Advertisement Advertisement

ÜMİT MUTLU, BUGÜN DE HABER YOK!


Ülke gündemi bir an bile boş kalmazken bir gün hiç haber olmadığını düşünsenize… Muhabirler tek bir haber bulamamış, spiker bir tanecik haber sunamamış, anlatılacak hiçbir şey yok! “Hadi canım sen de!” dediğinizi duyar gibiyim sevgili okur! O zaman sizi Ümit Mutlu’nun gerçek bir olaydan yola çıkarak yazdığı “Bugün Haber Yok” kitabına buyur edeyim. Bir gün evet bir gün tam da böyle bir şey oluyor! 


SÖYLEŞİ: NİLÜFER TÜRKOĞLU

nilufer@ajandakolik.com 

Daha önce TUDEM Yayınları‘nın “Sen de Oku” klasikleri için Jules Verne’in iki romanına yeniden hayat veren Ümit Mutlu, henüz raflarda yerini alan kitabı “Bugün Haber Yok” ile çocukların gazetecilik mesleğiyle tanışmasını sağlıyor. Mutlu, bir yerlerde hâlâ gazetecilik yapmaya çalışan basın emekçilerine adadığı bu hikayesiyle bugün Ajandakolik’te konuğum oldu. Onunla kitabından yola çıktık, bir meslek olarak gazeteciliği konuştuk. Diyor ki: “Gazetecilik, ideal dünyasında, tat kaçıran bir meslek. Fakat Türkiye özelinde hepten zor, fazla açıklamaya gerek bile yok. Daha geçenlerde bir gazeteci daha yaptığı haber yüzünden hapis cezasına çarptırıldı.”

Öncelikle, bir meslektaşımla söyleşi yaptığım için mutlu olduğumu söyleyerek söze başlamak isterim. Hele bir de konu gazetecilik olunca… TUDEM Yayınları’ndan çıkan son kitabın “Bugün Haber Yok” ile gazeteciliği ele alıyorsun. Sen de hâlâ aktif olarak çalışıyor musun, yoksa artık çocuklar için mi yazıyorsun sadece? (Biraz kendinden bahseder misin?)

Ben de öncelikle Ajandakolik’te bana da yer ayırdığın için teşekkür edeyim. Şu an aktif olarak çalışıyorum hâlâ ama gazeteci değilim. Tudem Yayın Grubu’nda çocuk ve yetişkin kitapları editörlüğü yapıyorum. Ufak tefek çevirilerim de var. Bunun yanında elbette yazıp çizmeye devam ediyorum, daha doğrusu çabalıyorum, daha doğrusu sadece yazmaya çabalıyorum çünkü çizimle pek aram yok. Yani yuvarlanıp gidiyorum, yosun tutmamaya uğraşıyorum.

Haberciliğin temel ilkelerini irdeleyen bu romanın çocukları gazetecilik mesleğiyle tanıştıracağını söyleyebilir miyiz? Hikâyeyi yazma sürecini senden dinlemek isterim.

Söyleyebiliriz sanırım. Aslında yola o amaçla çıkmamıştım, bana esin kaynağı olan haberi görünce aklımda bir anda “Bunun kitabı yazılır valla” düşüncesi doğmuştu sadece. Ardından oturup yazdım, hikâye kendi kendini şekillendirdi. Odakta gazetecilik hep olacaktı tabii, ama kitaptaki örnek haberler, kupürler, temel ilkeler yani işte meslekle ilintili tüm o ayrıntılar sonradan ortaya çıktı. Baştaki amacım basit, tuhaf ve akılçelen bir hikâye anlatmaktı; bir şeyler öğreteyim diye değil, bir şeyler düşündüreyim istemiştim. Fakat amacımın yanında fazlası da olacaksa elbette hayır demem.

