MEHMET ATİLLA, ÇAĞIMIZIN TOPLUMSAL VE TARİHSEL SORUNLARINI ÇOCUK EDEBİYATINA TAŞIYOR
Bir çocuk kitabında yetişkinlerin dünyasına ait bir krizin ve bu krizden doğan savaşın okumasını yapmak, ancak edebiyatın gücüyle ortaya konabilir. Usta yazar Mehmet Atilla, son romanı “Hayal Rüzgârları” ile bizi bundan neredeyse 30 yıl öncesine, Türkiye ve Yunanistan arasında yaşanan Kardak Kayalıkları krizine ve bu krizin öfkesiyle doğan savaşın orta yerine götürüyor. Çocuk işçileri ile etnik ve dinsel önyargıları anlattığı son iki kitabının üçüncüsü olarak bu kitabı yazdığını söyleyen Atilla’nın söylediklerine kulak verelim: “Yaşantımızı etkileyen sorunları yetişkin dünyasındaki metinlere hapsetmekten yana değilim çünkü. Çağımızın iletişim ortamı bu kadar kör ve sağır değil. Hepimiz aynı havuzun içinde yüzüyoruz uzunca bir süredir. Öyleyse bazı çelişkilerin üzerine çocuklarla birlikte yürünebilir de. Onları uzak köşelerde tutmanın anlamı yok.”
SÖYLEŞİ: NİLÜFER TÜRKOĞLU
nilufer@ajandakolik.com
Bazı söyleşilerin söyleşiden öte beni beslediğini, sorularıma karşılık aldığım cevapların beni bütünlediğini düşünüyorum. Edebiyatımızın değerli kalemlerinden Mehmet Atilla ile yeni romanı üzerine yaptığımız bu söyleşi de bunlardan biri. Sözlerinden, kelimelerin ardındaki alt metinden bir şeyler öğrenmek benim için hep çok kıymetli. TUDEM Yayınları’ndan çıkan ve Müjde Başkale’nin kapağını resimlediği Hayal Rüzgârları, iki coğrafyanın çocuklarını karşı karşıya getirmek zorunda bırakan bir olayın izlerini taşıyor. Türk ve Yunan çocukları, yetişkinlerin ve siyasetin aksine düşmanlığın ve savaşın yanında değil, kardeşliğin ve barışın kurucuları olarak romana damgasını vuruyor.
İki buçuk yıl sonra sizinle yeniden Ajandakolik söyleşilerinde buluşmak ne güzel, sevgili Mehmet Atilla! Üstelik bir ilk gençlik romanıyla; “Hayal Rüzgârları”. Son romanınız 1995’in son günlerinde Türkiye ve Yunanistan’ı savaşın eşiğine getiren Kardak Kayalıkları veya tarihsel adıyla “Kardak Krizi” üzerine kurulu. Ben de hayal meyal hatırlıyorum o günleri. Henüz 13-14 yaşlarındaydım ve savaş çıkacak diye çok korkmuştum. Siz de romanınızın merkezine hem bu coğrafyanın hem de karşı kıyının çocuklarını koyuyorsunuz: Meltem, Poyraz, Bora, Tifonas, Notos ve Anemos.
Kitabı yazma sürecinizi ve her biri rüzgâr ismi olan bu çocukların öyküsünü sizden dinlemek isterim.
Hayal Rüzgârları kendimce belirlediğim bir üçlemenin son kitabı aslında. Çağımızın toplumsal ya da tarihsel sorunlarını çocuk edebiyatına taşıma kararının sonucu da denebilir. Bu kararın oldukça riskli olduğunu bilmeme karşın böyle bir sorumluluğu üstlenmek istedim. Yaşantımızı etkileyen sorunları yetişkin dünyasındaki metinlere hapsetmekten yana değilim çünkü. Çağımızın iletişim ortamı bu kadar kör ve sağır değil. Hepimiz aynı havuzun içinde yüzüyoruz uzunca bir süredir. Öyleyse bazı çelişkilerin üzerine çocuklarla birlikte yürünebilir de. Onları uzak köşelerde tutmanın anlamı yok.
