FERİDE ÇİÇEKOĞLU: “UÇURTMAYI VURMASINLAR FİLMİNDE İNCİ’NİN YASTIĞI, ÇANTASI, PARDÖSÜSÜ, HEPSİ BENİM GERÇEK EŞYAM”
“Uçurtmayı Vurmasınlar” filmi hiç kuşkusuz Türk Sineması’nın en unutulmaz filmlerinden biri. Geçtiğimiz günlerde 35. yılı şerefine son teknoloji yazılım ve teknikler kullanılarak fiziksel ve dijital restorasyondan geçen film, 4K kalitesiyle film platformu MUBI’de yeniden seyirciyle buluştu. Bu vesileyle filmi başa sardım ve hikayenin asıl yaratıcısı, “Uçurtmayı Vurmasınlar” romanının yazarı Feride Çiçekoğlu ile söyleşi yaptım. Edebiyattan sinemaya uzanan “uçurtmanın” peşinden uçtum, uçtum, uçtum…
SÖYLEŞİ: NİLÜFER TÜRKOĞLU
nilufer@ajandakolik.com
“Kitabın ve filmin artık ayrı hayatları var. Kitap çok yakında 45. baskısını yaptı.”
Pek çok çok kişinin olduğu gibi benim için de izlediğim Türk filmleri arasında ayrı bir önemi var “Uçurtmayı Vurmasınlar”ın. Yedi sekiz yaşlarındayken ilk defa izlediğim filmi yıllar içinde birkaç defa daha seyretme fırsatım oldu. Ama, bazen bitiremediğim, çokça üzüldüğüm zamanlar da oldu. Annesiyle birlikte hapishanede yaşayan o minik Barış’ın bakışları, küçük ama kocaman sözleri hafızamdan hiç gitmedi. Yönetmen Tunç Başaran’ın ruhu şad olsun. Dün vardı, bugün var, “Uçurtmayı Vurmasınlar” hep var olacak, hep izlenecek. Tıpkı kitabı gibi. Yazar Feride Çiçekoğlu hep sohbet etmek istediğim bir isimdi. Ve nihayet yollarımız kesişti. Onu, ona hep sorulan sorularla fazla sıkmadan ama kitabı ve filmi hiç bilmeyenleri de biraz aydınlatacak bir söyleşiyle Ajandakolik’e konuk etmek istedim.
Nasılsınız, sağlığınız, keyfiniz nasıl? Dünya sorunlarını, ülkenin insanı her gün endişeye sürükleyen gündemini bir kenara koyarsak hayat nasıl gidiyor?
Genel gündemi kendi gündemimin dışına demesek de arka planına atmayı başardığım bir evredeyim. Sağlığım, keyfim yerinde. Hayat güzel gidiyor. Canımı sıkan şeyler olduğunda şarabımı içip deniz kenarında yürüyüşe çıkıyorum. Lodos sonrası kıyıya vuran yosunlara, taşlara, çığlık çığlığa suya inip kalkan martılara, ısrarla gelip sokulan kedilere bakıyorum, biz evrenin pek küçük bir parçasıyız, endişeye mahal yok diyorum. Ayşe Zarakol’un bize sunulan dünyayı yeniden yorumlayan Batı’dan Önce kitabını okuyorum. 17. yüzyılda dünya soğumuştu, her şey biraz sanki felaket gibiydi, sonra her şey yeniden değişti diyen bakış açısıyla canlanıyorum. İstanbul Dergisi’nde yayınladığımız “şehir artık bozuldu, çok kalabalık oldu, girişler yasaklansın” diyen yazıyı ve “bu ne zaman yazılmıştır sizce?” diye sorduğum soruya öğrencilerimin verdiği cevapları – 10 yıl önce… 1990’larda… 1950’lerde: sırasıyla, mühendislik, edebiyat, mimarlık – hatırlıyorum; onlara, 7. Yüzyıl Bizans dönemi dediğim zaman yaşadıkları şaşkınlığı gözümün önüne getirip gülümsüyorum ve hayat güzel deyip yürümeye devam ediyorum.
“UÇURTMAYI VURMASINLAR ASLINDA MUBIFEST’TE GÖSTERİLECEKTİ”
Yakın zamanda emeritus profesörü oldunuz. Tebrik ediyorum. Gerçekten ne güzel bir haber! Ve bir diğer güzel haber de hem edebiyatımıza hem de sinemaya damgasını vurmuş “Uçurtmayı Vurmasınlar”, çok yakında 4K kalitesinde restore edilmiş yeni sunumuyla ilk defa MUBI’de gösterime girdi. Heyecan verici! Neler diyeceksiniz?
