PELİN GÜNEŞ: “ÇOCUKLARI KENDİMİZDEN BİR PARÇA OLARAK GÖRMEYE O KADAR ALIŞIYORUZ Kİ…”
Eğer bu kitabı çocukken okusaydım Tuana’yı Nilüfer sanırdım! Çocuk ve gençlik edebiyatının eğlenceli ve üretken kalemlerinden Pelin Güneş’in Tudem Yayınları’ndan çıkan son kitabı “Sıkıldım İki Hafta Yokum”, akranları ile iletişim kurmakta zorlanan ve kitaplarıyla kendi dünyasına çekilen bir ergenin yolculuk hikayesi! Tuana da işte o ergenin ta kendisi! Kitabın yazarı Pelin Güneş’i Ajandakolik’e konuk ettim. Pek çoğumuz için tuhaf ve zorlu geçen ergenlik yıllarından dem vurarak yeni kitabını konuştuk.
Söyleşi: Nilüfer Türkoğlu
nilufer@ajandakolik.com
İkiz çocuklarının ortaokul zamanlarında yaşadıklarından yola çıkan Pelin Güneş, aslında yalnızca bu dönemi atlatmaya çalışan gençler için değil aynayı kendilerine de tutması gereken ebeveynler için de bu kitabı yazmış. Hikaye eğlenceli olduğu kadar düşündürücü, hikayedeki yolculuk güzel olduğu kadar öğretici. Her şeyden yıldığımız bu usanç günlerinde hem çocuklar hem de aileler için “Sıkıldım İki Hafta Yokum”, kendini yeniden bulmak isteyenlere iyi gelecek türden. Mutlaka okuyun.
Tuana ile tanıştığıma o kadar memnun oldum ki! Sanki ortaokul yıllarındaki kendi iç dünyamla karşılaştım. “Sıkıldım İki Hafta Yokum”un bu çok gerçek baş karakterinde sizin hayatından izler var mı? Tuana nasıl biri, okuyucularımızla tanıştıralım mı?
Teşekkürler güzel sözleriniz için. Tuana’da kendimden, kızımdan, arkadaşlarımın çocuklarından, yaşadığımız dönemden çok izler var ama birebir gerçek hayattan aktarılmış bir olay yok. Tuana’nın yapısı, ailesi, okulla ilişkisi, eğitime ve sosyal hayata bakışı, Münü, Muzi, Buselik ve diğerleri gerçek hayattan esinlenilmiş yaratımlar. Tuana karakteri, içe dönük olmanın, kitaplara, fantastik dünyaya ve hayallere dalmanın o kadar da sakınılacak bir durum olmadığını ve hatta iyi kotarılırsa, büyüme yolculuğuna katkısının da olabileceğini anlatıyor ki ben de buna yürekten inanıyorum.
14 yaşında ergenliğin sınırlarında dolaşan bu genç kızın hikayesini ne zaman yazmaya başladınız? Yazma sürecini sizden dinleyelim.
Dört yıl önce ikiz çocuklarımın ortaokula başlama sürecinde tanık olduklarım, bu hikayeme kaynak oldu diyebilirim. O zamana dek farkında olmadığım ya da unuttuğum, pek de hoş olmayan bir dönem açıldı önüme. Özellikle kız çocuklar arasındaki grup çekişmeleri, akran zorbalığına varan sözel tacizler, incitmeler, kırıcı tavırlar beni şaşırtıp endişelendirdi. Velilerin ve rehberlik servisinin de müdahil olmasıyla bazen içinden çıkılmaz durumlar yaşanıyordu. Bu uzun ve yorucu dönemin tek olumlu yanı öğretici olmasıydı diyebilirim. Ayrıca işi anlatmak olan bir insan için kağıda kaleme sarılma zamanıydı.
Bu roman için bir kendini kaybetme ve sonra da bulma hikayesi diyebilir miyiz?
Evet olabilir. Ya da büyük resme uzaktan bakabilmek. Kitabın sonlarına doğru büyük bir ipucu var aslında; Ela’nın oynadığı bilgisayar oyunu ile başlayan çözülmeler. Hayatımızda farkındalık yaratan insanlar, her yaştan her meslekten ve yaşamdan olabiliyor. Bunun için de biraz uzaklaşmak bence iyi.
Kitapta ebeveynlerle ilgili eleştiri sayılabilecek birtakım gözlemler var. Örneğin Tuana’nın annesi, kızıyla ilgili şikayetlerde bulunurken “12 yaşımız yeni bitti. Ergenlik başlangıcında biraz melankolik olabiliyoruz” gibi ifadeler kullanıyor. Tuana da içten içe bununla alay ediyor hatta. Ben bu “birincil çoğul şahıs kullanımı”nı anneler sadece bebekleri için kullanır sanıyordum.
