Advertisement Advertisement

SİMA ÖZKAN: “DOĞA BİZİM ONU GÖRMEK İSTEDİĞİMİZ RENKTE, HİSTE, DOKUDA”


Daha önce bu kadar çok çocuk kitabı çevirmiş bir yazarla tanışmamıştım. Sima Özkan ismi size de hiç yabancı gelmeyecek. Bugüne denk onlarca kitabı Türkçeye kazandıran ve çocuk edebiyatına ismini adeta altın harflerle yazdıran Özkan’ın kendi yazdığı halihazırda 14 kitabı var. Son olarak çocukları doğanın içine çekecek, doğada keşfe çıkaracak yepyeni kitabı ile karşımızda. Meraklı Tilki Kitaplığı tarafından yayımlanan “Bu Renge Orman Denir”in sayfalarını yazarla birlikte karıştırdık. Bakalım siz de bu yolculuğu benim kadar sevecek misiniz? 


SÖYLEŞİ: NİLÜFER TÜRKOĞLU
nilufer@ajandakolik.com

Önce bakıyorum da ne kadar çok kitap çevirmişsin, müthiş! Çoğunu okuduğumu fark edip mutlu oldum! Hem çocuklar için kitaplar yazıp hem de dünya edebiyatından pek çok çocuk kitabını Türkçeye kazandırmak ne büyük bir gurur. Peki o zaman hikâyeyi başa saralım ve çocuklar için yazmaya, kitaplar çevirmeye nasıl başladın, ilk olarak senden bunları dinleyelim…
Çocukluk ve gençlik hayallerini gerçekleştirmek için çok çabalamış, çalışmış ve hayatını nasıl kazanacağına, ne istediğine genç yaşta karar vermiş biriyim diyebilirim. Asıl yürümeyi hiç ama hiç istemediğim yolları deneyerek kendim için en doğru patikadan adım adım ilerledim. Yolumu çizerken, yapmayı ve öğrenmeyi sevdiğim ne varsa sırt çantama koya koya. Yaza yaza, çevire çevire, yayına hazırladığım kitaplarla hâlâ öğrenmeye, biriktirmeye devam ediyorum.

Üniversitede yayınevlerinde staj yaparak, önce lektörlük, sonrasında çeviriler ve editörlükle çocuk edebiyatı alanında emek vermeye başladım. On bir yaşındayken yazdığım ilk şiirden beri yazar olmak istediğimi biliyordum. Üniversitedeyken yazdığım ilk şiirlerin, öykülerin, incelemelerin, ilk şiir çevirilerimin dergilerde yayımlanması bana cesaret verdi ama çocuklar için yazmayı hiç düşünmemiştim bile. Sonra bir gün denedim ve ilk kitabım 2014’te yayımlandı: Gece ile Gündüz: Zamansız Pişen Kurabiyeler. İlk kitabımın üzerinden, bu yılın Eylül ayında on sene geçmiş olacak.

Çevirdiğim her kitap da o yazarın dilinin, hayal gücünün ardında, onun ayak izlerini takip ettiğim muhteşem bir deneyim. Neil Gaiman, Emily Gravett, Julia Donaldson, Isol ve daha sayısız dünya çocuk edebiyatının gözbebeği yazarın ve çizerin dünyasının Türkçedeki karşılığını var etmek, onlarla tanışmak, mailleşmek bazen hayallerimin de ötesinde bir iş yaptığımı anlamamı sağlıyor.

Bugüne dek yayımlanmış on dört kitabım var. Üçü İtalya, Rusya, Kore, Brezilya, Çin, Yunanistan gibi dünyanın yedi ayrı köşesinde yayımlandı.


Evet, müthiş bir duygu olsa gerek. Ve şimdi “Bu Renge Orman Denir” en yeni kitabın sanırım. Geçtiğimiz ay raflarda yerini aldı ve Meraklı Tilki Kitaplığı aracılığıyla okurla buluştu. O zaman önce şunu sorayım: sence ormanın rengi ne renk?
Kitapta da hissettirmeye çalıştığım gibi, her gün başka, gün içinde sayısız defa bambaşka. Doğa, bizim onu görmek istediğimiz renkte, histe, dokuda. Senin doğan her neresiyse, oraya her gidişinde dikkatini çeken güzellikler başka.

