OGÜN SANLISOY : “YAŞAMAYA DEVAM ÇÜNKÜ YAŞAMAK LAZIM ÖLENE KADAR”
Bu ayın ilk günlerinde umutlu bir albümle geldi, Ogün Sanlısoy. “Yaşamaya Devam”, sabrın ve umudun tükendiği bugünlerde dinleyicinin ruhuna iyi gelecek şarkılarla dolu. Sanlısoy ile yasakların olduğu bir günde çektiği albümün ilk klibinden yola çıktık, pandeminin özellikle sanatçıları nasıl vurduğunu, Türkiye’de müzisyen olmayı ve her şeye rağmen yaşamaya devam etmek gerektiğini konuştuk.
SÖYLEŞİ: NİLÜFER TÜRKOĞLU
nilufer@ajandakolik.com
Özellikle bugünlerde çıkan her yeni albümü dinlemenin bir başka anlamı var. Pandeminin bünyelerde yarattığı çaresizliğe inat üretkenliğini koruyan ve bunu aşılayan sanatçıları takip etmek ilham verici. Ogün Sanlısoy da 11 şarkıdan oluşan yeni albümü “Yaşamaya Devam” ile umutsuzluğun başladığı noktada adeta bir çıkış yolu sunuyor. Ogün Sanlısoy, bugün Ajandakolik’te konuğum oldu.
Yeni albümünüz “Yaşamaya Devam”ın ilk klibine ismini veren parçadan yola çıkarak o zaman ilk şunu sorayım: Pandemi boyunca hep İstanbul’da mı kaldınız?
Evet İstanbul’daydım, evde, çalışmakla meşguldüm. Sadece yazın, yasakların kalktığı dönemde, gitaristimiz Fırat Öz’le bir dostumuzun Bodrum’daki açık mekanında bir, iki performans yaptık.
Bir yanda gökdelenler, bir yanda camiler, geniş meydanlar, caddeler, Beyoğlu, İstanbul Boğazı… “İstanbul’da Kaldım” klibi o kalabalık şehirden çok uzakta sessiz ve yalnız bir kent silueti sunuyor. Yasakların olduğu bir günde klip çekme deneyiminden biraz bahseder misiniz?
Şarkıda geçen sözler yalnızlığı ve boşluğu çağrıştırsa da, İstanbul’u boş bulmak, her gün caddelerinde, parklarında, meydanlarında on binlerin dolaştığı bir yeri ıssız göstermek pek mümkün değildir. Fakat hafta sonları uygulanan sokağa çıkma yasaklarında gerekli izinler ve şartları hazırlarsak böyle görüntüler yakalayabileceğimizi düşündüm. Bunun için gerekli tüm çalışmaları yaptık. Hava şartlarını, izinleri beklemek biraz zaman aldıysa da sonunda çekimleri gerçekleştirebildik. İstanbul’un iki yakasında, farklı 20 noktada çekim yapmak ve şehri bu haliyle görmek, benim gibi İstanbullu biri için oldukça etkileyici oldu doğrusu.
Tıpkı New York gibi geceleri uyumayan bir şehir, İstanbul. Onu böylesine terk edilmiş görmek sizde neler uyandırdı? Yoksa işte “Kent benim” hissi miydi içinizdeki?
Boş haliyle görünce biraz hüzün vermedi değil, fakat bir yandan da gerek ulaşım rahatlığı, gerek insanlar yokken şehrin sessizliği, durağanlığı, hayvanların, doğanın güzelliğine şahit olmak da çok başka ve güzel bir deneyimdi.
Kadıköy’de “şemsiyeler göğünde” İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” sloganı klibin belkemiği olmuş sanki.
Evet, Kadıköy’de bir sokakta asılı olan bir pankart o. İstanbul Sözleşmesi diye bilinen, kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadeleye ilişkin Avrupa konseyi sözleşmesi. 2011 yılında ilk Türkiye tarafından imzalandı. Sözleşmenin altında başbakan ve 20 den fazla bakanın imzası var. İmza attıkları sözleşmeyi uygulamak da yine onların görevi.
