AYŞENİL ŞAMLIOĞLU VE REHA ÖZCAN İLE “İKİ KİŞİLİK HIRGÜR” OYUNU ÜZERİNE SÖYLEŞTİK
Dün Edirne’deydiler, bugün Tekirdağ’da… Önümüzdeki hafta da İstanbul’da Zorlu PSM’de sahne alacaklar. Tüm Türkiye’yi karış karış gezen bir turneyle olabildiğince çok tiyatro seyircisine ulaşmayı başaran İki Kişilik Hırgür oyununun iki başrolü, aynı zamanda ekranların çok sevilen oyuncuları Ayşenil Şamlıoğlu ve Reha Özcan, Ajandakolik’te konuğum.
Söyleşi: Nilüfer Türkoğlu
nilufer@ajandakolik.com
Programları oldukça yoğun! Bir bakmışsınız bir gün İç Anadolu’dalar, bir bakmışsınız diğer bir gün Marmara’da… İki arada bir derede onları yakaladım ve birlikte rol aldıkları “İki Kişilik Hırgür” oyunundan yola çıkarak absürd tiyatronun içine dalıp savaştan, yalnızlıktan, iletişimsizlikten bahsedip tiyatro geçmişlerine uzandım. Genco Erkal’ın yargılanmasından, kültür politikası eksiğimizden hatta Ferhunde Hanımlar’dan ve o günlerden bu güne yaşadığımız toplumsal ve sanatsal değişimden bahsettik. Konuşacak konular bitmezdi elbet ama bir yerde noktayı koyduk.
İki Kişilik Hırgür oyunu ile Ankara’da prömiyer yapıp adeta Türkiye turuna çıktınız. Oyun neden Ankara’da prömiyer yaptı ve turne süreci nasıl geçiyor?
Reha Özcan: Oyunun Ankara’da prömiyer yapmasının sebebi yapımcının tercihiydi. Ankara’da Çayyolu’nda Cüneyt Gökçer Sahnesi’nde oynadık ilk. Ve dediğin gibi Türkiye’nin her tarafında oynamaya devam ediyoruz. Turne süreci de oldukça keyifli geçiyor. “Göç yolda düzülür” diye bir laf vardır. Biz de oyunda kendimizi her geçen gün geliştiriyoruz. Çünkü tiyatro oyunları seyirciyle gelişir, kendine gelir, kendini bulur ve bir süre sonra da artık maharetlerini seyirciye tamamiyle sunar.
Ayşenil Şamlıoğlu: Ankara, çok değerli ve rafine tiyatro seyircisine sahip bir kent. Ayrıca dekor gerçekten büyük bir dekor ve her sahneye sığmıyor. İstanbul’da prömiyer yapmayı düşündüğümüz dönemde bu dekorla oynayabileceğimiz salonlar kiralanmış durumdaydı. O nedenle önce Ankara’da başladık. İstanbul’da da oynamayı sürdürüyoruz.
Pandemi döneminde sahnede olmak nasıl? Oyuna katılım az olur gibi endişeleriniz oldu mu, gerçi iki başrol de seyirci için epey cezbedici.
Ayşenil Şamlıoğlu: Böyle bir endişeyi açıkçası ben duymadım çünkü pandemi sürecinde insanlar o kadar çok bunaldı ki restoranların ya da kafelerin giderek dolma hızını ve bazı oyunların ne kadar yoğun seyirciyle perde açtığını gördüğümde böyle bir endişe yaşamadım. Ama tabii iki kişilik bir oyun ve Ionesco’nunki gibi zorlu ve absürd bir metinle bu yolculuğa çıkmak başta yönetmenimiz Işıl Kasapoğlu ve prodüksiyon şirketimiz Elf Yapım olmak üzere hepimiz için (Gülüyor) risk demeyelim de ne diyelim onun adına, bir meydan okumaydı.
