Özgür Balpınar: “Çıkarcı bir samimiyetle herkesi arkadaşımız olarak görüyoruz”
“Söz gelimi insanlar bir arkadaş edinmek için bu kadar zahmete girmez; selam verebildikleri her insan onların arkadaşıdır. Oysa bir arkadaş, yalnızca bir arkadaştan ibaret değildir. Çok daha fazlasıdır.” (Canım Arkadaşım / Özgür Balpınar)
Söyleşi: Nilüfer Türkoğlu
Genç kuşak yazarlarından Özgür Balpınar, Canım Arkadaşım ismini verdiği son romanıyla iki çocuğun özveriyle yaratmaya ve tüm sınırları aşmaya çalıştığı bir dostluğun hikâyesini etkileyici bir dille kaleme aldı. Özgür’le, kitabından yola çıkarak arkadaşlık kavramından ağaçların gölgesine uzanan bir söyleşi yaparken aklımda hep aynı soru vardı: Gerçekten de “canım arkadaşım” diyebildiğim kaç arkadaşım var bu hayatta?
Öncelikle şunu söylemeliyim ki; ellerine sağlık Özgür! Canım Arkadaşım, romanın isminin hakkını sonuna kadar veren özel bir arkadaşlık hikâyesi. Bu hikâyeyi ne zaman yazmaya başladın? Sana ilham veren bir arkadaşlıktan mı yola çıktın yoksa tamamiyle kurgu mu?
Çok teşekkür ederim. Hikâye birdenbire ortaya çıkmadı tabii ki. Küçük küçük parçalar eşliğinde kendini var etti. Aldığım notlar birikince yazmaya karar verdim. Yalnızca arkadaşlık konusunda değil, yaşadığım birçok hatıranın etkisi var Canım Arkadaşım’da.
Kitabın kapağına baktığımız zaman isminin altında Çince harfler de görüyoruz. Çince meali olsa gerek. Cevabını merak ettiğim sorulardan biri de bu aslında. Hikâyenin yalnızca baş karakterleri Tai ve Yue değil, romanda herkes Çinli. Türk romanlarında pek sık rastlamadığımız bir şey bu. Hikâye neden Çin’de geçiyor?
Farklı kültürleri araştırmak, o kültürlere ait efsaneleri, hikâyeleri, şarkıları incelemek hoşuma gidiyor. Yazdığım romanları, elimden geldiğince bu kültürel renklerle harmanlamaya çalışıyorum. Eksiklerim çoktur tabii fakat zamanla daha iyi olacağımı düşünüyorum. Canım Arkadaşım’ın Çin’de geçmesinin birincil sebepleri Çin’in kültürel zenginliği ve orada çalışan çocuk işçi sayısının epey fazla olması.
Sen Çince biliyor musun? Ve Çin’de hiç bulundun mu? Bulunduysan eğer oradaki varoş sokakları gezme imkânın ve romanınla bağlantılı olarak çocuk işçileri gözlemleme şansın oldu mu?
Maalesef Çince bilmiyorum. Çin’e hiç gitmedim. Bu nedenle, romanı yazmadan evvel yalnızca araştırma yapmakla yetindim. Bu konu hakkında birkaç olumsuz eleştiri de aldım hatta; gidip görmediğim bir yeri nasıl anlatabildiğim, kitabıma konu edebildiğimle alakalı.
Bence “gerçekçilik” konusunda çocuk ve gençlik edebiyatıyla yetişkin edebiyatı arasında ciddi bir fark, hatta uçurum var. Çocuklar okudukları kitaplarda daha naif, daha yumuşak bir dil görmeyi istiyor; ayrıntılardan ziyade hikâyenin akışında kalmak onlara daha cazip geliyor.
Bahsini ettiğim şeylerden, “Çin’de geçen bir hikâye yazmak için Çin’e gitmeye gerek yok” algısı çıkmasın. Şartlarım gereği, bu durum şimdilik bana fazlasıyla lüks. Elbette gidip gezme şansım olsaydı, daha iyi bir roman çıkabileceğini söyleyebilirim.