“GENİŞ BİR KESİMİN ÇIĞLIKLARI DUYULMUYOR”
Bu dönemde “Yaşamaya Devam” demek gerekiyor evet ama ne olacak bu müzisyenlerin, tiyatrocuların hali? Ne olacak esnafın, öğrencilerin hali? Biraz şarkılarla insanları yüreklendirmek için sanırım bu albüm, ne dersiniz?
Sağlık çalışanları ve hastaları ayrı tutarsak, bu süreçten en çok etkilenen kesim yine müzik sektörü ve sanat faaliyetleriyle uğraşanlar oldu. 2020 Mart’ında başlayan süreçte en önce konserler, festivaller yasaklandı, mekanlar kapandı. Daha sonra da her türlü toplanma, seyahat, turistik gezi, ibadethaneler, oteller, toplu taşıma derken en son sokağa çıkma yasakları şeklinde bir dizi önlem alında. Fakat sonra hemen hemen her türlü yasak kalktı, bir tek konserler ve gece faaliyet gösteren mekanlar ve kafeler yasak kapsamından çıkmadı. Hafta içi, yollar, toplu taşıma araçları, ibadethaneler, oteller, parti kongreleri, alışveriş merkezleri cenaze törenleri tıklım tıklım dolu, aynı şartlarda açık hava da bile olsa, sosyal mesafeli, hes kodu kontrollü etkinlik yapmak mümkün değil. Burada insan düşünmeye başlıyor, yine bir ayrımcılığa uğranıyor, bir yıldır işini yapamayan, geliri olmayan ama giderleri aynı şekilde devam eden geniş bir kesim var ve çığlıkları bir türlü duyulmuyor. Maalesef bu duruma dayanamayan, kaybettiğimiz insanlar oldu. Fakat her şeye rağmen devam etmeye çalışmak gerekiyor, sabrımızın sonuna kadar; elbet bu zor günleri atlatacağız. Yaşamaya devam etmek gerekiyor, dayanışmayla, enseyi karatmadan, biraz daha sabrederek güzel günlerin geleceğini düşünerek…
Albüm tam olarak ne zaman çıktı ve bizi nasıl şarkılar bekliyor? “İstanbul’da Kaldım” şarkısını Ogün Sanlısoy külliyatı için oldukça yumuşak bulmuş dinleyiciler var, ne dersiniz? Albümün genelinde de böyle bir hava mı var?
Albüm 5 Şubat tarihinde tüm dijital platformlarda yayınlandı. Bu albüm akustik bir albüm olarak planlandı. Beni takip eden dinleyiciler biliyorlardır 2012 yılında bu projenin ilk örneği “Akustik 2012” adlı albümdü. Bu albümde de tamamen akustik enstrümanlardan oluşan bir tını yakalamaktı amaç. Sosyal medya hesaplarımdan peyderpey kayıt aşamalarından görseller paylaşarak zaten tüyo vermiştik. Her şarkıya bizim asıl soundumuzu oluşturan davul, bas gitar ve akustik gitarlar dışında, şarkıların içeriğine uygun farklı enstrümanlar da kullanmayı düşündüm. Bir şarkıda piyano, bir şarkıda, ukulele, bir şarkıda buzuki, akordiyon, çello ve hatta armonika kullanmaya karar verdim. “Kaldım İstanbul’da” şarkısına da keman, bendir, darbuka, ud ve cümbüşün çok yakışıp İstanbul havasını daha iyi hissettireceğini düşündüğümden yer verdim. Yani bu şarkının tınısı albümün genel tınısı değil, her şarkının eklenen sazların ruhuyla başka bir tarzı oldu.