Evet, Uçurtmayı Vurmasınlar 23 Kasım’da MUBI’de gösterime girdi. Aslında 9 Kasım Cumartesi günü Alan Kadıköy’de büyük ekranda MUBIFEST’te gösterilecekti, biliyorsunuz. İlk geceki Queer filmine sansür koyan kaymakamlık kararı üzerine MUBI festivali tümden iptal etti, onu da duymuşsunuzdur mutlaka. MUBI’yi seviyorduk şimdi daha da çok seviyoruz; festivalin iptaline üzüldük ama “Ne seyredeceğinize bir karar veririz” diyen yasakçı tavra karşı tarihe düşülen bir not olduğunu düşündük. İktidarlar değişir, yasaklar kalkar, sansür lanetlenir, hayat devam eder. Önce bunları söylemek istedim.
Festival iptal edilince filmin 4K kalitesinde restore edilmiş halini büyük ekranda izleyici ile birlikte izleme şansını yitirdiğim için üzülmüştüm, fakat iptalin hemen ardından MUBI’den zarafetle arayıp 16 Kasım Cumartesi akşamı Kadıköy Sineması’nda yapılacak gösterime davet ettiler. Çok mutlu oldum. Kızım Hüner’le beraber gittik. Ekranda avluya uçurtma çizen el çıktığında Hüner’e fısıldadım, “O el benim elim.” Onunla bu anıları paylaşmak çok değerliydi. İnci’nin ayağını dayadığı yastık, çıkarken taşıdığı yeşil çanta, sırtındaki pardösü hepsi benim gerçek eşyalarım… Filmi 35 yıl sonra kızımla ve çoğu 30’lu yaşlarındaki salon dolusu seyirciyle birlikte izlerken duygulandım. Salondan yükselen kahkahaları ve sonlara doğru sessizlikteki usul usul ağlamaları dinledikçe yönetmen Tunç Başaran’ı ve filme emeği geçen herkesi sevgiyle hatırladım. Filmin çekildiği 1988 yılında Sultanahmet boşaltılmış bir cezaeviydi, fakat henüz otele dönüşmemişti. Orayı çekim mekânı olarak bize öneren Sıdıka Su’dur. 1950’li yıllarda orada hükümlü olarak kaldığını anlatıp, benim aradığım avluya benzer bir avluya havalandırmaya çıktıklarını anlatmıştı. Hüner’in babası Zafer Aldemir’le Ruhi Su anıt mezar yarışmasını yeni kazanmıştık. Sıdıka hanım ile de bu vesileyle yeni tanışmıştık. Zafer’le heyecanla oraya gidişimizi çok canlı hatırlıyorum. Çekim sonrası Zafer’in bir merdivene tırmanıp filmin ilk afişi için cezaevi duvarına uçurtmalar çizdiği gün de benim zihnimde 4 değil 44 K kalitesinde pırıl pırıl arşivli.
“ZAMANSIZ BİR FİLM YAPACAĞIM DEMİŞTİ, TUNÇ. HAKLIYMIŞ”
Film aynı zamanda bu yıl 35. yılını da kutluyor. Bundan 35 yıl önceye gittiğinizde yazdığınız kitabı ilk defa film olarak izlerken neler hissetmiştiniz, hatırlıyor musunuz?
Filmin hem çekimi boyunca hem de tüm montaj sürecinde hep yönetmen Tunç Başaran’la beraberdim. Ses ve müzik yapılırken müzik fazla kederli görünmüştü bana, itiraz etmiştim. Tunç da “bari müziğe karışma artık” demişti. Hafifçe küsmüştük, tam küsmek gibi değil de birazcık. O nedenle filmi ilk olarak izlerken henüz yeterince mesafe alamamıştım. Daha sonra, 1990’lı yılların sonuna doğru filmin Paris’teki gösterimine Tunç’la birlikte gittik. Tam da taze şarap Beaujolais’nin yeni çıktığı günlerdi, demek Kasım’ın son haftasıymış. Bir şişe şarabımızı içip gösterime gittik. Filmi izleyiciyle birlikte izlerken çok etkilendik, gözyaşlarıyla birbirimize sarıldık. “Zamansız bir film yapacağımı söylemiştim sana,” dedi Tunç. Haklıymış.
“UÇURTMA BANA YENİDEN ÜNİVERSİTEYE DÖNME ŞANSI VERDİ”
Kitabı okumamış, filmi hiç izlememiş insanlar var muhakkak. Ve onlar belki de bu yeni haliyle izleyecek “Uçurtmayı Vurmasınlar”ı. O yüzden çok fazla büyüsünü bozmak istemiyorum ama 12 Eylül karanlığında bir kadınlar koğuşunda geçen hikayenin ana karakteri olan Barış’ı ve İnci’sini konuşmadan da eksik kalır bir şeyler… Hayatınızdan ilham alarak yazdığınız bir hikaye bu. Karakterleri, atmosferi ve kitabınızla filmin arasındaki bağı ve farklılıkları sizden dinlemek isterim.