“OLMAK İSTEDİĞİM VEYA OLMASINI İSTEDİĞİM KARAKTERLER YARATMAYA ÇALIŞIYORUM”
Romanında yarattığın ana karakter Tai gerçekten etkileyici bir karakter. Bu kadar olgun olmasının altında neler yatıyor sence?
“Olmak istediğim” veya “olmasını istediğim” karakterler yaratmaya çalışıyorum romanlarımda. Bana veya etrafımdaki insanlara belirli yönleriyle benziyor fakat yine de tastamam birbirini karşılamıyorlar. On altı yaşımdayken çok toy olduğumu hatırlıyorum. Fakat şimdilerde on iki on üç yaşındaki bazı çocuklarda olgun tavırlarla karşılaşınca şaşırıyorum. Tai’yi yazarken de içimde kalan bir özlemle yazmış olabilirim bu yüzden.
Karakterlerine verdiğin isimler de çok manidar. Romanda hikâyesine rastladığımız Yin Yang’dan yola çıkarak -belki de – yarattığın isimler Taiyang ve Yue, Güneş ve Ay. Biri aydınlığı diğeri karanlığı simgeliyor. Birbirlerini tamamlıyorlar. Biraz bize bu dostluğun başrolündeki bu karakterlerden bahsedebilir misin? Okuyucuya çok da ipucu vermek istemem ama…
Her insan biriciktir. Birbirine tıpatıp benzettiğimiz iki insan bile birbirinden o kadar farklı ki… Birini tanımaya çalışırken epey çaba sarf ediyoruz, oysa kendimizi tanımıyoruz. Birini tanıma çabası, öncelikle kendini tanıma çabasıdır bana göre. Taiyang ve Yue’nin arkadaşlığı da bu temel üzerine inşa edildi.
Romanında yoğun bir doğa sevgisi de görüyoruz. Tam da memlekette Kazdağları’yla ilgili yüreğimiz dağlanırken ve pek çok orman yangını haberi alırken… İnsanın içini yeşillendiren bir roman Canım Arkadaşım. Bir dostluğun izlerini takip ederken öte yandan Gingko ağacının sonsuzluğunun da yer yer içine yedirildiği bir hikâye… Okulda Çevrebilimi dersi, ismi ağaç anlamına gelen Öğretmen Shu… Çok önemli ayrıntılar bunlar… Ağacın tohumları ne zaman içine düştü? Doğayla olan ilişkinden bahsetmek ister misin?
Günümüzün çocukları topraktan, ağaçtan, hatta artık sokaktan dahi uzak büyüyor maalesef. Örneğim biraz abes gelebilir ama “ağaçtan düşen” çocuklar yok artık. Çocukken ben ağaçtan da düştüm, o ağacın meyvesini de yedim. Bunun için kendimi şanslı hissedeceğimi hiç düşünmezdim. Modern hayat gelişirken doğaya zarar veriyor; insanlar, para etmediği için değersiz gördükleri her şeyi yakıp yok ediyor. Son nefesime kadar ağaçları, doğayı ve yaşamın değerini savunacağım. Unutmadan: Kazdağları’nın Üstü Altından Değerlidir.
“HERKES YAZAR OLABİLİR DÜŞÜNCESİ NORMALLEŞİYOR”
Yine Genç Timaş’tan çıkan diğer üç kitabın Göğü Yere İndirelim, Yeryüzünün Kalbi ve Düşler Atlası da yeşilin kıymetini, hayvanların dostluğunu, paylaşmanın ve sevginin önemini hatırlatıyor. Bu alanda gençler üzerinde farkındalık yaratmak çok önemli. Biraz o kitaplardan da bahseder misin?
Günümüzde özellikle çocuk edebiyatında edebi değerden yoksun, çabuk tüketilebilecek eserlerin yayımlandığını sıkça görüyoruz. Bir kitap yazabilmek, inanın ki artık çok kolay. Elli yıl öncesinde kitaplara, yazarlara ve yazar olma arzusuna daha farklı bakılıyordu. Eli kalem tutan, bir şeyler üretebilen insanlar yazma cüretini sorguluyordu. Artık onlarca yayınevi, o yayınevlerinin de yüzlerce alt markası var. Paranız varsa kitabınızı hemen basıyorlar mesela. Böylelikle “herkes yazar olabilir” düşüncesi normalleşiyor. Bu durum da “nitelikli edebiyat” dediğimiz olguya zarar veriyor.