Mesela kült olmuş bir Erol Evgin şarkısı “Hep Böyle Kal”ı sizin yorumunuzla dinlemek heyecan verici. Bu şarkıyı albüme koymaya nasıl karar verdiniz? Daha pek çok böyle nostaljik şarkı var mı söylemek istediğiniz?
“Hep Böyle Kal” müziği Melih Kibar’a, sözleri Çiğdem Talu’ya ait eski bir şarkı.1980 yılında ilk Erol Evgin’in sesinden dinlemiştik. 80’li yıllarda Feneryolu’nda oturduğumuz apartmanın yanında Melih Kibar otururdu . Onunla çok uyumlu bir ekip olan Çiğdem Talu ve Erol Evgin’i de Melih Abi ile birlikte gördüğümü hatırlarım. Yıllar sonra ilk albümümün mastering işlemi için 1999 yılında Melih Abi’nin “Mel-Ki “ isimli stüdyosunda çalışmıştım.
“Hep Böyle Kal”, birkaç yıl evvel konser repertuarıma koymayı düşündüğüm, sevdiğim bir şarkıdır, hatta bir demo kaydı bile yapmıştım. Fakat bir türlü fırsat olmadı. Yıllar sonra çocukluğumun geçtiği mahalleye çok yakın bir yere taşındım ve o mahalleden geçerken bu şarkıyı akustik projemde kullanmaya karar verdim. Hemen Zeynep Talu’ya ulaştım, işin ilginç tarafı Çiğdem Talu’nun varisi Zeynep Hanım ile ilk albümüm zamanı tanışmış ve Tempo Müzik’te birlikte çalışmıştık. Durumu, isteğimi ve işin hikayesini ona anlattım. Eksik olmasınlar, varisler olarak bana şarkıyı kullanmam için her türlü destek ve yardımı yaptılar. Nostaljik ya da güncel, benim bir şarkıyı söylemem için demin anlattığım minvalde bir bağ olması veya bir hikayesi olması gerekiyor benim için.
Bir de nefis bir Ceylan Ertem düeti var. “Bekledim”in sözleri, müziğe kime ait? İkinci klip bu şarkıya mı gelse acaba?
Sözü ve müziği bana ait. Ben de çıkan sonuçtan çok memnunum. Ceylan zaten 2006 yılından beri tanıdığım, kıymetli bir arkadaşım, iyi ve kendine has tarzı olan, iyi bir yorumcu. Birlikte güzel bir düet yaptık, belki birlikte güzel bir klip de yaparız.
“BİZ SANATÇILARA ÖLDÜKTEN SONRA DEĞER VERİYORUZ”
Müzisyenlerin single çıkarmaya ağırlık verdiği bir dönemden geçerken albüm çıkarmak sanki gitgide azalıyor ama siz bu fikre çelme atmış oldunuz bu albümle. Ne zamandan beri albüm üzerine çalışıyorsunuz? Kimlerin emeği var; onlara selam gönderelim buradan…
Dijital platformlar dönemi, güncel şartlar ve hızlı tüketim, hem müzisyenleri hem yapımcıları albüm yerine tek şarkılar çıkarma dönemine itti. Ben de 2009’dan beri ara ara single çıkardım. Fakat albümlere olan sevgim ve albümü hazırlamanın keyfi çok daha iyi geliyor bana. Bir şarkı ile kendinizi ve o dönemki müzikal ifadenizi sunmak daha zor iken, albümde en az 10 şarkı hazırlayarak, bir kompozisyon kurma şansınız oluyor. Sounduyla, albüm kapağıyla, video görselleriyle kendinizi daha rahat ifade edebiliyorsunuz. Kafamdaki konsepti hayata geçirmek, çalıştığım müzisyenlere ve ekibe de çok bağlı. Ben bu konuda şanslıydım. Birlikte sahne aldığım davulda Alpay Şalt, bas gitarda Cem Gürel, gitarda Fırat Öz’den oluşan hepsi çok değerli ve rahat anlaşabildiğim, enstrümanında usta olmuş isimlerle kayıtlara girdim. Ayrıca; perküsyonda Cengiz Ercümer, ud ve cümbüşte Fatih Ahıskalı, kemanda Veysel Samanlıoğlu, ukulelede Metin Türkcan, çelloda Çağ Erçağ, piyanoda Dengin Ceyhan, akordiyon ve buzikide Ozan Tügen gibi çok değerli müzisyenler de albüme dahil oldular. Bir de Babajim İstanbul stüdyoları ekibi; kayıt ve miksleri Arın Baykurt, mastering Güven Ersoysal’ı da eklemek isterim.
