PERİ MASALLARINA İNANIN: DELÂL ARYA’DAN YENİ BİR SERİNİN İLK ROMANI “GÖZCÜ KULESİNDE – ÖTEDEN BERİ”
Bazı insanlara daha tanışmadan kanınız kaynıyor, onun özel bir insan olduğunu uzak mesafelerden bile hissedebiliyorsunuz. Fantastik çocuk edebiyatının hünerli kalemlerinden Delâl Arya benim için işte bu insanlardan biri. Can Çocuk’tan çıkan yeni kitap serisinin ilk romanı “Gözcü Kulesinde – Öteden Beri” için klavyeler arasında sohbetimize hiçbirimizinkine benzemeyen çocukluğundan peri masallarına, annelikten İstanbul’a ve hayallerine bi’ dolu şeyi sığdırdık. Umarım bir sonraki söyleşimiz yüz yüze olur da bu peri masallarının peri yazarını daha da yakından tanıma şansını yakalarım.
SÖYLEŞİ: Nilüfer TÜRKOĞLU
nilufer@ajandakolik.com
Öncelikle şunu söylemeliyim sevgili Delâl, yüz yüze olmasa da klavyeler arasında bir söyleşi aracılığıyla seni tanıdığım için mutluyum! Otobiyografini okurken de hem çok eğlendim hem de uzak denizlere gitmek için can attım. Çocukluğu kaptan babasıyla gemilerde geçmiş bir yazar olarak diyorsun ki “Denizde çocuklar kraldır. Ailesinden uzakta yaşayan denizciler özlemlerini gemideki çocuklarla giderirler.” Ajandakolik okurları için hikayeni bu noktan itibaren biraz anlatır mısın? Beş yaşından itibaren hafızanda resimlenen yolculuklarını…
Gemi bir çocuk için hayali bir yerde yaşamak gibidir. Bazen yüzlerce odası olan bir kaleye dönüşür, bazen tehlikeli yaratıklarla dolu ıssız bir adaya veya bir uzay gemisine. Bütün bunlara geminin aşçıbaşısının sadece çocuklar için pişirdiği kurabiyeler, kaptan katı güvertesindeki suyu denizden alınan küçük bir havuz ve günbatımıyla beraber havuzun kenarına kurulan açık hava masaları da eklendiğinde bir çocuk için olabilecek en eğlenceli yere dönüşür. Makine dairesinin karanlık ve tehlikeli koridorlarında mağaracılık oynamalar, geminin burnundan sarkıp yunuslarla sohbet etmeler… Bunlar da yetmezmiş gibi biz gemideki çocuklar her limanda bir hayvan alma hakkımız olduğunu düşünürdük, büyükler de bizi kırmazlardı. Kedi, köpek, maymun, papağan… Gemilerden birinde eşek beslendiği bile duymuştum ama hiç görmemiştim. Onun dışında kümesi olan bir gemiyi biliyorum. Tavuklarına saldıran martılara savaş açmış bir Bosi Mehmet’imiz de vardı. Bazen albatroslar geminin üstünde seyahat ederler, mürettebatla arkadaş olurlardı. Her liman farklıydı. Bir gün kendinizi yağmur ormanlarının içinde bir Afrika şehrinin kenarında buluyordunuz, başka bir gün sokaklarında tramvayların dolaştığı bir Avrupa kentinde. Babam hayat dolu, korkusuz ve değişik bir insandır. Saçlarımı kendi keser, bitli olup olmamasına aldırmadan Mısırlı deve satıcılarının türbanlarını başıma geçirirdi. Liman barlarına onunla birlikte gider, mürettebat paspas olurken ben de gece yarılarına kadar bilardo oynar, müzik kutusuna para atardım. Tüm denizciler gibi bir takma ismim bile vardı. Kâküllü diye çağırırlardı beni. Hatırladığım en güzel duygu kendimi hiçbir ülkeye veya kültüre ait hissetmememdi. Ben gemiye aittim. Bütün varlığım o küçük kamarada, ranzamın üst katındaydı. Daha da genel bir ifade istenirse denize aittim.