Doğru teşhis. Bence de kitabın can alıcı ve aynı zamanda can acıtan noktalarından biri bu. Çocuklarımızı kendimizden bir parça olarak görmeye o kadar alışıyoruz ki, ‘’Öğretmeni bugün ödevimizi yapamadık biz’’, ‘’Babası nasıl olmuş saçımız?’’ gibi cümleler çok olağan geliyor kulağa. Bu aslında annelerin sorunu. Büyüdüklerini kabullenemiyoruz belki de. Oysa birey olma çabası içinde olanlar, beş yaşlarında kullanılan cümleleri duymak istemiyorlar.
Ayrıca ebeveynin çocukları üzerinde başarı takıntısıyla karşılaşıyoruz. Sosyal olmak, birtakım sosyal faaliyetle bulunmak, derslerde iyi olmak vs… Özellikle ergenlik, insanın kendini sorguladığı ve çokça yalnız hissettiği bir dönem. Hele bir de ayak uyduramıyorsa dış dünyaya, “düş dünya”sı daha iyi gelebiliyor. Ne dersiniz?
‘’Düş dünyası’’ güzel tanımlama. Evet, insanın ara ara sığınabileceği düşsel bir dünyasının olması sadece çocuklukta değil, her yaşta güzel. Başarılı olmayı başkalarına ispat için değil, kendi tatmini için arayan ve isteyen çocukların daha zengin bir iç dünyaları, düş dünyaları olduğunu düşünüyorum. Ya da itiraf edeyim, düşlüyorum. (Gülüyor.) E bunun için de biraz yalnız kalmayı göze almak, düşünmek, sorgulamak gerekiyor.
Peki ya siz nasıl bir ergenlik geçirdiniz?
Herkes az ya da çok hırpalanıyor o dönem diye düşünüyorum. Ben Tuana kadar içe dönük olmasam da pek de sosyal sayılmazdım. Müsabaka içeren takım oyunlarından özellikle uzak durduğumu, kalabalık arasında kendimi pek de rahat hissetmediğimi, iki üç kişilik arkadaş grubum dışındakilerle iletişim kurmaya çalışmadığımı hatırlıyorum. Kitaplar tabii ki bu yapıda insanlar için her zaman iyidir ve pek çok kaçış yolu sunar. Bir de her fırsatta karaladığım resimler, desenler vardı. Ufak ufak yazmaya da başlamıştım. Yani, sonraki hayatımı şekillendiren temeller o dönemde atılmış fark etmeden.
Bu arada düş dünyası da demişken… Tuana, uyumlanamadığı akranlarının aksine çok da kitap okuyan bir kız. Diğerleri daha çok dış görünümleriyle ilgilenirken o, kitaplar arasında mekik dokuyor. Özellikle de Harry Potter ve Yüzüklerin Efendisi, onu bu dünyadan alıp başka yerlere götürüyor. Ve bu yüzden de annesi ve hatta öğretmeni tarafından eleştiriliyor. Fantastik edebiyata tukaka yapan bir “büyükler” grubu olması da dikkat çekici. Gençlerin bu türe eğilimini nasıl değerlendiriyorsunuz? Öğretmenin dediği gibi gerçekçi kitaplar, klasik kitaplar mı öncelikli olmalı?
Bu kitabı okuyanlar fantastik edebiyatı çok mu sevdiğimi soruyor. Aslında gerçekçi edebiyat her zaman daha fazla ilgimi çekmiştir. Özellikle de biyografi ve psikolojik romanları tercih ederim. Ama öğretmenlerin (ki hikayede anlattığım olay maalesef gerçek) çocukların kitap zevkine müdahale etmelerini, türler arasında kıyas yapmalarını doğru bulmuyorum. Zaman zaman ben de çocuklarıma ve sohbet ettiğim öğrencilere kendi sevdiğim yazarları tanıtıyorum ama sonuçta seçim onların.
Kitabın özet cümlesi “Bazen uzaklaşmak iyidir” olsa gerek… Tuana’nın komşuları Münü’den gelen havadisle Eskişehir’e onunla birlikte yola çıkması, hikayenin kırıldığı nokta ve benim en sevdiğim bölüm. Ankara – Eskişehir yolculuklarını da özlediğimi hissettim. Hele bu pandemi döneminde!