Kaldı ki bütün yazınsal metinler, dayatılan gerçekliğe erk sahiplerinden, siyasetçilerden, çıkarcı gruplardan çok daha farklı bir açıyla yaklaşırlar. Gündelik söylemin dışına çıkmak, “gerçeği eğip bükerek anlatmak” son derece değerlidir. Sözünü ettiğim üçlemenin temel mantığı da buydu. Çocuk işçilere değinen Yapboz Çocukları’nı 2015’te, etnik ve dinsel önyargılara dokunan Güvercin Adımları’nı 2018’de, Hayal Rüzgârları’nı 2022’de yayımladım. Görüldüğü gibi kısa aralıklarla yazılan kitaplar değil bunlar. Hepsinin belli bir mayalanma süreci var. Yapboz Çocukları öğretmenlerin de katkısıyla hatırı sayılır bir okur kitlesine ulaştı. Güvercin Adımları’nın aynı ilgiyi topladığını söyleyemem. Hayal Rüzgârları’nı ise zaman gösterecek. Fakat bu arada ben rahatlamış oldum. Necip Mahfuz’un dediği gibi “içimdeki ağırlıktan kurtuldum.”
Sorunuzun ikinci bölümüne gelirsek, Hayal Rüzgârları’nı bir barış arayışı olarak özetlemek mümkün. Olay örgüsü, yakın tarihimizden kaynaklanan ve hâlâ da sıcaklığını koruyan bir gerilime dayanıyor: Kardak Kayalıkları sorunu. Birçok kişinin bildiği gibi Kardaklar patlamaya hazır iki bomba gibi duruyor denizin ortasında. Bölgesel bir savaşı tetikleme olasılığı son derece güçlü iki kayalık. İşte bu olasılığı silmeye çalışan ve savaşı değil barışı gündeme taşımak isteyen bir duruşu var Hayal Rüzgârları’nın.
Duruşu böyle ama olay örgüsünün ete kemiğe bürünmesi de çok önemli. Herhangi bir izleği yapıta dönüştürürken kuşkusuz ki bazı tekniklere, yöntemlere başvuruyoruz. Ben de kimi seçimler yaptım, arayışlarda bulundum. Bunlardan biri, roman kahramanlarının adlarında somutlaştı. Hem ana hem de yan karakterlere birer rüzgâr adı vererek rüzgârların sınır tanımayan özgürlüğüne, esintiden fırtınaya geçebilen değişkenliklerine sığınmak istedim. Kayalıklarda buluşan çocukları barış rüzgârlarının bir araya gelmesi ve oluşturdukları sinerjiyi dünyanın değişik yerlerine taşımaları olarak yorumlamak da mümkün. Öteki yorumlar da okurların olsun isterim.
Savaşın gölgesinde barışı getirmenin derdine düşünen bu altı çocuğu neden “Hayal Rüzgârları” olarak tanımlıyorsunuz, merak ettim.
Romanın içeriğinin, ana karakter Meltem’in hayallerinden oluştuğunu fark etmişsinizdir. Bunu pek de vurgulamadım doğrusu. Kitabın sonlarında biraz daha belirginleştirmekle yetindim. Olayların gerçek ya da hayal olarak algılanmasının önemi yok benim açımdan. Önemli olan romanın özünün yaşamla bağının güçlü olup olmadığı. Bu bağlamda Hayal Rüzgârları sert bir gerçekçilikten beslense de romanın kendi dünyası bir çocuğun hayalleri üzerine kurulmuş durumda. Kitaptaki hologram özellikli yardımcı karakterler de olağandan olağanüstülüğe, hatta gerçekten gerçekdışılığa geçişi simgeliyor. Bütün bunları yapmamın nedeni, hedef kitleyi savaşın sert yüzünden uzaklaştırıp barışın iyimserliğine sürüklemekti. Fakat alt metin olarak savaşın soluğunun her an ensemizde olduğunu, insanlık tarihinde barışın değil savaşın doğal sayıldığını, bu nedenle de barışı kurmak için ayrı bir çaba harcanması gerektiğini vurgulamaya çalıştım. Sık sık “Barış kendiliğinden oluşmaz, onu üretmek gerekir,” deyişim de bundan.
Tüm bunları yazarken o dönemi sıklıkla gözlerinizin önüne getirmiş olmalısınız. Sizin hafızanızda ilk neler canlanmıştı? O sıralarda neredeydiniz, neler hissetmiştiniz, hatırlıyor musunuz?