Tüm bu yaşadıklarının küçük Delâl’i bugün büyük bir yazar yaptığını söyleyebilir miyiz? İlhamını aldığın şeyler kum fırtınaları, sintine kokuları, güvertede dinlenen albatroslar, balta girmemiş ormanlar olabilir mi?
O kocaman gemilerin demirden ölü kütleler oldukları düşünülür. Ama denizciler için onlar canlıdır ve daha da önemlisi onlar içindeki mürettebatı koruyan annelerdir. Hem denizin ıssız derinliklerine hem gökyüzüne ait bir bilgelikleri vardır ve korkunç fırtınalarla dövüşecek kadar cesurdurlar. Şimdi bile yaşadığım yere yakın büyük bir gölün buzlarını yara yara gelen dev göl gemilerini gördüğümde içim aynı huşuyla doluyor. Bu yüzden ilham aldığım şeylerin başında gemiler geliyor. O demirden kütlenin içinde yaşamak bana evrende yalnız olduğumu, ama tek ve eşsiz olduğumu öğretti. İç dünyama, karanlığıma, hayallerime kulak vermeyi öğretti. Büyüdükçe bunun aslında bir tür meditasyon olduğunu fark ettim. İnandığım şey, hikayeler anlattıkça içimdeki beni ben yapan öze, yani en eski şeye – buna ister Dünya’nın kendisi deyin, ister ilahi bir varlık – daha çok yaklaştığım.
Senin deyiminle “fütursuzca İstanbul’un perileri”ni hayal eden biri olarak ve çok yakın zamanda yayımlanan “Gözcü Kulesinde – Öteden Beri”den de yola çıkarak senin için de bir “Peri Masalı Yazarı” diyebilir miyiz? Her ne kadar kaybolup gitmiş mesleklerden biri olarak düşünülse de ben senin bir peri masalı olduğunu düşünüyorum. Ne dersin?
Son yıllarda peri masallarıyla alakalı çok şey okudum. Masalların tek tanrılı dinlerle birlikte yok olan eski doğa inanışlarını ve dinlerini yansıttığını fark ettim. İçlerine şifrelenmiş mesajlar gerçekten dikkat çekici ve büyüleyici. Masallar bize doğanın vahşi gücünü anlatır. Cadılar, tavuk bacaklı kulübeler, karanlık ormanlar, vahşi kurtlar, içlerinde ateşler yanan kafatasları ve dikiş çarkları, çıkrıklar, iğler hepsi eski ve toprağa, Doğa Ana’ya ait inanışların sembolleridir. Hayatın bir döngü olduğunu fısıldarlar. Karanlık aydınlığa evrilir; cadı aslında küçük kızın kendisidir. Arkeoloji okumuş olmam da bana bu sembolleri anlamakta çok yardımcı oldu. Bana kalırsa peri masalları Hansel’in eve dönüş yolunu bulabilmek için yere döktüğü ekmek kırıntıları gibi bizi o kadim bilgeliğe götüren ipuçları barındırır. Küçük kızlara bu vahşi gücün farkına varmaları ve ataerkil dünyada kendi içlerindeki ateşi bulabilmeleri için gereken yolu gösterir. Masalı doğru okuduğunuzda karanlık korkulacak bir şey olmaktan çıkar. Cadılar çocukları yemez, onları bilginin ateşinde pişirirler. Peri masalı yazarı olmak için bu işaretleri görmek ve onları ekmek kırıntıları gibi hikayenin içine serpiştirmek yeterli midir bilmiyorum. Ama Öteden Beri serisinin uzun bir peri masalı olarak okunabilecek eskiye dair bir bilgeliği olduğunu düşünüyorum. Kitabın kahramanı on bir yaşındaki Çay’ın insanlar arasında büyümüş periler aleminden bir çocuk olması, boğa kafatası, ağırşak, tavus kuşu tüyü gibi semboller, şehri ele geçiren karanlık orman ve bu ormanın içinde kaybolmuş harabelerin içinden yükselen esrarengiz bir konak, kitabın peri masallarıyla paylaştığı türden özellikler.