Reha Özcan: Pandemi hepimizi endişeye sürükledi fakat bazen bazı sorumlulukları almanız gerekir. Bunlar çok zordur. Evet daha az seyirci beklentilerimiz oluyor zaman zaman ama çok şükür bugüne kadar yaptıklarımız sanırım seyirciyi salonlara getirmek için yeterli oluyor. Şu ana kadar hiç öyle seyirci sorunu yaşamadık. Ayşenil’in de dediği gibi insanlar evde sıkıldılar bu dönemde. Yeniden hayata bakmak istiyorlar ve hayata karışabilecekleri en iyi yerler sanat mecraları.
Gelelim oyunun konusuna… Dışarıda savaş var ama asıl savaş evde gibi! Sizler kimsiniz ve bu iki kişilik hırgürün sebebi ne?
Reha Özcan: Evet, bizler kimiz? Bizler siziz, izleyenleriz aslında. Hayatımız içerisinde hayatı yönlendirenlere, hayata kader biçenlere karşı o kadar duyarsız ve etkenlere karşı o kadar edilgen kalıyoruz ki istemediğimiz bir hayatın içinde sadece nefes almaya çalışıyoruz. Bütün çıkış kaynağı bu. Absürd tiyatronun en önemli unsurlarından bir tanesi de zaten insanların iletişimsizliğidir.
Ayşenil Şamlıoğlu: Aslındaki dışarıdaki savaştan sakınmaya çalışıp kendi kabuğuna çekilerek bütün bunlardan kurtulabileceğini zanneden bir çiftin öyküsü bu. Tıpkı çift gibi dünyada her türlü karanlık, sorunlu süreçlerde kendini bir kozaya ya da güvenli bir mekana, en çok da o mekanlar evlerimiz oluyor, kapatarak ve dış dünyayla fazla temas kurmayarak kendini koruma altına aldığını zanneden bir sürü insan vardır. Hele hele savaş sonrası dönemde, absürd tiyatronun varoluşu düşünüldüğünde elbette o süreci yaşayan toplumun dışavurumu da bu oyunda olduğu gibi gerçekleşiyor. Aslında dışarıdaki savaştan ne kadar kaçınmaya çalışırlarsa çalışsınlar o savaşın iliklerine kadar sızmasının sonucu oluyor, evin içindeki ya da kapandıkları mekandaki o hırgür, o iki kişilik savaş. Bu bir anlamda dışarıdaki savaşın minimal ölçüdeki bir tekrarından ibaret.
Her iki ana karakter için de aslında çok yalnız olduklarını söylemek pek yanlış olmaz sanırım. Bu yalnızlığın temel sebebi ne? Karı koca olmaları en büyük sebep mi?
Reha Özcan: (Gülüyor) Bilmiyorum en büyük sebep bu mu ama hepimizin bildiği gibi insanlar yalnız doğarlar bir sürü etmene rağmen ve yalnız ölürler. Hayat da çok kalabalık bir yalnızlıktır.
Ayşenil Şamlıoğlu: Bu arada çiftin karı koca olduklarından bile pek emin değiliz. O bile kesin olarak ifadesini bulmuyor metinde. İkisi de ayrıldıkları eşlerinden söz ediyorlar. Ama onlara karı koca olarak bile baksak; yalnızlıkları, kendilerini dış dünyadan korumak için izole etmelerinden kaynaklanıyor. Ama bu kadar zor şartlarda dünya bir sınavdan geçerken sizin kendinizi koruma altına aldığınızı düşündüğünüz alanda en hafif problem yalnızlıktır bana kalırsa…
AYŞENİL ŞAMLIOĞLU: “İNSANOĞLU VAR OLDUĞU SÜRECE O ŞİDDET VE SAVAŞ DEVAM EDECEK. İSTERSENİZ BUNA İKİ KİŞİLİK HIRGÜR DEYİN”
Tiyatro tarihinde bir devrim olarak nitelendirilen absürd tiyatronun en büyük temsilcilerinden Ionesco, tiyatronun tüm klasik kalıplarının dışına çıkan bir yazar. Daha önce onun herhangi bir oyununu oynamış mıydınız? Absürd tiyatro oynamak nasıl bir deneyim?
