnimde işleyişini sürdürdü ve bir keşif sürecine dönüştü. Bu keşif süreci yalnızca kendi yazma serüvenimle sınırlı kalmadı. Edebiyat tarihine adını yazdırmış yazarların yazma deneyimlerini de sıçradı. Adını duyduğum, duymadığım pek çok kitap edindim sahaflardan, kitapçılardan. Anılarda ve mektuplarda çok ilginç, heyecan verici hikayelerle karşılaşıyordum. Onlara dalıp kendi maceramı ve yazdığım kitabı unuttuğum zamanlar oldu. Sonunda hepsini harmanlayarak çeşitli başlıklar altında topladım. Bu başlıklar da yine bana okurlarım tarafından sorulan sorulardan kaynaklanıyordu. Böylece “Yazma Dersleri” ortaya çıktı.
Klişe bir soru vardır: Herkes yazar olabilir mi diye… Ben de kitabınızdan yola çıkarak bunu size sorayım, “Yazma Dersleri” alarak ya da “Yazma Dersleri”ni okuyarak herkes yazar olabilir mi sahi?
Yapabileceği en iyi işin “yazarak anlatmak” oluğunu düşünen herkes yazar olabilir, gereğini yapmak koşuluyla. İyi kitaplar okumak, sürekli yazma denemeleri yapmak, diğer sanat dallarıyla da ilgilenmek, meraklı, araştırmacı olmak ve bu özellikleri içselleştirerek yaşam biçimine dönüştürmek “gerekenler”den bazıları. “Yazma Dersleri” böyle bir yolculukta olsa olsa kılavuzluk edebilir.
Kitabınızın bölümlerinden biri “Yazar Kimdir?” Bunu özetleyecek olsanız yazarın kimliğini nasıl tanımlarsınız?
Bu sorunun yanıtını araştırırken rastladığım en ilginç yorum İvan Sergeyeviç Turgenyev’inki oldu. “Çevirmen ve şair olan bir dostuna yazdığı mektupta”, diyordu Turgenyev, Bu görüşe katılıyorum. Ancak insanın ayakkabıcı, fırıncı ya da başka bir meslek sahibiyken de yazar olmaya niyetlenebileceğini düşünüyorum. Elbette bu niyeti gerçekleştirmek için çalışmanın, emek vermenin önemini vurgulayarak. Belki de Turgenyev’in işaret ettiği “iyi yazar” olmanın yoludur bu.
Yazar olarak ödüllerin sizi beslediğini düşünüyor musunuz? Sizce bunca edebiyat ödülünün yazara katkısı nedir, ne olmalıdır?
Ödüller, yazma serüveninin başındakiler için, yapıtlarının basılmasını sağlama ya da kolaylaştırma bakımından çok önemli işleve sahip. Ayrıca edebiyat dünyasında isminin duyulması ve tanınmasına katkısı da tartışılmaz. Ancak ödüllerin “yazmaya özendirme'” işlevi olduğu düşüncesinde değilim. Yazma eylemi ve tutkusu, böyle bir desteğe ihtiyaç duymamalı. Kendisini edebiyat dünyasında kanıtlamış yazarlar ise ödülleri daha farklı anlamlandırabiliyor. Çoğu yazar ödülü coşkuyla karşılarken Jean Paul Sartre gibi geri de çevirebiliyor. (1964 Nobel Edebiyat Ödülü)
“GERÇEK BİR ROMAN, ÇOK BİLİNMEYENLİ BİR DENKLEM GİBİ KURULUR VE ÇÖZÜLÜR”
Biraz da yazmanın matematiğinden bahsedelim… Her yazarın yazma biçimi farklı elbette. Ama her edebi eserin bir omurgası veya çatısı var. Ve bu içerik ve biçimle tamamlanıyor. Neler diyeceksiniz?
Kurgu ve matematik… Gerçek bir roman, çok bilinmeyenli bir denklem gibi kurulur ve çözülür. Orada rastlantılar bile matematikseldir. Ama bu durum kurgunun en baştan belirlenmiş bir çerçeveye sıkıştırıldığı anlamına gelmez. Çünkü romanın satranç taşlarını oluşturan bu denklem, uzay ve zaman içinde kendi esnekliğini ve kendi roman gerçekliğini de yaratabilir. Sınırları aşabilir ve yeni bilinmeyenlere, yeni çözümlere kapı aralayabilir.
Nasıl bir çalışma sisteminiz var? Her gün yazar mısınız, böyle bir iç disiplinine sahip misiniz?
Evden zorunlu uzaklaşmalarım dışında her gün yazarım. Genellikle sabahları üç dört saat çalışırım. Ama bu süre değişkendir. Çalıştığım metnin aşamasına göre bütün güne, geceye de yayılabilir. Belli bir çalışma disiplinim var, daha da fazlası olsun isterdim.
İlham perilerine inanıyor musunuz? Yazın hayatınıza ilham verenler neler?