O zaman rotamızı da hikâyenin geçtiği periler şehri Konstantiniyye’ye çevirelim. Nasıl bir yer burası? Bugünün İstanbul’uyla aralarında bir benzerlik var mı?
Hikâyenin geçtiği Konstantiniyye, bir periler şehri. Gulyabanilerin, ejderhaların, acuzelerin ve daha nicelerinin yaşadığı mahallelerle karşılaşabildiğiniz bir yer. Üstelik büyülü yaratıklar şehir hayatıyla bütünleşmişler. Esnaf lokantası işleten bir acuze, pastacı bir gulyabani, sahafta çalışan bir tanrı… Eskiye dair bilgisini ve köklerini kaybetmemiş bir şehir aynı zamanda. Buz Devri’nden kalma bir tanrıça inancının hâlâ gizli saklı yaşandığı, Galata’ya adını veren Kelt kabilelerinin tapınaklarının bulunduğu ve Peri Masalı Yazarları Kulübü adında kaybolmuş veya unutulmuş bilgileri ve büyüleri toplayan bir cemiyetin sözünün geçtiği bir yer aynı zamanda. Çok kültürlü, çok dilli, çok yüzlü ve boğazına kadar büyüye batmış bir şehir. Bugünün İstanbul’unun kaybettiği tüm zenginliğini, çok kültürlülüğünü, Levantenlerini, kaybolan mimari eserlerini kitaptaki hayali Konstantiniyye’de görebilirsiniz. Ama burası da kusursuz bir şehir değil. Kusursuzluk ne kelime, yok oluşun eğişine kadar gelmiş bir yer. Tahtta oturan padişah perilerin özel izinler dışında yaşadıkları mahallelerden çıkmasını yasaklamış, karanlık bir orman tüm şehri ele geçirmiş, binalar korkunç bir hızla büyüyen ağaçların altına kalmış, Boğaz’ın suları yalıları ve deniz kenarındaki sarayları yutmuş, sokaklar, caddeler ve bulvarları nehir suları basmış. Daha da kötüsü Kehanet Melahat denilen falcı bir kocakarı güruhu Konstantiniyye’yi yok edecek Büyük Tutulma’nın yaklaştığını haber vermiş. Fakat o güne kadar bilenen her şeyden daha güçlü bir şey yaklaşıyor ve şehir bunu iliklerine kadar hissediyor.
Ben romanı okurken her ne kadar peri masalı yazarı Ekaterina Pleizade olsa da onun yıllar önce ölmüş kardeşinin on bir yaşındaki kızı Çay’ı sen olarak hayal ettim. Zaten o da beyaz saçlarıyla bir periyi andırıyor. O zaman sana şunu sormalı: şimdiye kadar yarattığın karakterler içine gizlendiğin oldu mu? Seninle özdeşleşen ya da sana benzeyen kahramanların var mı?
Kitaplarımda yazdığım karakterlerin arkasına gizlendiğim de oldu ama aslında daha çok onları kafamın içindeki hayali kılavuzlar olarak kullanıyorum. Mesela Pera Günlükleri’nin Ran’ı gibi umursamaz ve iç güdülerine göre hareket eden biri olmayı isterdim. Yedi Denizlerde’nin Renda’sı benim gibi gemide büyümüş. Ama o çok cesur ve ticaret rüzgarları kadar özgür. Kararlı ve yolundan şaşmayan küçük bir denizci. Dünyayla büyük bir uyumu var. Zor durumda kaldığımda içimdeki Renda bana hep yol gösterir ve yardım eder. Onlar benim ruh rehberlerim. Öteden Beri Gözcü Kulesindeki rehberim ise Çay’dan çok Ekaterina. Zaman zaman, ev işleri çok üstüme geldiğinde, yalnız kalamadığımda Ekaterina olmayı özlüyorum. Kendi meselelerinden başkasını düşünmeyen, inlere cinlere karışmış olsa da pahalı kıyafetlerle davetlere katılmayı ihmal etmeyen bu peri masalı yazarı benim en büyük idolüm. Fatura ödemek ve incik boncuk dizmekten hiç anlamasa da engin bir bilgisi var. Oğlu Arat’ı bir piton yılanı yutmaya kalktığında bile kılını kıpırdatmadan çocuğun bu deneyimi yaşamasına izin verecek kadar metanetli. Giremediğim bir dünyanın anahtarlarını taşıyor sanki. Çay da büyüdüğünde teyzesine benzeyecek belli ki, ama o henüz küçük meraklı bir fare.