“GERÇEK HABERİ HAKİKİ BİR CEVHER GİBİ KAZIP ÇIKARMAK ZORUNDA KALIYORUZ”

Haberciliğin temel ilkelerini irdelemek demişken… Kitapta gazetede çalışmış pek çok kişinin çok iyi bildiği ve artık neredeyse terimleşmiş bazı sözcüklere rastlıyoruz: 5N1K’sız olmaz tabii ama bir de “haber değeri taşımak”, “sansasyonel haber” gibi gibi… birtakım ifadeler var. Açıkçası gözüm “seksi başlık bulmak” ifadesini de aradı. Ama sonra bunun bir çocuk kitabı olduğu gerçeğine döndüm! Gazete ve dergilerde çalışırken bu tür kelimeler üzerinden yaşadığın ilginç olaylar oldu mu?

Elbette, pek çok şey oldu, olmuştur, ama büyük kısmı burada anlatılabilecek olaylar değil sanırım. (Gülüyor.) Gazeteler, özellikle de yazı işleri ilginç bir ortam, tuhaf şeylere gebe. Daimi bir stres ve koşuşturma içeriyor. Bir yanıyla aşırı eğlenceli, mesleğe yıllarını vermiş nice tecrübeli gazeteciden dinlenen hikâyeler bazen akla hayale sığmıyor; bir yanıyla da fazlasıyla öğretici, çünkü gazetecilik yapmaya çalışıyorsanız çok fazla ve farklı şey bilmeniz ve bu bilgileri hiç sıkılıp gocunmadan sürekli tazelemeniz gerekiyor. “Seksi” başlıklar işin eğlenceli kısımlarından biri ve bu başlıkları aramaya başlayınca insan ister istemez klişelere düşüyor; misal 3. sayfada üst üste kaza haberleri varsa “Azrail Kol Geziyor”, hava muhalefeti yüzünden okullar tatil olduysa “Karın Tadını Yine Çocuklar Çıkarıyor”, ekonomi bakanı ağzında iki kelime gevelediyse “Emekliye Müjde” geliyor, akşam saatlerinde gerçekleşen bir deprem yüzünden “Vatandaşlar Geceyi Sokakta Geçiriyor” ya da dört beş haftalığına sakatlanan bir futbolcu yüzünden takımda “Sakatlık Şoku” yaşanıyor. (Zaten bu tarz başlıklar genellikle spor sayfalarında görülür; ne de olsa hem editörleri hem de okurları çok daha esnektir.) Dediğim gibi, işin bu kısmı beni eğlendirirdi vaktizamanında; klişeleri her zaman sevmişimdir de. Şimdilerde bu tür oyunlu başlıkları kitap isimleri için bulmaya çalışıyorum.

Ha bir de, kitapta “seksi başlık” yok ama “tık tuzağı” terimi geçiyor ve maalesef bugünlerde bu, hayli tatsız bir sorun. Gerçek haberin önümüze düşmesi pek mümkün değil artık; onları hakiki birer cevher gibi kazıp çıkarmak zorunda kalıyoruz.

Kitapta deneyimli bir gazeteci Metin ile onun yolundan gitmeye meraklı Hil
âl ve Ahmet’in paralel giden hikâyeleri var. Biraz konusundan bahseder misin?

Elbette. Dediğin gibi, hikâye de paralel şekilde başlıyor; ünlü sunucu Metin Çetin önüne konan boş kâğıdı görünce şaşırıyor, çünkü o gün gerçekten de hiç haber yok. Aynı anda Ahmet de akşam yemeği sırasında fark ediyor bunu, haberleri izleyemeyerek. Bu tuhaflık birkaç gün sürünce de içlerindeki merak duygusunu yeterince körükleyebilenler, yani Metin ile Hilâl ve Ahmet, kendi kendilerine haber bulmaya çalışıyorlar. Oysa önlerinde haberin ta kendisi var; çoğu zaman bakıp görmediğimiz insanlar, görüp ilgilenmediğimiz olaylar…

Farklı bir açıdan bakınca, her ne kadar hakiki bir olaya dayansa da kitabın aslında biraz fantastik olduğu söylenebilir. Yani sanmıyorum ki dünyada haber değeri taşımayan hiçbir şey gerçekleşmemiş olsun, tek bir dakikada bile. Ama “ya öyle olsaydı” sorusu sayısız sanat eserine kaynaklık eden bir soruydu şimdiye dek, ben de oradan ilerlemeye çalıştım. Evsiz Haldun abi ise kitaba yine sonradan, Metin’in yapacağı haberi düşünürken girdi. Şunu fark ettim bir de; yazdığım şeylerin büyük kısmında hep bir evsiz var, evsizlik olgusu beni hem üzüyor hem de çokça düşündürüyor. İnsan haklarının en temel maddesi olmasına rağmen belki de hâlâ en çok boş verileni, en önemsenmeyeni. Bu çağda bu olgunun hâlâ varlığını sürdürmesi insanlık adına bence utanç kaynağı. Hoş, utanacak yüzlerce başka konumuz da var.