Reha Özcan: Daha önce “Gergedanlar” ve “Kel Şarkıcı”da oynadım. “İki Kişilik Hırgür”de daha önce devlet tiyatrosunda oynadım ama çok kısa bir süreydi. Absürd tiyatro birçok şeyi içine alır. Bugüne kadar yapılmış olan ekollerin hepsini barındırır yani Stanislavski de vardır, grotesk de vardır, Brechtiyen bir tavır, epik vardır. Dramatik bir Çehovyen ve Meyerhold tavır da vardır. Bir sürü ekolü, hepsini uygulayabileceğiniz eşsiz bir alandır. Ionesco’nun en önemli sözlerinden biri de şu “Hayat, hepimiz için büyük bir cehalettir. Ve biz cahile karşı değiliz. Kendi cehaletimizi iyileştirmekle sorumluyuz. Cahilliği kabul etmek insanlık suçudur” der.
Ayşenil Şamlıoğlu: Ankara Devlet Tiyatrosu’nda “Sandalyeler” oyununu oynamıştım. O da iki kişilik bir oyundu. Ionesco, absürd yazımda, absürd tiyatroda çok saygı duyduğum ve çok sevdiğim bir yazar. Hemen hemen bütün oyunlarına bayılıyorum ve hepsini oynamak, tüm oyunlarını yönetmek isterdim. Çünkü bir Avrupa düşünün ki Yüzyıl Savaşları başında patlamış, Birinci Dünya Savaşı’nı atlatmış, İkinci Dünya Savaşı’ndan geçmiş… Bütün bu korkunç süreçlerden sonra ister istemez hayatta birtakım taleplerin saçmalığını, yaşamın aslında ne kadar saçma ve ne kadar boşu boşuna bir çırpınış olduğunu, sonunda insanoğlunun bütün tutkularıyla kendini büyük bir çıkmaza soktuğunu ve bu çıkmaz içinde un ufak olduğunu görüyorsun. İşte bütün bunlara şahitlik etmiş bir adamdan, bir yazardan söz ediyoruz. Zaten absürd tiyatronun ortaya çıkışı da savaş sonrası. Varoluşu sorgularken gördüğümüz hiçbir şey gerçek değil. Yaşam da gerçek değil, biz bir sanrıyı yaşıyoruz ve realiteyle yüzleştiğimiz anda darmadağın oluyoruz. Çünkü realite bizim karşımızda hepimizi yok etmeye hazır bir savaş ve şiddet olarak geldi. Savaş ve şiddet dediğiniz şey bizim oyunda olduğu gibi dışarıdaki savaştan kaçıyorsun ama içeride hâlâ savaşıyorsun. Yani insanoğlu var olduğu sürece o şiddet ve savaş bitmeyecek. İsterseniz bunun adına iki kişilik hırgür deyin…
Diğer oyunlardan oyuncu için farkı ne?
Ayşenil Şamlıoğlu: Tabii ki absürd metinlerin oynanışı daha başka. Hem dibine kadar rolün içinde hem de dışında olmalısınız. Çünkü bu göstermeci üslupta yalnızca tiyatronun yazımında dramaturjiye karşı gelmekle, yaşamı saçma bulmakla kalmıyor aynı zamanda replikleri parçalıyor, anlamı parçalıyor, anlamın arasına alt anlamlar yerleştiriyor. Bu üslubun içerisinde sizin de oyuncu olarak göstermeci bir üslupta oynama zorunluluğunuz beliriyor. Ama göstermeci üslupta oynamak demek mış gibi yapmak demek değil. Büyük bir süratle bir duygudan diğerine seri sıçramalar yaparak sizin de parçalanıp bölünüp dağıldığınız bir oyunculuk sergilemeniz gerekiyor.
Ionesco’nun oyunlarının bugün hâlâ pek çok defa sahneleniyor olmasını neye bağlıyorsunuz? Uyumsuz veya “saçma” diyebileceğimiz bu tiyatro anlayışını seyirci neden bu kadar çok seviyor?