İlham perilerine değil ama duyarlılığa, esinlenmeye, çalışmaya ve hayatın kendi mucizelerine inanıyorum. Her sanatçı çevresinde, giderek dünyada olup bitenlerle ilgilenir, ilgilenmelidir. Çağın tanığı olarak yaşamayı seçtiğinizde, büyük ölçekli toplumsal değişimlerin, savaşların, açlığın, göçlerin, bütün çirkinliklerin ve güzelliklerin sizde izler bıraktığını, yaraladığını ya da yaralarınızı iyileştirdiğini fark edersiniz. Bütün bunlar yazarı yazmaya, anlatmaya iten olgulardır.
“YAZARIN DUYARGALARI DÜNYAYA SÜREKLİ AÇIK OLMALI”
“Writers Block”, Türkçe mealiyle “yazar tıkanması”, yazarlar için adeta bir “bunalım”, “depresyon” gibi algılanıyor. Yazar tıkanmasının üstesinden gelebilmek için sizin başvurduğunuz temel noktalar neler? Çözüm önerileriniz var mı?
Hayatın kendisinden beslenmek gerek. Yaşam sürekli yenilenerek akar. Yaşamın içinde kalmayı beceren yazar da bu yenilenmeden payını alır. Yazmak istemek ve koca evrende yazacak bir şey bulamamak bence trajik bir durum. Yazdıklarımıza çağın, toplumun, tanıma fırsatı bulduğumuz her insanın, bitkinin, hayvanın, mekanların, ülkelerin, yolculukların bir şey katmasına izin vermeliyiz. Kısacası yaşadığımızın farkına varmalı ve bunu kalemimize yansıtmalıyız. Bir yazarın tüm duyargaları dünyaya sürekli açık olmalı diye düşünüyorum.
Yazdıklarınızı ilk kime okur ya da okutursunuz? Bu konuda da “Yazma Dersleri”nde sizden bir çift söz duymak isteriz.
Bir dosyaya son noktayı koymuşsam, onu doğrudan yayınevine veririm. İlk okuyucuları editörler olur. Ama çocuklar için yazdığım ilk hikayelerin bazılarını çocuklarım okumuştu. Yargılarını çok önemsemiştim çünkü çok kitap okuyan çocuklardı ve ben o zamana dek hep yetişkinler için yazmıştım.
Çağdaş edebiyat mı klasikler mi diye sorsam…
Gerçeğin roman halini seviyorum. Yaşanmış büyük buhranları, savaşları, devrimleri, isyanları anlatan romanları, hikayeleri okurken kendimi kaybediyorum. Dünya klasikleri gerçekten ufuk açıcı oldu benim için. Rus edebiyatından, Fransız edebiyatından bir okur olarak çok etkilendim. Hepsini sayamam elbette burada. Dostoyevski, Gogol, Gorki, Tolstoy, Flaubert, Balzac, Zola kitaplarını en çok okuduğum yazarlar oldu. İlya Ehrenburg büyük yazarlarımdan. Yapıtlarını çok severek okuduğum çağdaşım yazarlardan da söz etmeliyim. Öncelikle sevgili Füruzan var. Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, Orhan Kemal… Nikos Kazancakis’i, Isabel Allende’yi, olağanüstü diliyle Federico Garcia Lorca’yı başköşeme koyduğumu da söylemeliyim.
Kendinize en yakın hissettiğiniz ve önünüze bir yol seren yazarlar kimler?
Sayısını unuttuğum taşınmalarım nedeniyle ki kentsel dönüşüm yüzünden bir yenisine daha hazırlanmam gerekiyor şu aralar, zorunlu olarak kütüphanemdeki kitapları sahaflara ve çeşitli kuruluşlara dağıtır oldum. Artık yalnızca yeniden okumayı umduğum ya da başvurabileceğim kitapların bulunduğu bir kitaplık oluşturuyorum. Bence bu kitaplıkta zaten tümüyle başucu kitaplarım yer alıyor. Bir de okunacaklar kitaplığı var evde, raflarında her geçen gün daha fazla kitap biriken…
Mekansız, masasız çalışabilen yazarlardan mısınız yoksa mutlaka kendi çalışma odamda ve masamda olmalıyım mı dersiniz?