Sırlar, saklı efsaneler, şamanlar, ejderhalar, büyücüler, gulyabaniler, periler şehri… Tüm bu gizemli öyküleri kurgularken ve okuru yepyeni maceralara hazırlarken nasıl bir yazma sürecinden geçiyorsun? “Gözcü Kulesinde”nin çıkış noktası ne oldu, ne zaman yazmaya başladın? (Pandeminin verdiği ıssızlıktan yararlanmış olmalısın!)
Öteden Beri serisini düşünmeye pandemiden önceki dönemde başladım. Aslında tam Amerika’ya göçtüğümüz zamandı. Yeni bir dünyaya ayak uydurmak, soğukla başa çıkmak, henüz çok küçük olan çocuklarıma bakmak ve bir kitap yazma ihtiyacı birbirine karışmıştı. Bu yüzden kitabın farklı farklı yirmiye yakın başlangıcı oldu. Birinde Ekaterina ve çocuklar ıssız bir coğrafyada giden karanlık bir geminin kamarasındaydılar ve dünyanın geri kalanı haritadan silinmişti. Bir başkasında geriye kalan son şehrin kolonilerinden birinde, buzulların içinde bir apartman bloğunda yaşıyorlardı. Cenova’ya gelene kadar onlar da hayallerimde çok yer dolaştılar. Tavus’la Çay’ın hikâyesi her birinde aynı olan tek unsurdu. Ama hepsinin damıtılmış ve demlenmiş hali bu son hikâye. Bir nevi farklı duyguların ve anlatım şekillerinin birleşimlerden oluşturduğum ve farklı ölçülerde ısıttığım kendi küçük simya taşım.
Kitapta rastlamayı en çok sevdiğim ve bir sonraki bölümün başlığı altında ne olacağını hep merak ettiğim alıntılar da dikkat çekici. Yeri geliyor Duman grubunun bir şarkı sözüne (Yalnız mı kaldın belki alışman lazım) yeri geliyor Kavafis’in o çok sevdiğimiz şiirinin dizelerine (Yeni bir ülke bulamazsın, Başka bir şehir bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir) sokuluyorsun. Melih Cevdet Anday bir diğer yandan, Ömer Hayyam, Mor ve Ötesi ve daha kimler kimler bir diğer yandan… Hep sevdiğin müzisyenler, filmler, şarkılar mı bunlar? Her birini teker teker bir bölüme yaraştırman çok özenli bir seçim olmalı!
Hemen hemen hepsi öncelikle göçmenlik ve memleket özlemiyle alakalı alıntılar. Eski bir hayata özlem bu. Bu duygunun çok değişken ve her gün yeni bir yıkımın tehdidi altında yaşayan bin bir yüzlü İstanbul’a da çok uyduğu kanısındayım. Benim için her şarkı sözünün, her şiir dizesinin, her repliğin karşılık geldiği, ama artık çok değişmiş bir sokak, bir bina, bir oda var. Hepsini birleştirdiğinde geçmişteki (muhtemelen 90’lardaki) bir Delâl’in iç dünyasının haritası çıkabilir. Mesela Mor ve Ötesi benim için sabahları Alman, İtalyan ve Fransız liselerinin öğrencilerinin bindiği yedi çeyrek vapuru demekti. Sezen Aksu, Galata’da eski bir binanın en üst katındaki resim atölyesiydi. Yıldırım Türker, arka bahçelerde filizlenen bir vahşi doğaydı. Duman, deniz kenarındaki salaş lokantalardı. Harabelerle ve bir zamanlar güzel olan ama sonradan terk edilmiş apartmanlarla, büyük bahçelerle dolu Galata ise gerçek ve rüya arasında yaptığı medcezirler yüzünden Ahmet Hamdi Tanpınar’dı. Çay’ın Konstantiniyye’ye dönüşü rüyalarında gördüğü ve hep özlem duyduğu birine kavuşmak gibi. Benim için ise kaybolan bir İstanbul’a küçük çengellerle tutunmaktan farkı yok.