Kardak Krizi’nin yaşandığı günlerde İzmir’de yaşıyordum. Yine de olanı biteni dikkatli biçimde izledim. Yazılıp çizilenleri de elimden geldiğince araştırdım. Bunun özel bir nedeni var: Doğup büyüdüğüm ve şimdilerde yaşamakta olduğum kasaba, Kardak Kayalıkları ile karşı karşıya sayılır. Hemen her gün gözüm o kayalıklara bir şekilde kayıyor. Nitekim romanın ilk kıvılcımı, kasabanın yüksekçe tepelerinden birinden Kardakları seyrederken çaktı. “Şu küçücük kayalıkları niye paylaşamıyoruz? Birini biz alsak, diğerini Yunanistan, dünya mı yıkılır?” türünden bir yaklaşımdı bu. Elbette ki günümüzün politik gerçeklerine uygun bir çözüm değildi ama sanatsal gerçekliğe son derece uyumlu buldum. Romandaki Türk ve Yunan çocukları aynı anda birer kayalığa çıkarma düşüncesi de bu paylaşım duygusunu güçlendirmek içindi.
Metnin atmosferini oluştururken zihnimin bir köşesinde 1974 Kıbrıs Çıkarması sırasında yaşadıklarımız da vardı. Ben o günlerde de İzmir’deydim gerçi. Lise öğrencisiydim, yalnız yaşıyordum. Ampullerin, farların, pencere camlarının mavi kâğıt ya da örtülerle kapatılması, sokak lambalarının söndürülerek “karartma geceleri” uygulanması yaşantımızı etkiledi ama benim için daha da önemlisi, olası bir saldırıda Bodrum’daki ailemin ve yakınlarımın başına ne geleceği korkusuydu. Nitekim bazı geceler evlerini boşaltıp tepelere çekilmek zorunda kaldıklarını, o sırada yaşadıkları korku-uyku çekişmesini kendilerinden onlarca kez dinledim. Bu tür yaşanmışlıkların böyle bir konuya eğilmemde payı olmuştur sanırım.
“BU KİTAP, BARIŞSEVERLİĞİ YÜCELTME ÇABASI OLARAK DA DEĞERLENDİRİLİRSE SEVİNİRİM”
“Hayâl Rüzgarları”, tıpkı Nâzım’ın da dediği gibi “Umutsuz yaşanmıyor” diyen bir roman. Ve umudu barış için taşıyanlar hep çocuklar. Ülke sınırlarına bağlı olmaksızın hayatı kutsayan ve kutlayanlar onlar. Ancak ne yazık ki dünya, hiçbir zaman savaşsız kalmadı, kalmıyor. Barışı yüceltmek sanata ve çocuklara kalıyor. Neler diyeceksiniz?
Çok haklısınız, “Ne yazık ki dünya hiçbir zaman savaşsız kalmadı, kalmıyor.” İki yüz yıldan beri Immanuel Kant da bunu haykırıyor zaten. Onu izleyen diğer felsefeciler de. Uzaklara gitmeye gerek yok, Rusya-Ukrayna savaşı hemen şurada. Suriye, İran, Irak… Yarın bir başkası… Savaş tehlikesinin ya da barış kırılganlığının yaşamımızdan bir türlü eksilmediği gerçeğini kabul etmek zorundayız. Ama aynı zamanda geleceğin daha barışçıl olabileceğine de inanmalıyız. Yoksa insana, ahlaka, hukuka, vicdana olan güvenimiz kaybolur. Farklı düşünenler, duruma daha kötümser yaklaşanlar olabilir. Ben onlardan değilim. İnsanın kendisi gerçekleştiremese bile doğa koşullarının günün birinde dünya barışını dayatacağına inanıyorum. Keşke o günleri beklemesek… Bir an önce insancıl ve silahsız bir geleceğe yönelsek.
Hayal Rüzgârları bu yönelmeyi öneriyor ve çocukları da bu yönelmeye ortak etmek istiyor. Üstelik bu ortaklıkta çocukların seyirci değil oyun kurucu olabileceklerini öne süren bir anlayışın ürünü. Görsel medyanın herkesi izleyici kimliğine tutsak ettiği ve “seyret-unut” komutuna sıkıştırdığı bir dünyada, barışseverliği yüceltme çabası olarak da değerlendirilirse ayrıca sevinirim.