Kitabı yazma sürecinden bahsedelim… Bir ormanı incelikleriyle ele almak ve çocukları, neredeyse biz yetişkinlerin bile bazılarının bilmediği bitkilerle tanıştırma fikri nasıl oluştu?
Bu Renge Orman Denir’i geçtiğimiz yıl bahar aylarında her gün yürüyüş yaptığım küçük bir meşe ormanında yazdım. Tam anlamıyla kitabımızın kahramanı Mavi gibi ben de her gittiğim gün, ormanın ne denli değiştiğini, dönüştüğünü gözlemledim. Üç gün gitmesem bazı çiçekleri yerinde bulamadığımı, yerine yenilerinin uyandığını gördüm. Kitapta yer alan yangın dolabına yuva yapan mavi baştankara sahnesi de yine benim kare kare fotoğraflayabildiğim bir gözlemim. Hayatımın o döneminde, orman, Bursa Balat Ormanı, hayatımdaki en güzel, özel şey; kaçıp saklandığım ve tüm dünyayı unuttuğum yerdi. Sabah uyanır uyanmaz, elimde fotoğraf makinem, ormanda beni nelerin beklediğini düşünüp heyecanla evden fırlıyordum. Ormana gidemediğim her gün aklım orada kalıyordu. Acaba neler kaçırıyorum? Acaba hangi çiçekler açtı, hangi meşelerin yaprakları büyüdü? Ormanı keşfettikçe, çiçeklerin adını, dilini öğrendikçe kendimi de ormanın bir parçası gibi hissetmeye başladım. Benim bir adım vardı. Onların da öyle. Her birinin.

Sorunuzun cevabına verebileceğim en güzel cevabı çok sevdiğim bir kitaptan alıntılayacağım: Sessiz Dünya, Dave Goulson

“İnsanların, hayvanların ve bitkilerin isimlerini bilmelerinin neden önemli olduğunu merak etmiş olabilirsiniz. Robert Macfarlane’in The Lost Words’te savunduğu gibi, bir isim, bir sözcükten daha fazlasıdır; bir anlamda, bağlandığı canlının ruhunu çağıran bir büyüdür. Bir orakkanat kelebeğini tanımıyorsanız, muhtemelen onu uçarken görseniz de fark etmezsiniz. Sizin için öyle bir canlı yoktur, çünkü adı yoktur ve dünyadan silinse bile bundan haberiniz olmaz ya da umursamazsınız.”

Kamp yapmayı seviyor, yaban hayatını fotoğraflıyorsun. Bir de Doğa ve Orman Pedagojisi eğitimi almışsın ki bunu ilk defa duyuyorum. Senden öğrenmek isterim…
Özü sözü bir derler ya, benim de işim gücüm ve tutkularım bir.  Son iki yılda yazdığım tüm kitaplar, doğada yaşadığım anlardan, gördüklerimden, deneyimlediklerimden bana armağan. Her biri gerçek bir hikâye. Çektiğim bir fotoğraf, kampta gün doğarken uyandığım bir sabah, ilk defa tanıştığım bir çiçek, böcek…

Yıllardır kompostan sıfır atığa, bahçecilikten iklim krizine kadar çeşitli doğa ve çevre konularında çocuklarla çalışıyor, belediyelerin ve çeşitli kurumların şemsiyesi altında atölyeler, eğitimler veriyorum. Doğa ve Orman Pedagojisi alanına da benim eğitim yaklaşımıma çok uygun olduğundan bu alanda çeşitli eğitim programlarına katıldım ve bir orman lideri oldum. Ben kendimi orman oyundaşı olarak adlandırıyorum çünkü çocuklarla doğada asıl yaptığım oyunlar oynamak, keşif oyunlarıyla doğayı anlamak, doğanın dilini konuşabilmek, doğayla aynı dili konuşabilmek. Bir ağaçla sohbet edip, ondan izin isteyip dallarına uzanabilmek. Bir ağaca ilk defa çıkan çocukların cıvıltısını, inmek istemeyip oradan ormanı seyreden hayran bakışlarını, bir kızılgerdanı ötüşünden bile tanır hale gelişlerini hiçbir şeye değişmem.