Reha Özcan: Sahnede yapılanın uyumsuz veya saçma olması değil, hayatın saçmalığının yansımasıdır. Kelimelerin yetmediği yerde başlar. İnsanların kendi cümleleri içinde bir dünya araması sırasında da vücut bulur. O yüzden de büyük bir sanat akımıdır. Sadece Ionesco için değil, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan yeni akımların hepsi yaşamaya devam ediyor. Aslında şu andaki barış dönemi, o savaş döneminin enkazının getirdikleriyle hâlâ süren gizli bir savaş.
Ayşenil Şamlıoğlu: Dünyanın her köşesinde bir savaş bitiyor, diğeri başlıyor. Birebir silahla savaşmasanız bile ekonomik savaşın ortasına düşüyorsunuz. Yani bu oyunların yazıldığı yılların nedenselliği ortadan kalkabilmiş değil. O zaman da gündemde kalmaya, oynanmaya ve karşılık bulmaya devam ediyor.
Toplumsal sorunları dile getirmesi bakımından da absürd tiyatronunu önemi yadsınamaz. Seyircinin tüm bu mantıksızlık içinde kendini sorgulama çabası içine girmesi, tiyatronun aslında gerçek işlevini mümkün kılıyor. Bu bağlamda mizah en büyük düşünce araçlarından biri mi?
Reha Özcan: Elbette çünkü Antik Yunan’dan beri katarsis çeşitli şekillerde seyirciyi aktive etti ve günümüzde de teknolojinin gelişim süreciyle birlikte işte üç boyutlu, beş boyutlu bir sürü görseli takip ettiğimiz yerde seyircinin üçüncü boyuttan hikayeleri kendi kafasında oluşturup kendine bir dünya kurabilmesi için onlara zaman vermek gerekiyor. Ve absürd tiyatro bunu sağlıyor. Başka bir akıma evrilene kadar da biteceğini düşünmüyorum.
Ayşenil Şamlıoğlu: Mizah önemli araçlardan bir tanesi ancak benim için absürdün, groteskin ve trajikomiğin yani kara komedyanın güldürüsü bu anlamda düşünmeye ve farkındalığını artırmaya yöneltendir. Bu tarzdaki komedinin, bir farsın ya da bir bulvar komedisinin gevrek kahkahasıyla karşılaştırılabilecek bir gülmece olmaması gerekiyor. O zaman zaten hedefini vuruyor.
Tüm bunlara abartılı kostüm ve dekoru da dahil ediyoruz tabii. Bu dinamiklerin oyunculuğunuza katkı sağladığını söyleyebilir miyiz?
Ayşenil Şamlıoğlu: Olmaz mı! O dekorun içinde, hele o kostümü giydiğiniz andan itibaren dünyanız değişiyor ve bambaşka bir yere doğru gidiyorsunuz. Yani annene çok şey borçluyum! (Gülüyor.)
Reha Özcan: Sonuçta bir rejisörün kafasından çıkan bir yorumdur, tiyatro oyunları. Yazarlar yazar ve o bir köşede beklerken bir yazar o oyuna aşık olur ve onunla yolculuk yapar. Onların oyuncularını bulur. Uygulatıcıları ve uygulayacıları vardır. Biz genellikle yönetmenin uygulayıcısıyız aslında. Ama oyunculuk uygulatıcılığı da beraberinde getirir. Defalarca birlikte çalıştığım sevgili annen, kostüm tasarımcısı Nalân (Alaylı) ve dekor tasarımcısı Hakan (Dündar) ile beraber bütün bunlar yönetmenin anlatmak istediği şeylere hizmet ediyor. Bütün o etmenler; dekor, kostüm, aksesuar, ışık ve diğer efektlerin hepsi oyuncunun sahne üzerinde rolün anlatmak istediğine hizmet etmesi için var ve bu oyunda bunların fazlasıyla nasiplendiğimiz anlarını görüyoruz zaten.