Müjde Başkale’nin resimlediği kapağı ben çok sevdim. Bir kız çocuğunun ayaklarının altında o “minicik kayalıklar” sanki denizin içinde yitmeye mahkum, tıpkı savaş denizaltısı gibi. Ellerinde zeytin dalı, başının üzerinde güvercinler ve sınırlar olmadan, özgürce yaşayan çocuklar… Ne dersiniz, Hayal Rüzgârları’nı yeterince iyi anlatabilmiş mi?
Bence de kitabın en büyük şansı, sevgili Müjde Başkale’nin o harika kapak tasarımı. İçerikle uyumu, mantığı, çizgileri ve renkleriyle olağanüstü bir çalışma. Kendisine birkaç kez teşekkür etme fırsatım oldu, bir kez de sizin aracılığınızla yinelemek isterim. Öteki çalışmaları da belli bir düzeyin üstünde gerçi, fakat oralara geçip çizmeyi aşmak istemem. Yeri gelmişken şunu da eklemeliyim; bir kitabın okura sunulmasında çoğu okurun gözden kaçırdığı etkenler oluyor. Yayınevinin çizgisi, editörlerin bakış açısı, düzeltmenlerin dikkati, satış ekibinin birikimi gibi ögeler pek fark edilmiyor ne yazık ki. Bütün bunları görünür kılan, yazarın tanınırlığı ve kapak görselinin çekiciliği. Bu anlamda Müjde Başkale’nin hem bana hem de yayınevine katkısının değerli olduğunu düşünüyorum.
Bu aralar çalışma masanızın üzerinde hangi kitaplar yükseliyor?
Planlı programlı çalışan biri değilim. Günlerce bir şey yazmadığım olur. Böyle durumlarda yaptığım okumalardan notlar alırım, yeni bilgilere ulaşmaya çalışırım. Bunların çoğunu kullanacak zamanımın olmadığını ve koşulları uygun hâle getiremeyeceğimi biliyorum ama öğrenmekten, araştırmaktan aldığım hazzı ertelemeyi de sevmiyorum. Üstelik parçalanmış, dağılmış bir yazınsal dünyam da var. Hem yetişkinler hem çocuklar hem şiir hem düzyazı derken oradan oraya savruluyorum. Şu günlerde de yazmaktan çok okumaya yoğunlaştığım için masamın üzerindeki kitaplardan ikisini anarak sorunuzu yanıtlamış olayım: Hüseyin Köse’den Sera Toplumunda Çöl Olmak ve John Ajvide Lindqvist’ten Gir Kanıma. Başucumdaki komodinin üzerinde ise çocuk kitapları olur genellikle; orada da Değirmenler Vadisi bekliyor, Roberto Piumini’den.
Yakın zamanda üzerine çalıştığınız yeni bir kitap var mı? Eğer varsa biraz ipucu verebilir misiniz?
Ara sıra notlarıma göz atıyorum ama hangisinin üzerinde yoğunlaşacağıma karar vermedim henüz. Bir kitap bitmeden sonrakini planlayacak kadar çalışkan olmadığım için yayımlanan her kitaptan sonra boşluğa düşerim böyle. Bu arada pek de boş durmam aslında, şiir çalışmaları yaparım örneğin, dergilerden gelen yazı isteklerini karşılamaya gayret ederim. Nitekim iki ayrı dergiye Ayla Kutlu ve Hüseyin Yurttaş hakkında yazılar yazdım geçen aylar içinde. Şiir dosyamı bir daha gözden geçirdim, iki kısa öykü yazdım. Biraz da oyalandım, bilmiyorum.
TUDEM Yayınları ile “Sen de Oku” isminde klasikleri yazarların yeniden yorumladığı projede yer almıştınız. (Hatta bir önceki söyleşimiz bununla ilgiliydi. Dileyen buradan okuyabilir.) Okuma zorluğu çeken çocuklar için yaptığınız bu çalışmada yeniden yer alacak mısınız?
“Sen de Oku” serisini gerçekten önemsiyorum ve dört kitapla katkıda bulunabilmiş olmaktan mutluyum. Bu serinin hedef kitlesi, öğrenme güçlüğü ya da isteksizliği yaşayan çocuklardan oluşuyor dediğiniz gibi. Onlara ulaşma çabası, niyeti, özverisi benim için çok özel bir duygu. Birçok yazar arkadaşımla birlikte gerek özgün yapıtlarımızla, gerekse dünya klasiklerini “yeniden anlatarak” bu çocuklara el uzattık, uzatıyoruz. Çeviri kitaplar zaten serinin güç kaynağı. Koleksiyonu oluşturan kitapların sayısı 40’ı aştı sanırım. Okurların, öğretmenlerin, anne babaların ilgisi sürdükçe bu seri genişlemeye devam edecek. Yayınevinin kararı ve tutumu böyle. Sürecin bundan sonrasında yer alabilir miyim, kesin bir şey söylenemez. Yayın dünyasında taşlar oldukça kaygan. Her ne olursa olsun, ben bu serinin gerçekten çok özel bir çaba ve katkı olduğunu yüksek sesle belirtmeyi sürdüreceğim.
