ASLI TOHUMCU: “YARDIMA İHTİYACIMIZ YOK, HAYATI EŞİT ŞEKİLDE PAYLAŞMAK KONUSUNDA ISRARIMIZ VAR”
Aslı Tohumcu’nun çocuk kitaplarını her zaman ilgiyle takip ettim, elime geçtikçe de hep okumaya çalıştım. Çocukların dünyasına kattığı eşsiz hayalgücü ve birbirinden değerli öyküleriyle öyle değerli bir yazar ki, söyleyecek çok sözü, incecik bir hassasiyeti ve kalıpların dışına çıkan geniş bir bakış açısı var. Bugün Ajandakolik’te onu son çocuk kitabı “Benim Babam Kötü Örnek” ile ağırlıyorum. Bir gün yüz yüze sohbet edebilmek dileğiyle…
Söyleşi: Nilüfer Türkoğlu
nilufer@ajandakolik.com
Bir baba hayal edin. Mutfakta türlü yemekler yapıyor, doğum günü pastasını bile hazılıyor, bavulları sırtlıyor, anneyi işine ya da arkadaşlarına, kızını okuluna bırakıyor, dikiş dikiyor, perdeleri asıyor. Yani evin tüm işleri için koşturuyor ve bundan hiç şikayetçi de olmuyor. Aslında bunları hayal etmeye gerek yok. Olması gereken bu, değil mi? Tıpkı anne gibi babanın da ev işlerinde “yardım eden” değil de “ortak olan” olması. Edebiyatımızın güçlü kalemlerinden Aslı Tohumcu, kadınların gücünden aldığı ilhamla “Benim Babam Kötü Kötü Örnek” kitabında aile içindeki rollerin altını çiziyor. Üstelik bunu öyle sıcak, öyle samimi bir hikâyeyle yapıyor ki tüm babalar, tüm erkekler okusun ve kötüyü (!) örnek alsın istiyorsunuz. Aslı Tohumcu ile söyleşimize kulak verin. Diyor ki “Çevremde iyi babalar var elbette, ama hiçbir babanın ortalama bir anne kadar iyi olabileceğini sanmıyorum. Kırk fırın ekmek yemeye, üstelik bunu gönüllü yapmaya ihtiyaçları var bunu başarmak için, ya da kim bilir başka nelere…”
“TOPLUMUN ANNELİĞE YÜKLEDİĞİ MANASIZ, KADINI SÖZDE KUTSALLAŞTIRIRKEN KÖLELEŞTİREN ANLAMLARI DÜŞÜNÜRKEN BU FİKİR AKLIMA GELDİ”
Son çocuk kitabınız “Benim Babam Kötü Örnek”, öncelikle ismiyle çok dikkat çekici! Başlık ilk bakışta negatif bir anlam içerse de Mavisu Demirağ’ın neşeli kapak tasarımıyla “Burada başka bir iş var!” dedirtiyor insana! “Kötü Örnek baba Adnan”ın hikâyesini ne zaman yazmaya başladınız? Nasıl ortaya çıktı?
Bu hikâyeyi 2018 yazında yazdım. Kızım küçüktü tabii ve yazın onunlayken uzun soluklu bir şeye kalkışmak, konsantrasyon açısından o dönem zordu. Annelik zaten sürekli sorguladığım, üzerine enine boyuna düşündüğüm bir rol. Bu role toplumun yüklediği manasız, kadını sözde kutsallaştırırken aslında köleleştiren anlamları düşünürken geldi bu fikir aklıma. Kadına yakıştırılan rollerin hepsine bürünebilen ve bu nedenle etrafındaki diğer erkekleri rahatsız eden bir baba fikri. Çok eğlenceliydi açıkcası. Fikri bulunca gerisi de peyderpey geldi.
“OLMASI GEREKEN BABALIK BU. OLMASI GEREKEN ERKEKLİK”
Karşımızda adeta bir “süper baba” var! Kötü örnekliği de burada! Ailenin tüm erkekleri, (amca, dede, enişte…) hikâyenin baş kahramanı babayı küçük kızına “kötü örnek” olarak gösteriyor. Böyle bir baba figürüyle büyümüş olma ihtimaliniz var mı? Ya da çevrenizde her şeye yetişen bu müthiş babalara rastlıyor musunuz sıklıkla?
Hayatı, değişen koşulları içinde gerçekten müşterek yaşayan, birbirini seven ve düşünen bir ebeveynle büyüdüm. Babam ben küçükken hep şantiyelerdeydi, annemin üzerindeki yük elbette tartışılmazdı. Ama annemin çalıştığı dönemlerde de babam seve seve ev içi emeği vermiştir. Çevremde iyi babalar var elbette, ama hiçbir babanın ortalama bir anne kadar iyi olabileceğini sanmıyorum. Kırk fırın ekmek yemeye, üstelik bunu gönüllü yapmaya ihtiyaçları var bunu başarmak için, ya da kim bilir başka nelere… Ama kitaptaki babanın süper baba olduğu düşüncesine de karşıyım. Olması gereken babalık bu. Olması gereken erkeklik. Kendi işini kendi yapan, çocuğunun bakımını eşit derecede üstlenen baba. Yoksa kadınlar her Allahın günü süper’ler!