Biliyorsunuz, “Türkiye’de Müzisyen Olmak” isimli bir belgesel serisi çekiliyor. Yakın zamanda üçüncü bölümü yayınlandı. Mutlaka izlemişsinizdir. Ben buna biraz da “Türkiye’de müzisyen olma!” diye bakıyorum açıkçası. Bu coğrafyada emeğin sömürüldüğüne, hak hukuk adalet kavramlarının giderek yok olduğuna tanık olurken siz “Türkiye’de müzisyen olmayı” nasıl tanımlarsınız?
Müzik, resim, heykel ya da kısaca sanatla uğraşmak aşk, tutku gerektiren işlerdir. Müzik yaparak para kazanmayı, hayatını burdan gelenle idame ettirmeyi, hatta zengin olmayı hedefleyenlere, hayal edenlere bu işi pek tavsiye etmem. Ülkemizde az da olsa iyi bir dinleyici kitlesi olmakla beraber, genellikle müziğe ve müzik yapanlara pek değer verilmez maalesef. Müziği sadece eğlence aracı olarak gören bir anlayış hakimdir hâlâ. Her kötü olaydan sonra ilk konser ve sanatsal etkinlikler iptal olur mesela, her şey ve her iş normal seyrinde devam ederken hem de. Biz, müzisyenlerimize, sanatçılarımıza en çok öldükten sonra değer veririz. İyi işler yaptığını, çok değerli olduğunu, hayattayken söyleyemediğimiz veya yarım ağızla söylediğimiz bir kişi öldüğünde herkes onun ne kadar kıymetli olduğundan ve büyük kayıp yaşandığından dem vurur hep. Atatürk’ün çok değerli bir sözü vardır “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” O anlayıştan bugünkü duruma nasıl gelindi bunu da düşünmek gerek.
“CANLI KONSERLER ARTIK BAŞLAMALI!”
Neyse ki çevrimiçi festivaller oluyor da biraz olsun seyirci de sizlerle buluşabiliyor. 13 Mart’ta Pentagram’la +fest’in programında yer alıyorsunuz. Sanal olsa da bu buluşmaları biraz konuşmak istiyorum. Alkışsız, seyircisiz online canlı performanslar için neler diyeceksiniz?
Pentagram ile online iki üç konser verdik. Aslında benim tahminlerimin çok üstünde katılım oldu ve izlendi. Bizler kadar müzik severler de çok özlediler konserleri, hiç yoktan iyidir tabii. Fakat deneyimlerden edindiğim izlenimim asla canlı bir konserin tadı olmuyor. Biz şarkıları yine aynı şekilde çalıyoruz fakat seyircinin coşkusunu, göz göze teması, onların sesini ve alkışını duymamak prova ile televizyon çekimi arası bir his veriyor. Ekranın arkasında on binler olduğunu bilsek de aynı ortamda, aynı atmosferi yaşamak bambaşka. Umarım bir an önce bu durumlar geçer ve tekrar canlı konserler başlar. Hatta artık başlamalı.
O zaman albüme ismini veren son şarkıyla bitirelim söyleşimizi de. “Yaşamaya devam çünkü… “ O üç noktayı doldurur musunuz?
Yaşamaya devam çünkü yaşamak lazım ölene kadar.