Romanında aslında başrolün bu kadim şehrin yani Konstantiniyye’nin olduğunu söyleyebilir miyiz, Ekaterina ve çocukları Sinan, Simya, Arat ve elbette Çay’ın dışında? Bir şehri fon yapmak yerine karanlığın içinde yükselen bir macerada ana karakter gibi kullanmışsın… Sen ne düşünüyorsun?
Konstantiniyye ve Çay aslında birbirlerinin yansıması. Şehrin ve kızın ikiz kardeşler olduklarını bile söyleyebilirim. Kitapta buna dair ipuçları var. Daha fazlası da olacak. Ana karakter Çay olduğu kadar şehir de. Bu fikir bana çok büyülü ve mitolojik geliyor. Çay şehri kurtarırken aynı zamanda kim olduğunu da keşfediyor.
Seni ilk olarak Pera Günlükleri serisi ile tanıdık. Ardından Yedi Denizlerde serisi ve Esrarengiz Şehir Asansörleri geldi. Konstantiniyye’nin bu heyecan dolu hikâyesinin devamı gelecek gibi görünüyor. Bu yeni kitap da “Öteden Beri” isimli bir seri mi olacak? Diğer kitabın hikâyesini oluşturmaya başladın mı?
Öteden Beri üç kitaplık bir seri olacak. İkinci kitapta şehrin peri ahalisini ve sakladığı sırları daha yakından tanıyacağız. Üçüncü kitap Siyah Mürekkep lakabını kullanan Efrandisyab adındaki karanlık büyücüye odaklanacak. Hikâyeyi biraz da onun tarafından dinlemek ve şehrin yok oluşunun ne anlama geldiğini öğrenmek heyecan verici olacak.
Volkan Akmeşe’nin çizimleri de hikayene dantel gibi işlenmiş duruyor. Senin hayal gücünü tamamlayan resimler konusunda çizerle bir diyalogun oluyor mu yoksa yayınevinin kararıyla mı gerçekleşiyor?
Volkan Akmeşe çok yetenekli ve hayal gücü çok geniş bir illüstratör. Öteden Beri’yi resimlediği için kendimi çok şanslı hissediyorum. Çok ince, ama çok güçlü etkiler bırakan desenleri var. Eminim Öteden Beri’nin dünyasında yaşasaydı böceklerinki kadar incecik, tığ gibi parmaklarla çizen sabırlı ve kararlı bir peri olurdu. Editörüm Mehmet Erkurt, ben ve Volkan birkaç kez kitap hakkında konuştuk. Aklımızdaki sahneleri paylaştık ve bize ilham veren şeylerden bahsettik. Sonrasında çıkan kapak ve iç resimler tam benim hayalimdeki gibiydi. Hatta daha da iyiydi.
Ajandakolik’in özellikle yazar ve çizerlere sorduğu bir sorusu var. Ajandan ya da not defterin var mı?
Not defterlerim var. Yazdığım her kitap için not defteri tutuyorum. Kitaplarımı bilgisayarda yazmayı tercih ediyorum ama defterlere not alıyorum. Kalemle plan yapmak, notlar almak, krokiler çizmek daha kolay. Not defterlerimin içinde sırlar var. Arkeolojik buluntular var. Sümer mitolojisi var. Bir sayfada İstanbul haritası çizili, öteki sayfada yıldız haritaları görülüyor. Arada bir yerde Pleiades kızlarının isimleri yazıyor. Her sayfada Hekate, Kirke ve Medea hakkında birkaç cümle bulmak ve kullandıkları şifalı otlara rastlamak mümkün. Bir yerde 19’uncu yüzyılın sonunda yapılmış apartmanlar ve mimarlarının isimleri göze çarpıyor. Hemen sonrasında mahallelerin eski isimleri not alınmış. Yazdığım son not İstanbul’daki ilk sinema gösterimiyle alakalı. İkinci kitabın en önemli bölümlerinden birine ait, bu not. Aslında benim not defterim Gözcü Kulesinde’deki yemek kitabının içine gizlenmiş hayalet metin gibi büyü kitabıyla masal kitabı arasında bir yerlerde. Ama sonra bir de çocuk karalamaları var ki sanırım en sevdiğim tarafı bu. Oğullarımdan biri gelip bir ejderha çizmiş, öteki de ismini yazmış, kalpler çizmiş…
Fantastik edebiyatın güçlü kalemlerinden birisin. Bu kulvarda her ikisi de bambaşka bir evreni simgeleyen kadın yazarlardan J.K. Rowling mi yoksa Ursula K. Le Gun mi; hangisi senin yazarın?