Bir de “Arkadaşım Dünya” var. Orman Okulu atölyeleri düzenliyorsun. Ben de ilk olarak bu türden bir Orman Okulu’nu yaşadığım Ayvalık’ta öğrenmiştim. Çocuklarla doğada zaman geçirmek müthiş bir deneyim olsa gerek.
Arkadaşım Dünya ile Bursa ve İzmir’de düzenli orman günleri gerçekleştiriyoruz. Öte yandan, okul öncesi orman okullarının orman günlerinde çocuklara eşlik ediyoruz. Doğa yürüyüşleri, oyunlar dışında, vahşi yaşam becerileri adını verdiğimiz ve çocukta rezilyansı geliştirmeye yönelik başka etkinliklerle dört yaşından lise çağlarına kadar çocukların doğada barınak kurabilmelerini, testere gibi aletler kullanabilmelerini, halata düğüm atmayı, ip yardımıyla bir yamaca tırmanmayı, ip üzerinde yürümeyi, ormandaki yenilebilen yemişleri, otları tanımalarını sağlamak gibi edinimlerimiz de söz konusu. Örneğin, okuduğum bir hikâye üzerinden kurguladığımız günün akışıyla çocuklar ormanda geçirdikleri dört saatin ardından kesinlikle eve gitmek istemiyorlar.


“Bu Renge Orman Denir”in baş kahramanı Mavi’nin peşi sıra doğada, ormanda bizler de yol alıyoruz sanki. Onunla birlikte keşfediyor, öğreniyoruz. Mesela en sevdiği kuş olan baştankarayı bir kere görebilmiş Mavi. Oysa bu kuş türünü hiç tanımayan, adını duymamış nice çocuk var. Ya da Pisiktetiği diye bir türü olduğunu örneğin… Bu kitap sayesinde doğanın türlü “renkleri” ile tanışma şansı elde ediyorlar. Galiba kitapların gücüne bir kez daha inanıyoruz, ne dersin?
Türkçede doğada, ormanda, yabanda geçen sayısız büyüleyici çocuk kitabı var. Fakat çoğu çeviri. Kendi çevirdiğim kitaplarda da gördüğüm bir sorun var ki okuduğumuz türler, bitkiler ve hayvanlar, yerel değil. Çocuklar tukanı, sinekkuşunu, hatta sayısız dinozor türünü biliyor ama penceresine konan kuşun serçe mi ispinoz mu, yoksa saka mı olduğunu bilmiyorlar. Karatavukların ötüşüne hayranlar ama kendisinin neye benzediğini bilmiyorlar. Bu kitabı yazma sebeplerimden biri de bu, kapımızın önündeki, şehirlerimizin göbeğinde doğayı bilmek, anlamak. Bu dünyayı paylaştığımız her bitki, her canlı bizim arkadaşımız. Arkadaşlarımızı sevmek, kollamak, önemsemek için, arkadaşlık etmek için önce onun adını, huyunu, suyunu bilmeliyiz, değil mi?

Kesinlikle çok haklısın. Esra Şanal’ın insanı kucaklayan sıcacık resimlerinin de kitabında payı büyük. Kendisine Ajandakolik aracılığıyla neler söylemek istersin?
Esra Hanım, beni çok iyi tanıyan, doğaya ve dünyaya bakış açımı, kalbimden geçenleri çok iyi bilen, kendimi her zaman aileden biri gibi hissetmemi sağlayan bir sanatçı. Çizimlerindeki o nostaljik tınıya hayranım. Kitabın resimlenme sürecinde benim çektiğim fotoğraflardan da bol bol faydalandık ve hep dirsek dirseğe çalıştık. Sayfaları ilk gördüğümde gerçekten de hayal ettiğimin dünyanın resmine baktım. Ben Mavi’ydim, orası benim ormanım, benim ormanımın renkleriydi. Mavi’nin giysileri, saçındaki tokalar, hatta saçı. Aynada görmek istediğim küçük Sima’nın ta kendisiydi.