Kitabın ve filmin artık ayrı hayatları var. Kitap çok yakında 45. baskısını yaptı. Birçok lisede edebiyat ders kitabı olarak okutuluyor. Beni de davet ettikleri oluyor. Öğrencilerin ödev olarak Barış’a yazdıkları mektuplardan seçkileri edebiyat öğretmenleri bana armağan olarak veriyorlar. Film olmasaydı, kitap büyük ihtimalle ilk baskıdan sonra unutulup giderdi. O nedenle kitabın filme gönül borcu var. Kitap, Barış’ın hayali mektuplarından oluştuğu için filme uyarlanması kolay olmadı. Başlangıçta benim uyarlamam söz konusu bile değildi. Senaryo nedir, bilmiyordum çünkü. Nasıl uyarlanabileceğini konuşa konuşa senaryo yazmayı öğrendim, o sayede sinemada ikinci bir akademik kariyer yapma şansım oldu. Benim asıl eğitimim mimarlık, bildiğiniz gibi. Ama mimarlıktaki akademik hayatım 12 Eylül darbesiyle kesintiye uğramıştı. Uçurtma bana yeniden üniversiteye dönme şansı verdi. Bu nedenle de filme teşekkür ediyorum.
Askeri darbenin ardından yaşadıklarınızın yansıması “Uçurtmayı Vurmasınlar”. 1980-84 yılları arasında Mamak Askeri Cezaevi ve Ankara Merkez Cezaevi’nde kaldınız. Bunları konuşmak zor oluyor mu?
Asla zor olmuyor, 55 günlük emniyet işkencesinin ardından Mamak Cezaevi’ne gittiğim ilk günlerden itibaren yapılan her şeyi ayrıntısıyla, trajediye komediye çevirerek anlatmak beni iyileştirdi. Bunları pek çok kez anlattım. Hatta yazdım.
Siz bir “düşünce suçlusu” olarak kaldınız o hapishanelerde. Sizinle aynı “suç”tan yargılananlar olduğu gibi başka kadınlar da vardı orada. Size olan bakışları nasıldı, filmdeki gibi öyle sıcak dostluklar kurabildiniz mi?
Kurduk elbette, filmde eksiği var, fazlası yok. Yine sık söylediğim bir şeyi tekrar ediyorum, önceden duymuş olanların hoş görüsüne sığınarak. İşkence ve cezaevi süreci için ben hep “ikinci doktoram” diyorum. İlk doktora Fulbright bursuyla Pennsylvania Üniversitesi’nden mimarlık alanında, ikincisi 12 Eylül cuntasıyla hayata dair. Yaşadığım her günün kıymetini bilmeyi, insan tanımayı ve gülmeyi ikinci doktoraya borçluyum. Zorbalıkla başa çıkmanın başka yolu olmadığını öyle öğrendim. Çok yakında okuduğum, yeni bir anı kitabını da anayım burada; Fethiye Çetin’in Zulamdaki Şiir kitabı. Mamak günlerini yeniden yaşadım, aramızdan ayrılan arkadaşları, sayım dayaklarına inat icat ettiğimiz yaratıcı yolları yeniden hatırladım. Fethiye’ye sevgilerimi yolluyorum buradan.
Barış, siz çıktıktan sonra size mektuplar yazan o çocuk… Yıllar içinde ne oldu ona, hiç görüşme fırsatınız oldu mu? Bir araya geldiniz mi acaba?
Hayat ileriye doğru akıyor. Ve biz bazen çocukları o çocuk halleriyle hatırlamak istiyoruz. Anılarımız canlı kalsınlar diye yazdıklarımıza sığınabiliyoruz.
“Uçurtma”nın hikayenizde metaforik anlamları da var. Özgürlüğü simgelediği gibi umudun da olduğu müjdesini veriyor aslında. Sizce “Uçurtmayı Vurmasınlar” gerçekten umutlu bir film mi, onca gözyaşına rağmen?
Bence öyle. Öyle olmasa bunca yıl sonra genç seyirci itibar etmezdi. “Bir gün uçar” demeye devam ediyoruz.
Filmi izleyip de sevmeyen hiç duymadım. Ben galiba 7-8 yaşlarındaydım o zamanlar. O çocuğu, o hapishaneyi hiç unutmadım. Galiba ilk defa bir hapishanede bir çocuğun da yaşadığını görmüştüm çünkü. Hikâyenin gücünün insanlar üzerinde bu kadar büyük olmasını siz neye bağlıyorsunuz?
Filmi bunca zaman sonra tekrar izleyince hikâyenin, yönetmenin ve tüm oyuncuların katkısını asla reddetmemekle birlikte Barış’ı oynayan çocuk oyuncu Ozan Bilen’in saflığına, masumiyetine ve inandırıcı olmasına bağlıyorum. Ve elbette Tunç’un çocuk sevmesine, çekimler boyunca Ozan’la kurduğu çok yakın ilişkiye.