“ÇOCUK KİTAPLARINDAKİ SORUN KAYNAK KİRLİLİĞİ VE DENETİMSİZLİK”
Çocuklarla okullarda buluşuyor musunuz? Bu çağın çocuklarının okumaya olan merakı konusunda neler düşünüyorsunuz?
Çok sık olmasa da okul etkinliklerine katılıyor, söyleşiler yapıyorum. Bu tür toplantılarda önceden hazırlık yapıldığı ve öğretmenlerin desteği güçlü olduğu için beklentilerimin karşılandığını ve geleceğe yönelik umutlarımın zayıflamadığını söyleyebilirim. Çocukların algı ve yorumlama düzeyleri de tahmin edilenin çok üstünde. Bu sevindirici. Ancak kendiliğinden kitaplara uzanan çocuk sayısı konusunda kuşkularım var. Ekran bağımlılığı ve görünür olma kaygısı hepimizde olduğu gibi onlarda da belirleyici. Yine de kötümser olmaya gerek yok. Yazınsal metinler bir süre daha çocukların yaşamında önemini koruyacak gibi görünüyor. Basılı kitaplarla ekran okumaları eşitlenecek belki. Olabilir. Doğru kaynaklardan yayıldığı sürece ekran aracılığıyla okumaların sakıncası yok. Tek sorun, kaynak kirliliği ve denetimsizlik. Şu aşamada müthiş bir kandırma ve çarpıtma yaşanıyor. Kırpılmış, oynanmış, yazarı ya da şairi değiştirilmiş metinler ortalıkta kol geziyor. Bütün kazanımları silip süpüren bir olgu bu. Çocukların bu konularda özellikle uyarılması ve eğitilmesi, hepimizin ödevi olmalı.
Sesli kitap dinliyor musunuz, çocukların ve pek tabii yetişkinlerin sesli kitap dinlemesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sesli kitaplara karşı değilim ama ben dinlemiyorum. Bunun önemli bir nedeni, gerek duymuyor oluşum. Bir kasabada yaşamanın sonucu da denebilir. Büyük kentlerin trafiğiyle boğuşsaydım ya da uzun yolculuklar yapsaydım, en azından denerdim. Zamanı değerlendirmek ve iki işi aynı anda yapmak açısından büyük bir şans diye nitelendiriyorum. Yalnızca şiir konusunda sesli kitaplara uzak duran bir tavrım olurdu. Şiirin gözle de sıkı bir ilişkisi olduğunu düşünüyorum çünkü. Dizelerin kırılma yerlerini, bölümlenmesini, harflerin kullanılışını, noktalama işaretlerini gözümle görmek isterim. İyi bir sesle ve tonlamayla şiir okunmasını küçümsemek haddim değil, ancak sözcüklerin konumlanışını görmek de bambaşka.
Ajandakolik’te yeniden konuğum olduğunuz için çok teşekkür ederim. Madem son söze geldik. 2023 yılı için dileğinizi alalım…
Elbette ki sağlık her şeyin başı. Yalnızca kendimiz değil, yakınlarımız için de… Sonrası aydınlığa açılan pencerelerin çoğalmasını dilemek. Aklın, bilimin egemenliğinin etik davranışlarla kaynaşmasını özleyerek geçti koskoca yıllar. Umarım 2023’te bir yön değiştirme yaşanır ve pırıl pırıl beyinlerin kaçıp gitmediği bir ülkede yaşama şansına erişiriz. Çok güzel bir coğrafya burası. Zengin bir kültürümüz de var. Bunun farkında olalım, yeter. Gerisi kendiliğinden gelecektir. Siz de kapılarınızı açarak sesimizi duyuruyorsunuz nasıl olsa. Bir kez daha teşekkür ederim Nilüfer Hanım. Minnetle, sevgilerle…