Kendimi bu konuda sıkça sorguya çekiyorum. Hikâyenin özgünlüğünü, okura neler kattığını, niteliğini ve geleceğe kalıp kalamayacağını yazdığım her kitabın öncesinde düşünüyorum. Özellikle çocuk edebiyatı için kırmızı çizgi olmalı bu. Yoksa bahsini ettiğimiz o farkındalığı yaratmanın yerine çocukları olumsuz etkileyebiliriz. Göğü Yere İndirelim, Yeryüzünün Kalbi ve Düşler Atlası da bu bilinçle yazıldı.
Senin asıl mesleğin yazarlık mı yoksa başka bir işin var mı?
Mesleğim yazarlık. Bunun yanı sıra “freelance” olarak tabir edilen serbest zamanlı işler de yapıyorum.
“BİR KELİMENİN SAVAŞINI VEREBİLMEK, BİR YAZAR İÇİN MÜHİM MESELE”
Canım Arkadaşım’a dönecek olursak roman Genç Timaş’tan çıktı ama aslında yetişkin okuyuculara da hitap ediyor. Günümüzde özellikle sosyal medyayla iyice unutulan dostluk kavramını hatırlatmak açısından bu hikâyenin çoğu kişiyi etkileyeceğini düşünüyorum. Şimdiki zamanın arkadaşlıklarını nasıl değerlendiriyorsun? Herkesin, sevmediği insanlara bile ‘kalpler, çiçekler’ gönderdiği bir devirde “Canım arkadaşım” diye arkadaşımıza hitap etmek klişe ve yapay kalıyor olabilir mi?
Sabahattin Ali anlatıcı olarak yazdığı bir öyküsünde, herkesi sevebileceğini düşünen bir karakterine, “Kaç tane kalbin var senin?” diye sitem etmişti. Sahi, kaç tane kalbimiz var bizim? Sevgiden ne anlıyoruz? Ya arkadaşlıktan?
Duygularımızı kaybediyoruz. Çıkarcı bir samimiyetle herkesi kardeşimiz, arkadaşımız olarak görüyoruz. Lakayt bir tavırla herkesi ama herkesi seviyoruz. Herkese bol keseden kalpler, çiçekler gönderiyoruz.
Canım Arkadaşım’ı ilk okuyanlar, “Böyle arkadaşlık kaldı mı zamanımızda?” diye sordular bana. Kalmadı elbet. Anbean tükettik çünkü insanı insan yapan tüm duyguları. Artık kendimizi bile tanıyamayacak haldeyiz.
Kitabımın ismini Canım Arkadaşım olarak belirlediğimde yayınevi içinden, ismin klişe olduğu yönünde birkaç eleştiri gelmişti. Bir sözcüğün değerini azaltan, onu yapay kılan ve bir klişeye çeviren biz insanlardan başkası değil. Fakat o sözcüğe gerçek değerini kazandıracak olanlar da yine biziz.
Günümüzde bir kelimenin savaşını verebilmek, bir yazar için mühim meseledir. Kazanılan bir savaş zafer değildir belki, olması gerekendir. Fakat kaybedilen savaş da unutulmaz, zamanı geldiğinde o kelimelerin değeri hatırlatılır ve anlaşılır.
Senin “Canım Arkadaşım” diyebildiğin arkadaşın ya da şanslıysan arkadaşların var mı?
Bir arkadaşım oldu. İsim vermeyeyim de kimse gücenmesin. (Gülüyor.)
Yazın hayatına ilham veren yazarları da merak ediyorum. Doğa üzerine yazan genç bir yazarın kitaplığında kimler var?
Zengin bir kütüphanem var. İsim isim sayarsam liste uzar gider, eksik bıraktıklarıma üzülürüm. Beni en çok etkileyen yazarların başında Yaşar Kemal’in geldiğini söyleyebilirim.
Peki ya çalışma masanın üzerinde neler var?
Çalışma masamın üzerinde pek çok yeni proje var. Biraz iddialı olacak ama şu an için yeni fikir yaratma çabama bir son versem dahi, onlarca kitaba malzeme oluşturacak sayfalarca not var elimde. Üretme konusunda rahatım ve kendime güvenim tam. Yeni kitap veya kitaplar beş altı ay sonra okurla buluşacak bir aksilik olmazsa.