Ülkede bir anda anlatılacak hiç haber olmaması Metin’i epey kaygılandırıyor ve haber arayışına giriyor. Senin başına böyle bir şey gelse sen de aynı yolu mu izlerdin? Neler hisseder, seni izleyenlere nasıl bir açıklama yapardın? 

Açıkçası o an Metin’in yerinde olmak istemezdim. (Gülüyor.) Belki gerçek olayda da yapıldığı gibi müzik yayınına geçilirdi hemen, hiç fena olmazdı. Ama sonrasında sanırım onun gibi davranmaya uğraşırdım. Merak ederdim çünkü. Merak bende hep birinci güdü olageldi. Bence insanlık olarak da en çok bu dürtü sayesinde evrim basamaklarında bunca yukarı çıkabildik, bir şeyleri “başarır” olduk. Merak sayesinde icatlar yaptık, dünyayı keşfettik, şimdi evreni araştırıyoruz… Düşününce, bunların hepsi aslında habercilikle bağlantılı: Bilmediğimiz şeye dair haber istiyor beynimiz. Yani bu gözle bakınca, Kapıcılar Kralı’nda camdan aşağı seslenip “Yazdım ben bunu gazeteye!” diyen amcayla Niels Bohr arasında çok da fark yok. (Tamam tamam, biraz abarttım.)

“HABERCİLER HABER YAPMAMAYA UĞRAŞSA BİLE ORTAYA BAMBAŞKA BİR HABER ÇIKAR”

Hahahaha! Güzel iki örnek bence! Bu arada Türkiye’de sadece tek bir gün bile haber olmasa, hiçbir şey gündeme gelmese hiç fena olmazdı. Ne dersin, biraz kafa dinlemez, tek bir güncük bile olsa daha rahat nefes almaz mıydık?

Dünyanın en güzel haberi olurdu bu! Gerçekten öyle yoğun bir gündem altındayız ki yedi yirmi dört, mecazi nefeslerimizi almakta zorlanıyoruz. Bilenler bilir, ben de yetişemedim ama eskiden “bayram gazetesi” çıkarılırmış bayram tatillerinde; günlük gazetelerdeki emekçiler de biraz olsun dinlenme fırsatı bulurmuş. Sonra serbest piyasa ve rekabet ortamı bu geleneği yok etmiş. Yani bugün, bırakın bizim habersiz bir gün yaşama ihtimalimizi, haberciler haber yapmamaya uğraşsa bile ortaya bambaşka bir haber çıkar. Elden geldiğince, kendi gündemimizi yaratacağız işte; türlü filtreler ve seçme ölçütleriyle.

Kitabını ülkenin bir yerlerinde hâlâ gazetecilik yapmaya uğraşan tüm basın emekçilerine adıyorsun. Yıllarca pek çok basın kurumunda çalışıp dört yıl önce bağımsız olarak bu işi yapmaya başlamış ve Ajandakolik’i kurmuş biri olarak kitabı okurken geçmişi düşündüm hep. Neden bu işi bu ülkede yapmak bu kadar meşakkatli, düşüncelerin neler?

Bu iş dünyanın her yerinde zor aslında, yalan değil. Kaç onyıl önce Bernstein ve Woodward da türlü badireler atlatmıştı, o kadar uzak olmayan bir geçmişte de Julian Assange çok daha beterini yaşamıştı, yaşıyor. Gazetecilik, ideal dünyasında, tat kaçıran bir meslek. Fakat Türkiye özelinde hepten zor, fazla açıklamaya gerek bile yok. Daha geçenlerde bir gazeteci daha yaptığı haber yüzünden hapis cezasına çarptırıldı. Bunun da ötesinde, hain suikastlara kurban giden nice güzel ruhu kaybetmedik mi geçmişte, defalarca?