Söyleşilerinizde hep ister istemez en çok “Uçurtmayı Vurmasınlar”ı konuşuyorsunuz. Sorular genel olarak daha çok bu kitaptan, filmden geliyor. Bunun hiç rahatsız edici bir yanı oldu mu sizin için?
Olmadı. Ama tekrarlardan kaçınmak için bazı cevapları kısa kestiğim oluyor.
On bir öyküden oluşan “Sizin Hiç Babanız Öldü mü?” kitabınız da benim çok severek okuduğum bir başka kitabınız. O kitap da açlık grevlerinden baskı ve işkenceye yine insanın içini paramparça eden bir dünyayı ele alsa da her şeye rağmen içinde bolca “yaşamak” olan ve yaşam sevgisini barındıran öykülerle dolu. Her iki kitabı da yazarken zorlandığınız, durduğunuz anlar oldu mu? Oldukça ağır çünkü…
İnanın ki olmadı. Terapi süreci gibi gördüm. Faydası da oldu. Her zaman gülerek anlatabildim.
Geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz sevgili Tomris Giritlioğlu “Suyun Öte Yanı” kitabınızdan uyarlanan filmin yönetmenliğini yapmıştı. Sinema ve dizi dünyası için çok önemli bir kayıp onun gidişi… Kendisini bir anınız ya da sizin sözlerinizle yad edelim isterim…
1980 sonları ve 1990 başları benim başıma yıldızlar yağdı, diyebiliriz. Tarlabaşı Tarlabaşı (Hilmi Etikan) Baharın Bittiği Yer (Ziya Öztan), Uçurtmayı Vurmasınlar (Tunç Başaran), Umuda Yolculuk (Xavier Koller) ve Suyun Öte Yanı (Tomris Giritlioğlu) hepsi peş peşe geldiler, birkaç yıl içinde. Kızım Hüner de aynı dönemeçte doğdu. Suyun Öte Yanı Ayvalık’ta çekilirken Tomris o zaman daha bir yaşına bile varmamış olan Hüner’i, annemi ve Zafer’i de misafir etti benimle birlikte. Bunun için ona hep şükran duydum. Buradan yine sevgiyle anmış olayım.
“Aniden” filmini atlayarak bu söyleşiyi bitirmek istemem. Ne tesadüf ki bu filmi henüz izledim. Ve senaryoda sizin isminize rastlamak da hoşuma gitti. Defne Kayalar ve Öner Erkal’ın oyunculuklarıyla gerçekten iyi bir iş olmuş. Ellerinize sağlık. Reyhan’ın hikayesi gibi kadın hikayelerine hep çok ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Buradan yola çıkarak bir kadın sinemacı olarak günümüzde kadın hikayelerinin odak noktası olan filmleri nasıl buluyorsunuz? Aralarında çok severek izledikleriniz, bize önerebilecekleriniz hangileri?
Günümüz sinemasının beni en mutlu eden yanı kadınların çektiği kadın hikayelerinin çok artmış olması, daha cesur, daha açık sözlü ve daha başarılı olmaları. Bir dönemeç olarak gördüğüm Agnès Varda’nın 2000 yılında dijital kamerayla çektiği Les glaneurs et la glaneuse filmiyle başlamak isterim. Yeni bir teknolojiyle ve yepyeni bir üslupla çektiği bu belgesel sürdürülebilirlik açısından da yeni yüzyılın ana çelişkisine dikkat çekmesi açısından çok önemli. Merakla izlediğim diğer yönetmenler arasında Céline Sciamma’yı, Joanna Hogg’u, Greta Gerwig’i sayabilirim. Ve tabii Annie Ernaux’nun romanından uyarlanan, yazarın kendi kürtaj hikayesi anlatan, yönetmenliğini Audrey Diwan’ın yaptığı L’evenement ile Justiine Triet’nin Bir Düşüşün Anatomisi filmlerini anmak isterim. Bizden de şahane kadın yönetmenler var. Pelin Esmer, Belmin Söylemez, Ceylan Özgün Özçelik, Sevinç Baloğlu, Aslı Özge ilk aklıma gelenler. Aniden’den sonra birlikte yazdığımız üçüncü filmimiz Pivot için geçtiğimiz Eylül ayında Kültür Bakanlığı desteği alan Melisa Önel’i de anmadan geçemem elbet.
Sizinle dilerim bir gün yüz yüze sohbet etme imkânım olur. İyi ki varsınız, iyi ki yazıyorsunuz, son olarak söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?
Sizinle Ayvalık’ta buluşmayı dilerim! Tomris’i anar, kadehlerimizi günbatımında onun anısına kaldırırız.