REHA ÖZCAN: “NEFES ALDIĞIM SÜRECE ORHAN VELİ’Yİ HEP YANIMDA TAŞIMAK İSTİYORUM”
Reha Bey siz Orhan Veli’den sonra Einstein’ı da oynamalısınız bence. Bu oyunla tipiniz cuk oturmuş. Aynı dönemlerde iki oyunda birden oynamak yorucu olsa gerek. “Bir Garip Orhan Veli”yi izleyenler anlata anlata bitiremiyor. Kaç sezon oldu? Sanki oyun yıllarca oynarmış gibi geliyor bana, yanılıyor muyum?
Reha Özcan: (Gülüyor.) Çok teşekkür ederim, Einstein’ı ben bir düşüneyim! Evet, “Bir Garip Orhan Veli”, yıllardır ülkemizde oynanıyor. Biz başka bir şeyi denemek istedik. Ve o denediğimiz şey başarıya ulaştı. Pandemi başlamadan önce üç oyun oynayabildik sonra o sürece girdik. Pandemiyle birlikte tabii ki sanat akımlarında da değişiklikler oluyor. Biz de oyunumuzu değiştirdik. Bu sanırım beşinci versiyonu oyunun. Anadolu topraklarında yaşamış, başkaldırısı olan bir şairi oynamak bir oyuncu için büyük bir keyif alanı. Şu ana kadar seyircimiz hep mutlu ayrıldı oyundan. Biz de çok mutlu oluyoruz tabii. Bir kere seyreden, birkaç kere daha gelip seyretmek istiyor. Nefes aldığım sürece Orhan Veli’yi hep yanımda taşımak istiyorum, bakalım nereye kadar giderse oraya… Einstein’a da bakacağız! (Gülüyor.)
Biyografik oyunlar da izleyicinin belki de izlemeyi en çok sevdiklerinden. Sahnede başka kimleri canlandırmak istersiniz?
Ayşenil Şamlıoğlu: Ben bir biyografide oynamak istemem çünkü tiyatro anlayışımla çelişiyor. Ben göstermeci üslubu çok seven bir oyuncuyum, yönetmenim. Dolayısıyla biyografi oynamak için benzetmeci tiyatro yapmak gerekir ki ben o suda kendimi mutlu hissetmiyorum.
Reha Özcan: Aslında hayatın içinde bir sürü yol ayrımına uğramış insanı oynadım. Goethe’yi oynadım, (Güneş Batarken Bile Büyük, 2014) Fransız Devrimi’nden, Birinci Dünya Savaşı’na girerken Osmanlı’dan bir sürü insanı oynadım. Reha Özcan Kumpanyası’nı kurarken bu ülkenin yetiştirmiş olduğu, bu toprakların büyük sanatçılarını mutlaka dünyayla tanıştırmam gerekiyor dedim. Orhan Veli ile başladık. Peşinden yine Murathan Mungan’ın başka bir eserini oynamak istiyorum. Neyzen Tevfik, Sakallı Celâl, Halikarnas Balıkçısı yapmak istiyorum ama mesela Vincent Van Gogh’un kardeşine yazdığı “Theo’ya Mektuplar”ın oyunu var elimde. Bir gün onu da sahnelemek istiyorum. Çünkü sanatsal işler yapan insanların sınırları yoktur. Bütün dünyada farklı yorumlanırlar, farklı algılanabilirler ve o topraklarda da yaşamaya devam ederler diye düşünüyorum. Bu yolculuklarım devam edecek.
Ayşenil Hanım sizin tiyatroda hayallerimin rolü diyebileceğiniz bir rol var mı?
Ayşenil Şamlıoğlu: Hayallerimin rolünü aslında oynadım. Geyikler ve Lanetler’de Cudana rolü. Yazılışını bildiğim, nasıl yazıldığını takip ettiğim bir metindi. Ben o yıllarda ODTÜ’de Mimarlık okuyordum. Murathan (Mungan) da çok yakın arkadaşımdı zaten. Karşılıklı evlerde oturuyorduk. O rolü bana tarif etmesi, role dair ilk notları okuyuşum bunları hiç unutamam. Ve bütün bunların üstüne Türkiye’de iki defa sahnelendi oyun. Ve her ikisinde de bu rolü benim oynamış olmam meslek hayatımdaki en büyük heyecanım ve sevincimdir.