Gözlerim yaşararak Ursula K. Le Guin diyorum. On iki yaşımdan beri ona tapıyorum.
Delâl Arya’nın şimdilerde kar manzarasını gören çalışma masasının fotoğrafını merak ediyor insan. Bizim için çeker misin?
Bu fotoğrafı çekerken hava -21 dereceydi ve dışarıda bembeyaz bir güneş parlıyordu. Karların içeri girmesini istediğim için pencereyi açmıştım ama sonra dışarı çıkmaya karar verdim. Her gün on beş dakika bile olsa dışarıda yazmaya gayret ediyorum. O kısacık anlarda yazdığım cümleler içimdeki karanlık uzayın en parlak en büyük yıldızları.
Hem ikiz annesi olup hem bu kadar üretken olmayı basıl başarıyorsun? Aras ve Pamir’in kitapların hakkında değerlendirmeleri oluyor mu? Oğullarının çocuklar için yazmanda motivasyon kaynağı olduğunu söyleyebilir miyiz?
Onlardan duyduğum sözcükleri çoğu zaman kristal bardaklar gibi gazete kağıdına sarıp saklamak istiyorum. Saflıkları, yeni şeyler karşısındaki heyecanlı ifadeleri beni büyülüyor. Onlar altı yaşına gelene kadar her gece yataklarının arasında bağdaş kurup uykudan evvel yeni bir hikâye anlattım. Hepsi kendi uydurduğum hikâyelerdi. Gezegenler, duvarların ardındaki büyülü ormanlar, ejderha yumurtası bulan küçük oğlanlar… Hiçbirini yazmamış olsam da böyle sonsuz bir hikâye anlatma gücüm olduğunu anlamam açısından çok değerliydi. Bu sayede hikâye anlatma çarkımı hep döndürdüm, körelmesine hiç izin vermedim. Gözcü Kulesinde Aras ve Pamir’in bir şeyleri anlayacak yaşa geldikleri sırada yazdığım ilk kitaptı. Duvara yapıştırdığım notlara bakıyorlar ve ne kadar ilerlediğimi takip ediyorlardı. Her gece bu bölümde ne oldu diye soruyorlardı. Çay için endişeleniyorlardı, gözlerinden anlıyordum. Ama Arat’a çok gülüyorlardı. Sırf onlara anlattığım, kitaptan bağımsız Arat hikâyelerim var.
Gene de itiraf etmeliyim iki çocuğun varlığı altında kitap yazmak kükreyen bir rüzgara karşı kıpırdamadan durmaya çalışmak, bir yandan da doğanın pastel renkleri karşısında büyülenmek gibi.
Nasıl güzel bir tanımlama oldu bu! Son olarak tam da yeni yıla doğru sayılı günler kala bir dilek dilesen, bu ne olurdu?
Dilerim ki kitaplarımı okuyan çocuklar dünyaya daha meraklı gözlerle baksınlar. Mitolojileri, arkeolojiyi, uzak ve farklı kültürleri öğrensinler. Bu dünyayı kurtaracak şey bence farklı olanı kabul etmek ve onu tanımaya çalışmaktan geçiyor.
Güneşli ama buz gibi Ayvalık’tan kış uykusundaki bembeyaz Minnesota’ya sevgiler. Seni tanıdığıma memnun oldum!
Ben de seni tanıdığıma memnun oldum Nilüfer. Helen çok şanslı bir kız.