Ah…Ben de çok özledim. Treni, otobüsü, uzun seyahatleri, yolun akışını, kafamda oluşan yeni fikirleri ve tabii Eskişehir’i, Odunpazarı’nı ve masalsı havasını özledim. Harry Potter’ın tren yolculukları da serinin en eğlenceli yerlerindendi bence.
Ve yolculuğun sonundaki müthiş karakter Muzi. Herkesin onu tanımasını, oralara gidip de ben de Tuana gibi Muzi ile tanışmayı istedim. Hele o dükkanı “Buselik”. Hayatınızın bir yerinde öyle tuhaf ama güzel bir kadın oldu mu hiç ve öyle bir dükkan?
Muzi, hayatımdaki o karaktere yakın bir değil dört beş kadının toplamıdır. Katmanlı bir karakter çünkü. Her ailenin bir Muzi’si vardır. Ben de eskilerine kıyamayan, atıp satamayan bir ailede büyüdüm. İçinde artık kumaşları biriktirdiği bir yamalık bohçası olan anneannem, görseydi minimalist mutfaklara epey kızıp söylenecek bir babaannem vardı mesela. Ayrıca ‘’buselik’’ gibi dükkanlara ve bitpazarlarına bayılmışımdır hep. Almak için değil, bakınmak, aralarında dolaşmak, dükkan sahipleri ile sohbet etmek için giderim. Giderdim…
Bu kitap aynı zamanda eskimiş gibi görünen ama aslında değeri kaybolmayan pek çok şeyi de genç okurla buluşturuyor. Örneğin Buselik’teki pek çok eşya, çalan plaklar, adeta bir nostaljik bir sahnesi gibi… Böyle bir amacınız da var mıydı?
Kesinlikle. Yaşanmışlıkların sindiği objeler, aynı zamanda hikayeler anlatırlar. Resimsiz duvarları, biraz dağılmamış kitaplıkları, yemek kokusu sinmemiş mutfakları sevmiyorum. Vitrini caddeye cepheli dükkanlardan çok, sokak aralarındaki küçük esnafı, pasaj ve han içlerindeki dükkanları arar bulurum. Onların havası her zaman başkadır.
Geçtiğimiz yıl bugünlerde kaybettiğimiz Oruç Aruoba’nın “Her yol, kişiye varıyor sonunda, kişinin kendisine…” dizelerine rastlıyoruz bir sayfada. Pelin Güneş’in dünyasında bu ifadeler nerede duruyor?
Sırtında çantası ile çıktığı her yoldan kafasında yeni planlar ve fikirlerle dönüp, ucu yırtık terliklerini ayağına geçirdiğinde ohh diyen Pelin… Bu durumdan şikayetçi değil.
Kimi zaman hepimiz hayatın içinde zorluklarla, engebelerle karşılaşıyoruz ve kaçmak istiyoruz. Hele bu zamanda bunu daha da fazla yaşadık. Sizin kaçış noktalarınız neler? Nelere sığınmayı tercih edersiniz?
Belki komşunun balkonunda içilen bir kahve, gitarda yeni şarkının akorları ile uğraşma, çocuklara ‘’Hadi yemek saati’’ demek, telefon sohbetleri, dönem dönem yoğunlaşan, dönem dönem uzaklaştığım okuma yazma saatleri… Başka bir yerlere kaçabilen oldu mu sahi?
Bence kaçabilen kaçıyor. Pekiii, Ajandakolik’in klasik bir sorusu var. Ajandanız ya da not defteriniz var mı?
Çok. İçinde yemek tarifinden, çocukların öğretmenlerinin telefonlarına, yeni hikaye taslağından, akşamki belgeselde duyduğum özlü söze, pazar listesine, ödemelere, küçük desenlere varana dek beni sevindiren bir karmaşanın olduğu defterlerim çoktur.
“Sıkıldım, İki Hafta Yokum”, TUDEM Yayınları’ndan çıkan dördüncü romanınız. Ufukta görünen yeni bir şeyler var mı?
Evet birkaç dosya var üzerinde çalıştığım. Yeni kitap kısa hikayelerden bir derleme olacak sanırım.
Hep çocuklar ve gençler için yazmayı mı planlıyorsunuz?
Aslında bir yetişkin dosyam var basılmasını çok istediğim ama henüz geri dönüş olmadı. Planlı olmasa da çocuk ve gençlik olarak devam edecek gibi.
Ajandakolik’e eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Ajandamız dolu olsun diyeceğim. Aklımız, fikrimiz, görselimiz zengin olsun, çocuklar da bunları yol arkadaşı etmeyi öğrensin.