AYŞENİL ŞAMLIOĞLU: “BENİM İÇİN EN UNUTULMAZ FERHUNDE HANIMLARDIR”
Ferhunde Hanım ve Kızları dizisinden bugüne pek çok dizide, filmde yer aldınız. Ama bugün hâlâ akıllarda o dizi var. Bunun en büyük nedeni sizce ne?
Ayşenil Şamlıoğlu: Çünkü Ferhunde Hanımlar, son derece büyük bir akıcılıkla, o güne kadar görülmemiş bir ritimle oynanmakta olan, ona göre bir rejisi olan, arkası yarın olarak devreye giren ve gerçekten hayatımızın içinden, mutlaka sağımızda solumuzda bir şekilde denk geleceğimiz karakterleri bünyesinde barındıran bir diziydi. Ve o kadar sıcacıktı ki… Ankara Devlet Tiyatrosu’nda çalışan oyuncular olarak birbirimizi o kadar iyi tanıyorduk ki bunun meyvelerini topladık diyebilirim. Benim için de en unutulmaz Ferhunde Hanımlar’dır.
Yine o günlerden bugüne Türkiye’yi sanatsal ve toplumsal açıdan değerlendirecek olsanız geldiğimiz nokta için neler söylemek istersiniz?
Ayşenil Şamlıoğlu: Ne yazık ki çok daha yoğun sanatsal etkinlikler ve yoğun izleyici kitlemiz varken son yıllarda bir kayba uğradığımız tartışılmaz. Elbette televizyonda, sinemada çok büyük ataklar gerçekleşti. Televizyonda yapılan işler yurt dışında dünyanın dört bir yanına yayıldı. Festival filmleri gündeme geldi. Ama tiyatrolarda, parlak özel tiyatrolar haricinde ciddi bir erozyon izlemekteyim. Kültür Bakanlığı’nın belediye meclislerinin yani devletin bir kültür politikasının olması lazım. Bizim bir kültür politikası açığımız var. Kesinlikle özel tiyatroların hiçbir şeyi yapılamasa vergiden ya muaf tutulması gerekir ya da tüm bu tiyatrolar düşük vergi ödemeliler. Oysa ki şu anda bir eğlence mekanıymış gibi yüksek bir vergi ödüyorlar ve kazançları hiç de öyle iyi değil. Sinema nasıl destekleniyorsa tiyatronun çok büyük devlet desteğine ihtiyacı var. Bunlar olmayınca ne yazık ki gücünüz bir yere kadar yetiyor ve istediğinizi üretemez hale geliyorsunuz.
Reha Özcan: Geldiğimiz nokta açısından bazı sıkıntılarımız var. Baskıcı sistemlerde sanat hortlar ve değişir, dönüşür. Hep savaş ya da yokluk ya da büyük salgın hastalıkların sonucunda sanatsal dökümanlar ortaya çıkar. Şu an bütün dünyada evet baskıcı bir durum var ama bu baskıcı rejimler, tiyatro sahnesini şenlendirirdi. Fakat şimdi alternatifler çoğaldı. Özellikle teknolojinin evimize, yatağımıza kadar soktuğu alanlar tabii ki seyircinin tiyatro sahnesine gelmesini biraz engelliyor. İşte o yüzden bizim daha çok çalışmamız, yaşamla daha fazla barışmamız ve daha özgün düşünceler bulmamız gerekiyor. Bu geçiş sürecinde bu işin üreticilerinin bir dakika bile duracak zamanları yok.
REHA ÖZCAN: “GENCO ERKAL’DAN DAHA VATANSEVER BİR İNSAN TANIMIYORUM BEN”
Her ikinizi sosyal medyadan da takip eden biri olarak politik bir duruş sergilemekten çekinmiyorsunuz. Bunu yapamayan pek çok sanatçının aksine… Sanatçının toplumsal meselelere duyarlı olması gerektiğini savunanlardansanız. 83 yaşındaki Genco Erkal’ın cumhurbaşkanına hakaret ettiği gerekçesiyle 4 yıl hapsi istenmesi konusunda neler düşünüyorsunuz?