“YAZMAK BENİM İÇİN BİR İŞ, ÇOCUKLAR İÇİN YAZDIĞIM İÇİN AYRICA BİR SORUMLULUK”
Her gün bir şeyler yazar mısın? Öyle bir disiplinin var mı?
İsmimden de anlaşılacağı üzere baskıya ve disipline gelemeyen biriyim. Her gün yazamıyorum bu yüzden. Ama yazmaya başladığım zaman da düzenli aralıklarla yazıyorum. Yazmak benim için bir iş, çocuklar için yazdığım için ayrıca bir sorumluluk… Fakat bunların da ötesinde ben yazma eyleminin kendisine sevdalıyım. Dinledikçe keyif veren, uzun ve hiç bitmeyecek şarkılar gibi geliyor bana.
Adana doğumlusun. Benim de çocukluğumun başkentidir Adana. Her ne kadar Adanalı olmasam da ilkokul üçe kadar Adana’da yaşadım. Doğduğun şehrin üzerinde etkisi var mı? Üniversite yıllarında mı İstanbul’a geldin?
Elbette etkisi vardır. Fakat sanırım eskiye nazaran azalan bir etki bu. Mesela bir kuşak önce yaşasaydım, üzerimde çok daha etkisi olurdu Adana’nın. Babam pamuk tarlalarında çalışmış fakat ben bu şerefe nail olamadım. Önceki kuşaklara göre daha el bebek gül bebek büyüdük biz. Şimdikiler bizden de kötü durumdalar bu konuda.
Üniversiteden sonra, 2014’te geldim İstanbul’a. Hayallerim için geldim. Hayallerimin küçük bir kısmına ulaştım, hayal kurmaya devam ediyorum.
“KEDİLER EN ÇEKİLMEZ ANIMIZDA YANIMIZA SOKULUP BİZE BİLGECE DERSLER VERİYOR”
Tai’yla ortak iki belirgin özelliğim var. Bunu seninle paylaşmadan geçmek istemem. Çevremde bana yakın olan insanlar da bana ‘Güneş kız’ der. Burcumun gezegeni de Güneş. Veee daha da önemlisi benim kedimin adı da Zeze! Sanırım sizin de kedileriniz var. Hadi bize biraz onları da anlat…
Kediler müthiş canlılar… İki kedimiz var: İsimleri Odin ve Karamel. Buradan onlara da selam göndermek isterim. Kedilerin insanları iyileştirdiğine inanıyorum. Doğal bir terapi gibi… Ve öyle güzel bir umursamazlıkla yapıyorlar ki bunu, hiçbir canlıya bu kadar yakışamaz.
Biz insanlar gerçekten çekilmez canlılarız; öfkemiz, sıkıntımız, bencilliğimiz hiç bitmez bizim. Fakat kediler, en çekilmez anımızda yanımıza sokulup bize bilgece dersler veriyorlar. Ah bir de kıymetlerini bilsek…
Şu aralar ne okuyorsun?
Tuğba Coşkuner’in Macera Ekspresi’ni okuyorum. Doğasever her okura seri olarak tavsiyemdir.
Ajandakolik’in klasik bir sorusu var: Ajanda tutuyor musun ya da bir not defterin var mı?
Ajanda tutmak bir disiplin istediği için bunu beceremiyorum maalesef. Günlük tutmak konusunda da hiç başarılı olamadım mesela. Benim tuttuğum günlükler zamanla haftalık ve aylık olarak bir düzensizliğe kapılınca bu uğraştan da vazgeçtim. Fakat not defterleri hakkında paragraflarca yazabilirim. Onlarca not defterim var ve bunların yarısı notlarımla dolu. Biri bana hediye alacaksa not defteri almasını isterim mesela. Yalnızca not defterlerime ayırdığım bir teldolabım var. (Gülüyor.)
Konuk olduğun için çok teşekkür ederim. Sen hep yaz, biz de hep okuyalım. Teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim. Dilerim ki Ajandakolik’in ömrü çok uzun olsun.