Bir yanda limon satıp onurlu yaşayanlar, yani –neyse ki– günümüzde artık daha ziyade Youtube ve türevlerinde kendi kendilerine mesleklerini icra etmeye çalışanlar var; diğer yanda ise bünyesinde çalıştıkları kurumların ideolojisini kesinlikle kabul etmedikleri hâlde iş kaygısıyla bir yere kıpırdayamayan, isimleri pek çok kişi tarafından duyulmamış emekçiler. Bir diğer kesim daha var elbette ama onların ismini anmaya gerek yok, çünkü bir insan kendine “gazeteci” diyerek gazeteci olamıyor. İş zor, çok emek istiyor, idealistlik istiyor, oysa ideal dünya her geçen gün biraz daha uzaklaşıyor. Dezenformasyon yasası da yürürlüğe girdi, görüyoruz işte. Sanırım ortalama bir haber okuru olarak yapabileceğimiz en iyi şey, haber konusunda bilinçlenmek ve sorgulayıcı olmayı başarabilmek.

TUDEM’in “Tek Başıma Okuyorum!” serisinden çıktı “Bugün Haber Yok”. Bu seriden biraz bahseder misin? 

“Tek Başıma Okuyorum” serisi, okumayı söken, okuma edimini artık şifre çözmekten ziyade metinde anlam arayarak, yani sanatsal bir gözle gerçekleştirmeye başlayan ufaklıklar için. Serideki kitapların hikâyeleri de bu amaca yönelik; ilgi çekici, düşündürücü, eğlenceli, soyut düşünmeyi tetiklemeye yönelik. Ayrıca dil ve cümle yapıları, üst seviyedeki kitaplara göre daha kolay. Kısacası, “Tek Başıma Okuyorum” serisindeki kitaplar gerçekten de her yaştan okura hitap ediyor; çünkü bir yetişkin tarafından okunursa da kitabın edebî lezzeti yerli yerinde, genç bir okur tarafından okunursa da. Eserlerin katmanlı yapıları da buna imkân sağlıyor.

Daha önce de yine aynı yayınevinin “Sen de Oku” koleksiyonunda Jules Verne’in çok sevilen iki romanına kendi sözcüklerinle hayat verdin. Okumaya isteksiz ve okuma güçlüğü çeken çocuklar için özel olarak tasarlanan bu kitaplardan biz de Ajandakolik olarak sık sık bahsetmiştik. Jules Verne’in kitapları senin tercihin miydi? Bu koleksiyon için bir şeyler hazırlarken nelere dikkat ettin?

Evet, Jules Verne’i ben tercih ettim. Böylesi önemli bir seriye dâhil olma fırsatı yakalayınca aklıma gelen ilk ve tek kişiydi. Çocukluğum onunla geçti, hayallerim onun sayesinde genişledi. Ama tabii burada kalkıp da Jules Verne’i sahiplenecek hâlim yok; o deli adam yalnızca beni veya milyarlarca okuru değil, nice bilim insanını bile etkiledi. Yaşamış en tuhaf zihinlerden biriydi.

Sen de Oku – Klasikler” serisi ise başlı başına bir hadise. Piyasada kısaltılmış, özetlenmiş birçok klasik eser var elbette fakat “Sen de Oku”daki kitapların farkı şu: Kısaltılmıyorlar, “yeniden anlatılıyorlar.” Her kitabın anlatıcısı, kendi üslubu ve zaman zaman ufacık değişiklikleriyle özgün hikâyeyi tekrar anlatarak aslında “yeni” bir esere imza atıyor ve bunu da “Sen de Oku”nun gerektirdiği özelliklere uyarak yapıyor; kısa cümlelerle, kolay okunur bir biçimde. Zira serinin birincil amacı, senin de dediğin gibi, okumaya isteksiz ve okuma güçlüğü çeken çocukların da rahatça kitap okuyabilmesi. Bu çocuklar klasik eserleri de okuyabilirse, ne mutlu bize.