Ayşenil Şamlıoğlu: Olacak şey değil! Sadece Genco Erkal’ın değil demokratik bir düzlemde her bireyin düşüncelerini özgürce ifade etmesi gerekir. Madem ki demokratik bir ülkede yaşadığımızı söylüyoruz hele hele Genco Erkal’a böyle okların yönelmesi bu yaşında mahkeme salonlarına sürüklenmesi benim kabulleneceğim hatta daha ileri gideyim affedilmez bulduğum bir şey.
Reha Özcan: Açıkçası politik bir kimlikle var olmak için söylemiyorum söylediklerimi, hayatın daha güzel olabilmesi için söylüyorum. Çocukluğumdan beri böyle… Babama muhalefettim, anneme muhalefettim. Kendime bile muhalefetim. Ve o muhalefetliğim devam ediyor. Bunun herhangi bir parti ya da herhangi bir -izm üzerinden düşünülmesini doğru bulmuyorum. Mevcut siyasi yapılanmaların hiçbirinin beni ya da kültür sanatı temsil ettiğini düşünmüyorum. Sadece Türkiye’de değil, birçok ülkede kültür sanat politikalarını güdük ve yetersiz buluyorum. Sahnede hiçbir zaman bir oyun seyretmemiş ya da sahneye çıkmamış insanların bu konuda karar vermelerini de ahlaka mugayir buluyorum. Genco Erkal ya da birinin söylediklerinin başka türlü evrilerek ona suç istinat edilmesini de büyük bir saygısızlık olarak görüyorum. Fakat şöyle bir şey var: Nazım Hikmet’in bir şiirinde söylediği gibi “Onların taş atmaya hakkı var, bizim ah demeye hakkımız yok.” Biz bildiğimizden şaşmayacağız, onlar bildiklerinden şaşmayacaklar. Bu böyle sürüp gidecek. Fark etmiyor! Dünyanın her tarafında bu böyle oluyor. Biz de biraz daha koyu, altı daha çok çiziliyor. Ama fark etmiyor ki, biz yaşıyoruz. Kötü insanlar değiliz, vatanseveriz. Genco Erkal’dan daha vatansever bir insan tanımıyorum ben. Ve bu ülke için ondan daha fazla çalışan bir politikacı görmedim. 83 yaşına kadar sanırım onlarca iktidar değişmiştir, binlerce politikacı gelip gitmiştir hayatında ama hepimiz Genco Erkal’ı bileceğiz, sonrasında da bileceğiz. Nasıl Müşfik Kenter’i, Yıldız Kenter’i , Cüneyt Gökçer’i biliyorsak Genco Erkal’ı da bileceğiz. Bence bu sanatçılar, daha fazla saygıyı hak ediyorlar, pamuklar içinde saklanmaları gerekiyor.
Söyleşinin sonunu yine İki Kişilik Hırgür’e bağlayarak bitirelim… Bu oyunda Ionesco ve yönetmen Işıl Kasapoğlu gibi iki önemli unsur var. Sizin için öncelik hangisi? Metin? Yönetmen? Yazar? Diğer oyuncular?
Ayşenil Şamlıoğlu: Tiyatro kolektif bir sanattır. Bunların hepsi bir arada çok değerlidir. Bu sacayaklarından birinden biri eksik olduğunda ortada bir işin olmasına imkan yok. Aynı şekilde benim bakış açımda dekor, ışık, kostüm, müzik, koreografi, dramaturji hepsi oyunun olmazsa olmazlarıdır. Hepsi birlikte nitelikli, leziz bir oyun var ederler.
Reha Özcan: Ionesco, Işıl Kasapoğlu, Ayşenil Şamlıoğlu. Başka hiçbir şeye gerek yok. Ama bütün bu unsurların her oyunda benim için önemi var. Yola çıkarken yol arkadaşlarınızı iyi seçmelisiniz. O yolculuk muhteşem bir tatile de dönüşebilir, muhteşem bir azaba da… O yüzden yol arkadaşlarımı seçmek benim için çok önemli.