Haklısınız! Buradan yola çıkarak kitabın odağında bir çocuğun kendi ailesine bakışı ve kalıplaşmış aile içi rolleri sorgulamasını görüyoruz. Aslında daha derine indiğimizde kitap, bu çok olumlu baba figürüyle aile içi sistem eleştirisini de içinde bulunduruyor. Türk aile yapısını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce yeni nesil ailelerde aile içi roller artık daha eşit bir dağılım gösteriyor mu?
Bazı aileler için farklı olsa da, istisnalar olsa da yani, hâlâ birçok evde kadının emeğinin çok hoyrat kullanıldığını, evin ve çocukların sorumluluğun hep kadınlarda olduğunu düşünüyorum. Bunun böyle olduğunu yaşıyoruz, görüyoruz da zaten. Erkek en iyi ihtimalle “yardım eden” konumunda. Bizim kimsenin yardımına ihtiyacımız yok hiçbir konuda, hayatı eşit şekilde paylaşmak konusunda bir ısrarımız var.
Bu kalıplaşmayı yıkmak için yapılması gerekenler neler?
Kendi imkân ve becerilerimiz dahilinde mücadeleye, eşitçe yaşama ısrarımızı sürdürmeye devam etmek sanırım.
Benim kitapta en çok sevdiğim ayrıntı ise baba için kullandığınız imgeler ve o imgelere uygun görevleri. Örneğin kimi zaman “çok iyi bir halterci”, kaldıramadığı ağırlık yok. Market torbalarından tatil çantalarına, kızının sırt çantasından gününe göre kızına her şeyi yüklenen bir baba. Ya da “çok iyi bir akrobat”. Yapamadığı sihirbazlık yok. Perde de takıyor, renklileri beyazlardan ayırıp çamaşır da yıkıyor. Ve tüm bunları şiirsel bir dille anlatıyorsunuz. Her satırın kendi içinde bir ahengi var. Tüm bunlar yazarken mi oluşuyor Aslı Tohumcu’nun çocuk edebiyatında? Nasıl çalışıyorsunuz?
Durmadan okuyarak, başka kadınlarla özellikle okuduklarımı paylaşarak, onların ışığından da yararlanarak yani, düşünerek, kağıdın başında gereken emeği vererek yazdım bu kitabı da. Hikâyenin tamamını gördükten, diğer erkekleri hangi açılardan korkutacağını, hangi işler için kollarını sıvayacağını bulduktan sonra gerisi azar azar geldi.
Mavisu Demirağ’ın müthiş çizimlerini de unutmamak lazım. Hikâyenizle müthiş bir uyum içinde. Nasıl bir araya geldiniz?
Mavisu Demirağ gerçekten de şahane bir sanatçı. Bu projede iki kadının bir araya gelmesi de ayrı anlamlı, ayrı güzel benim için. Bu birlikteliği, benim Mavisu’ya hayranlığıma ve editörüm Mehmet Erkurt’un bizi birbirimize yakıştırmasına borçluyuz. Yoksa Mavisu ile bu cumartesi görüntülü sohbet ederek tanışacağız ilk kez. Kitap sırasındaki çalışmamızı Mehmet aracılığıyla yürüttük çünkü.
Merak ettiğim bir şey daha var. Bu hikâyenin ana karakteri baba Adnan madem, sırada anne Mine’ninki mi var? (Kitaptaki ipucuna dayanarak) Onu da yazmaya başladınız mı ya da hazır mı yoksa?
Kitaptaki “Annemin hikâyesi başka sefere,” cümlesi biraz lafın gelişi. Bu hikâyenin, aslında babanın olduğunu iddia ettiğimiz hikâyenin, annenin de hikayesi olduğunu düşünürsek, anne için ayrı bir hikâyeye gerek görmedim. Ama bilmem ileride fikrim değişir mi?!
“YETİŞKİNLER İÇİN SEÇTİĞİM KONULAR BENİ DE YAZARKEN YORUYOR, ÜZÜYOR”
Çocuk ve gençlik edebiyatında daha fazla eser veriyorsunuz. Özel bir tercih mi bu, bu tarafta daha güvenli, daha sükunet içinde olduğunuzu düşündüğünüz oluyor mu?
Türkiye’de edebiyat üretiminin hiçbir kanadının güvenli olduğunu düşünmüyorum. Çocuk edebiyatında da yetişkinlerin saçma hatta sinir bozucu önyargılarıyla mücadele etmeniz gerekiyor. Çocukları aptal yerine koyan ya da gereksiz ahlakçı ve korumacı yaklaşımlarla bir mücadeleye giriyorsunuz ister istemez. Bu açıdan baktığımda çocuk edebiyatıyla yetişkin edebiyatını ortak bir mücadele alanı olarak görünüyorum. Ama elbette çocuk edebiyatı tasarlaması, hayal etmesi, yazması çok çok daha keyifli bir alan. İnsan yazarken iyileştiğini hissediyor. Yetişkinler için seçtiğim konular elbette okuyanı olduğu kadar, beni de yazarken yoruyor, üzüyor. Farklı bir tatmin veriyor.