Günümüz insanının ve özellikle çocukların doğa ile olan bağını nasıl değerlendiriyorsun?
Pandemi için iyi ki dediğim birkaç şey var. Biri online olarak bir araya gelirken mesafelerin önemini yitirmesi. İkincisi ise doğaya kaçma kavramını herkesin rutinine sokması. Ülkemizin içinde olduğu ve artık onunla yaşamayı öğrendiği ekonomik kriz de tuzu biberi oldu. Doğada zaman geçirmek bedavadır. Pek çok insan artık doğada daha çok zaman geçiriyor. Doğa ile bağımızı onarmanın tek yolu bu. Doğada olmak. Kışın da, soğuk havalarda da… Biz kışın en soğuk günlerinde bile çocuklarla ormandaydık. O ayların renklerini neden kaçıralım?

Peki şehirde yaşayan çocukları doğaya yakınlaştırmak için ebeveynlere önerilerin neler?
Tek cümle ile doğada olmak. Doğa illaki orman, deniz, dağlar değil. Bir parkta toprağa yakın olmakta doğada olmak. Ama neden doğaya da gitmeyelim ki? En son çocuğunuzla ne zaman ormanda piknik yaptınız? Tatilde yüzdüğünüz sahilin gidebildiğiniz en sonuna kadar beraber yürüdünüz? Pencerenizden gördüğünüz ağaçları, bulutları, kuşları beraber inceleyip araştırdınız? Doğa kitaplardan öğrenilmez. Doğada yaşananlar, deneyimler, keşfedilenler, kitaplardan araştırılır ancak. Ben doğada olmayı hep sevdim, hep seveceğim çünkü benim ailem beni doğaya götürdü çünkü onlar da doğayı seviyor.

Mavi, ormanın bir parçası. Hepimiz öyleyiz. Ama çoğumuz doğadan uzak yaşıyoruz. Hepimiz rengarengiz ama bir yandan da hepimizin birer rengi var. Ben kendimi hep turuncu olarak gördüm. Kızım Helen’i de isminin anlamından ve sıcaklığından  “Güneş” sarısı ile özdeşleştiriyorum. Peki ya senin rengin ne renk?
Benim rengim de sarıdır. Güneşi, yazı çok sevdiğimden belki. Sarı giyindiğimde, sarı beremi taktığımda ruh halim tamamen değişir.

Daha çok hangi tür çocuk kitapları çevirmeyi seviyorsun? Şu sıralar masanda bekleyen yeni işler, kitaplar var mı? Biraz ipucu alalım mı senden?
En çok resimli kitapları çevirmekten keyif alıyorum. Bir de doğa ve çevre temalı kurgu ve kurgu dışı kitaplardan. Son zamanlarda bebekler için pek çok kitap çevirdim ve o da farklı bir oyun. Bugünlerde masamda bir yetişkin kitabı var: Ağaçları Okuma Sanatı başlığıyla, doğadaki ipuçlarını okumaya dair bir rehber. Öte yandan sırada Sherlock Bones diye bir seri var. Polisiyenin kedi-köpek hali. Son zamanlarda daha çok kendi yazdığım kitaplar üzerinde çalışıyorum.

Ajandakolik’te konuğum olduğun için çok teşekkür ederim. Umarım ”Bu Renge Orman Denir” sayesinde çocuklar doğayı daha da yakından tanımak isteyecek ve öğrenecek. Okurun bol olsun…
Ben de bu güzel sorular, emeğiniz ve sohbetiniz için teşekkür ederim.

YORUM YAP

You don't have permission to register
Follow us on Social Media