Hatice Karakaş’ın illüstrasyonlarını ve kitabın kapak tasarımını çok sevdim. Çizimler konusunda fikir verdiğin oldu mu? Yazı resim ilişkisini nasıl değerlendiriyorsun?

Hatice Karakaş çizimlerde gerçekten harika iş çıkardı; nasıl bilmiyorum ama aklımdaki Hilâl ve Ahmet’i bire bir resmetti. (Gerçekten, bu iki karakterin ismi aslen ablam ile abime ait ve tuhaf şekilde, ikisinin de tipleri benziyor!) Bazı sahnelerle ilgili ben de, editörlerim de fikir verdik ama konu çizim olunca çizerin yaratıcılığı her zaman apayrı oluyor.

Kapak illüstrasyonu ise sevgili Burak Tuna’ya ait. “Madem gazetecilik hakkında bir kitap bu, kapak da gazeteye benzeyebilir mi acaba” düşüncesiyle doğan, gerçekten çok tatlı bir iş oldu. Hem Hatice Karakaş’a hem de Burak Tuna’ya tekrar teşekkür ediyorum ben de burada.

Ajandakolik’in yazarlara sorduğu klasik bir sorusu var. Ajandanız ya da not defterin var mı? 

Ajanda kullanma huyum yok maalesef. Ama ajanda kullanamayan insanların rahatça anlayacağı gibi, her sene başında alınmış ve 5 sayfadan sonra bomboş kalmış bir sürü ajandam var. (Gülüyor.) Fakat bunun dışında, yirmi senedir kullandığım bir defterim var. Evet, yirmi senedir dolmadı, ben de şaşıyorum. Zaten içi çıfıt çarşısı gibi oldu; bir yerinde bir cümle, bir sayfasında bir rüya, anılar, saçma sapan çizimler, dörtlükler hatta beşlik ve altılıklar… Bilmiyorum, bir gün dolar belki. Ama düşünüyorum da… bu karmaşıklığın zihnime de yansıyor olması hiç hoş değil. Gerçekten, hiç değil.

Masanın üzerinde neler var? Hangi kitaplar mesela okunmayı bekliyor ya da üzerine çalıştığın yeni bir kitap taslağı var mı orada bir yerde?

Okunmayı da, yazılmayı da bekleyen çok şey var. Okunacaklar zaten asla bitmeyecek, iyi ki de öyle olacak. Ama yazılacaklar da farklı değil, çünkü her gün yeni bir şey görüyoruz ve yeni fikirlerle besleniyoruz. Bunun tek kötü yanı, bunca bombardıman altında, gerçekten iyi olan ve yazılmayı hak eden şeye odaklanmayı zorlaştırması. Aklımda şimdi, uzun süredir uğraştığım 12+ romanı tamamlamak var. İyi olup olmayacağını değilse de yazarken beni mutlu ettiğini biliyorum. Bir de artık yetişkin öykülerimi derleyip toparlamak istiyorum.

Son olarak, Türkiye’de gazeteciliğin durumu ortadayken çocuklara ve gençlere gazeteci olmayı önerir misin?

Hayır demem gerekiyor ama demeyeceğim. Öneririm. Çünkü içinde bulunduğumuz ortamda –hatta yalnızca Türkiye’de de değil, küresel bir durum bu– her şeyden fazla hakikat lazım bize. Adı üstünde, hakikat-sonrası çağda yaşıyoruz ve doğan her gün, bu oynak zemini daha da muğlaklaştırıyor. Medyaya dördüncü kuvvet denmesi boşuna değil, çok şeyi değiştirme imkânına sahip. Ve bizim, korkusuz hukukçulara olduğu kadar korkusuz gazetecilere de ihtiyacımız var. Dilerim yakın zamanda ikisine de kavuşuruz.

Comments
  • Aziz sarıcan

    ümit arkadaşım yolun her daim açık olsun inşallah,başarının devamını dilerim

    Ekim 26, 2022
YORUM YAP

You don't have permission to register
Follow us on Social Media