Çalışma masanızın üzerinde şu an neler var? Hangi kitabı okuyorsunuz bir yandan?
Şükufe Nihal’den Sevgi Soysal’a birçok kadının öyküleri var masamda, Tarih ve Toplum dergilerinin özellikle kadın meselelerine yönelik sayıları bir de. O dergileri de sağ olsun babam topladı bana sahaflardan, gün gün. Onun dışında her zaman çocuk edebiyatı var elbette. David Walliams’ın Buz Canavarı adlı romanı, Shaun Tan’ın Şakırdayan Kemikler’i. Bir de tekrar okumak için Neil Gaiman’dan Odd ve Ayaz Devleri.
Ajandakolik’in klasik bir sorusu var. Ajandanız ya da not defteriniz var mı? Varsa içlerinde neler var?
Yeşil kaplı, çizgili, koca sayfalı bir defterim var, evet. Benimle bir tek yatağa girmiyor diyebilirim. Öykü fikirleri, atölye notları, okuduklarım, bir de tabii azıcık kişisel ve mahrem şeyler oluyor genellikle içinde. Defterlerimi saklamıyorum ama, belli bir süre sonra vedalaşıyorum onlarla.
“KENDİMİ DÜNYADAN KOPARABİLDİĞİMDE YAZIYORUM”
Pandemi özellikle tiyatro ve müzik gibi sanat dallarını epey etkiledi. Edebiyatın bu süreçte etiklendiğini düşünüyor musunuz? Sizin yazma disiplininizi etkiledi mi mesela? Nasıl geçirdiniz, geçiriyorsunuz bu tuhaf dönemi?
Sektör olarak edebiyat da etkilendi elbette, zaten kültür sanat ürünlerinin nasıl bir emekle üretildiğini çoğu zaman görmezden geliniyor. Sanatçıya hep bir mirasyedi muamelesi yapılıyor ya da onun kira/fatura derdi yokmuş gibi bir anlayış var. Ekonomik anlamda kitabın yazılışından, rafa ulaşmasına kadar geçen süreçte emek veren herkesin hayatı etkilendi. Kendi adıma, kendimi dünyadan koparabildiğimde yazıyorum. Ya da bu belirsizlik karşısından delirmemek için evde olduğuma şükrede şükrede yazıyorum bazen. Ama pandeminin iyice ortaya çıkardığı eşitsizliğin önümüzdeki dönemde başta edebiyat olmak üzere sanatın bütün dallarına nasıl yansıyacağını da merak ediyorum. Edebiyat da artık şekil değiştirmek zorunda gibi geliyor bana. Ele aldığı konular açısından, hiçbir şeyi ıskalamaması, daha büyük resme bakması gerekiyor.
Çocuklar için bu kadar üretken olmanın en büyük sırrı hayal gücü ve çok okumak mı?
Ben bazı açılardan büyüyemedim pek. Kendiliğinden olan bir şey bu. Bir yetişkinden beklendiği kadar olgunlaşmadım. En sık duyduğum sözdür, “çocuk gibisin”. Bu eleştiriyi ben iltifat olarak alıyorum. O yüzden hayal gücü ve çok okuma kadar, karakterimin bu yanının da üretirken bana yardımcı olduğunu düşünüyorum.
Ufukta başka kitaplar var mı?
Çocuklar için sıradışı olduğunu umduğum bir hikâye bitirdim. Onu demlendiriyorum. Bir süre sonra üzerinden güzelce geçip cilalamayı istiyorum. Onun demlenmesini beklerken de yetişkinler için öyküler çalışıyorum, geleceğimizi tasarlamaya çalıştığım öyküler bunlar ama bakalım, bana da yabancı bir alanda yolculuk ediyorum sanki, o yüzden nasıl gidecek bekleyip göreceğim.
Son olarak tam da bu soruları hazırlarken bir gün sonrasının 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’ olduğunu hatırlayarak “Benim Babam Kötü Örnek”i tüm erkek çocukları, tüm babalar, amcalar, dayılar, dedeler, enişteler okusun isterim. Önümüzdeki Türkiye fotoğrafına bakıp neler diyeceksiniz? Bir kitapla değişse keşke her şey, öyle değil mi?
Umarım “Benim Babam Kötü Örnek” tüm erkeklere, oğlan çocuklarına güzel bir örnek olur, sizin dediğiniz gibi. Ama elbette bir kitapla, hiçbir kitapla belki, değişmez dünya. Devasa bir duvara minnacık tuğlalar yerleştirmek bizimkisi. Dokunabildiğimiz kadar hayata dokunma çabası. Küçümsenecek bir çaba değil tabii ki. O yüzden bildiğimiz şekilde üretmeye devam.
Tüm “kötü örnek baba”ların kitabınızdaki gibi olması dileğiyle. Çok teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.