Yazacağımız metni kafamızda ne kadar tasarlarsak tasarlayalım ya da geliştirelim, sonunda onu bir bilgisayar, yazı makinesi ya da en azından kağıt kalemle yazıya dökmemiz gerekecektir. Bunun için de başına geçecek bir masa ve bu masayı içinde barındırıp koruyacak bir mekan olmalı. Ben yazılarımı evin her köşesine taşıyabildiğim bilgisayarla yazıyorum. Kağıtlardan, kalemlerden, not defterlerinden, kitaplardan, yazıcı ve bilgisayardan, üstünde bir avuç içi kadar boşluk kalmayan bir çalışma masam var. Evdeki en büyük ve en kalabalık eşya o masadır. “Yazma Dersleri”nde de söylediğim gibi…
“YAZDIKLARIMIZ DERGİLERDE YAYIMLANMIYORSA YİNE DE YILMAMAK GEREK”
Edebiyat dergilerine yazılarını gönderip de onay alamayan, yazısı yayımlanamayan yazar adayları pes etmeli mi sizce? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Dergiler edebiyatın mutfağı olmuş hep. Genç yazarların kalemlerini dergi sayfalarında sınamaları yazın yaşamlarında önemli bir aşama olacaktır. Üretkenliği arttırması da cabası. Ama yazdıklarımız oralarda yayımlanmıyorsa yılmamak gerek. Bir de artık internet dünyası diye ayrı bir dünya var. Kimi düşünürlere göre dünyamız artık “Küresel Köy”. Manuel Castells de bu küresel köyde yaşayanları “ağ toplumu” diye niteliyor. Ağ toplumunun yarattığı Enformasyon Çağı, bugünün gençlerinin içine doğduğu çağ olduğu için onlara nasıl iletişim kuracaklarını söylemeye kalkışmak gerçekçi olmayacaktır. Çünkü bilgisayarın en iyi kullanıcıları onlar. Ama yine de edebiyatla ilgilenen, hikâyeler, denemeler, romanlar yazmaya girişen gençler eğer ellerinde bir kitabı tutmanın sevgisini ve sıcaklığını hâlâ duyuyorlarsa bilmeleri gereken şeyler var. Yazdıkları internet aracılığıyla kolayca kitlelere ulaşabilir. Ancak kolay yayımlamaların bir “yazılar çöplüğü” oluşturabileceği de unutulmamalı.
Aynı şeyi pek tabii yayınevleri için de söyleyebiliriz. Pek çok ilk kitabın şansı olmayabiliyor. Bunun yaratıcılığı öldürdüğünü düşünüyor musunuz? Genç yazarların yapması gereken sizce ne olmalı?
Edebiyat aslında çok keyifli ama zorlu bir yolculuk. Yazdıklarınızı önce siz beğeneceksiniz. Bunun için defalarca yazacak, üstünü çizecek, belki yırtıp atacak ve yeniden, yeniden yazacaksınız. Sizden sonra, yayımlanabilmesi için başkalarının beğenisi gerekecek. Bir yayınevinin dosyanızı basmaya değer bulmasını bekleyeceksiniz. Bütün bunlar belki de ancak işin içine girildiğinde yaşanarak anlaşılabilecek zor süreçler. Ama ben yine de yaratıcılığın bir kitabın basılmasıyla ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Bir yayınevinin bir dosyayı basmamasının değişik nedenleri olabilir. Yazarın işi yazmak. Elbette her yazan kişi yazdıklarının kitap olarak basılmasını ister. Ama bu arzu, iyi bir yapıt ortaya çıkarmak için önkoşul olamaz. Öyle olsaydı Dava, Şato gibi büyük romanların yazarı bir Kafka olmazdı edebiyatta. Gençler iyi kitaplar okumalı ve bol bol yazmalı. Dünya ile ilgilenmeli. Yaşadığı toplumun sorunlarına duyarlı olmalı. Bu özellikler, konu seçiminde her zaman onun elinden tutacaktır. Ve iyi bir konu yetkin biçimde işlenirse basılma şansı yüksek olur. Çalışmayı sürdürmek ve vazgeçmemek bize bütün kapıları açacaktır.
Şu an üzerinde çalıştığınız yeni bir deneme veya roman var mı?
Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Felsefe bölümünden geçtiğimiz ay mezun oldum. Dört yıldır çok yoğun biçimde ders çalışmak zorunda kaldım ama gerçekten çok güzel kitapların içinden geçtim. Bu arada bitirdiğim ama son şeklini vermediğim bir roman üzerinde düzenlemeler yapma fırsatı buldum. Roman, yayınevinin programına göre sonbaharda yayımlanacak. Çok heyecan verici bir eşik. Ayrıca bir gençlik romanı var tezgahta. İlginç bir karakteri yazıyorum.
Pandeminin izlerini ileride yazdıklarınızda görecek miyiz? Bugünleri üretim ve yaşadıklarımız açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Salgının ve yasakların beni fazla ezmesine izin vermediğimi söyleyebilirim. Zamanımın çoğunu deniz kıyısındaki bahçeli, küçük evimde geçirdim. Yürüyüşler yaptım ve çalıştım. Büyük bir kargaşayı adeta uzaktan izledim. Çalışmak zorunda olan, her gün tıklım tıklım tramvaylarla, otobüslerle, trenlerle işe gidenlerin trajedisini de ne yazık ki yöneticiler uzaktan izledi. Bu süre içinde kendimi korumaya dikkat ettim ama, hastalık korkusuna da kapılmadım. Çevreye sürekli bu korku psikolojisini pompalayanlardan özellikle sosyal medyada uzak durdum. Korkuyu her türlü hastalıktan daha tehlikeli buluyorum. Diğer yandan insanlık bu salgınla büyük değişimler geçiriyor. Çalışma düzenleri, iş nitelik ve biçimleri değişiyor. Üretimin düşmesi büyük çaplı işsizliğe ve gıda fiyatlarının dünyanın her yerinde artmasına neden oluyor. Kaçınılmaz bir durum bu. Dijital yaşama geçiş süreci oldu adeta bu yeni düzen. Bütün bunların toplumsal etkilerini düşündüğümüzde edebiyata çok büyük yansımaları olacak elbette.