MELTEM TRUBODY YENİ ROMANI “BAŞKA ŞARKILAR SÖYLER ZAMAN”I AJANDAKOLİK’E ANLATTI
1970’lerin toplumsal çalkantılarıyla boğuşan Türkiye’den bugünün Türkiye’sine… Daha önce yine Destek Yayınları’ndan çıkan “Kimse Gitmemiş Gibi” romanının yazarı Meltem Trubody’den hem duygusal hem de toplumsal olaylar ışığında geçen yeni bir aşk romanı daha… 1979 yılında başlayan “Başka Şarkılar Söyler Zaman”, yoğun bir araştırma süzgecinden geçerek yazılmış. Trubody, “80’ler ve 90’ları içine alan dönem için yaklaşık üç ay araştırma yaptım, okudum. O günlere ait haberleri ve özellikle olayları, zorlukları yaşamış kişilerin röportajlarını dinledim, belgeseller izledim. Tanıdıklarıma sordum. Özellikle 80’ler için kendi hafızamı zorladım” diyor. Kitabın sayfalarını gelin yazarı ile birlikte aralayalım…
SÖYLEŞİ: NİLÜFER TÜRKOĞLU
nilufer@ajandakolik.com
“Kimse Gitmemiş Gibi” kitabınızın ardından hızla gelen bir ikinci kitap “Başka Şarkılar Söyler Zaman”. Yine bir aşk romanıyla sarıp sarmalıyorsunuz okuru… Ve yine okuru meraka sürükleyen bir kitap ismiyle üstelik… Ajandakolik’e hoş geldiniz sevgili Meltem Hanım.
Merhaba, hoş bulduk. Ajandakolik’te misafir ettiğiniz için ben teşekkür ederim. Evet, ilk kitapta Anadolu’daki bir kasabada yolları kesişen üç kadının hikâyesi var. Baskıları bir yıl arayla olsa da iki romanın da yazılma süresi hızlı sayılmaz aslında. İlk kitap üç yıla yıla yakın bir sürede, 2022’de bitti. “Başka Şarkılar Söyler Zaman”ın yazılışı da yaklaşık iki yıl sürdü ve Ocak-2024’te bitti. Yazıldıktan sonra dinlenme, demlenme, tekrar tekrar okuma ve editasyon dönemleri var biliyorsunuz. Olgunlaşıp okuyucuyla buluşması aslında o kadar da kolay değil. Çocukluğundan itibaren çok kitap okuyan birisi olsam da kitapların arkasındaki emeğin bu kadar büyük olduğunu anlamamıştım. Artık bunu çok iyi biliyorum.
Paris, Londra ve İstanbul’dan Anadolu’ya uzanan sıra dışı bir aşk ve umut hikâyesiydi, “Kimse Gitmemiş Gibi”. Ve yine Destek Yayınları tarafından basılan ve bu defa 1970’lerin sonunda başlayıp günümüze uzanan bir roman “Başka Şarkılar Söyler Zaman”. Romanın yazılma sürecinden biraz bahseder misiniz?
Yazma sürecinde en önemsediğim konulardan birisi; romanın geçtiği zamanın ve mekânın ruhunu, gelenekleri, kültürel yapıyı ve tüm bunların karakterlere yüklediği duyguyu mümkün olduğunca anlayıp, hissettikten sonra yazıya geçirmek. Bu kitap 1979 yılında başlıyor. Öncesini de kapsayan, 80’ler ve 90’ları içine alan dönem için yaklaşık üç ay araştırma yaptım, okudum. O günlere ait haberleri ve özellikle olayları, zorlukları yaşamış kişilerin röportajlarını dinledim, belgeseller izledim. Tanıdıklarıma sordum. Özellikle 80’ler için kendi hafızamı zorladım. Üstelik elde ettiğim bilgilerin çoğunu kullanmadım. Bu yoğun araştırmayı sadece karakterleri önce iyi anlamak sonra anlatabilmek için yaptım. Roman, dönem romanı olmasa da özellikle başladığı 1979 yılı gergin siyasi ortamın, zor ekonomik şartların, iç karışıklığın, boykotların, direnişlerin ve çatışmaların olduğu buhranlı bir dönem. Askeri darbe sonrasında, özgürlüklerin kısıtlandığı, zorlukların yaşandığı başka bir sıkıntılı süreç var. Kahramanlarımız Dila ve Cengiz böylesine zorlu koşullarda ve ortamda yaşıyorlar gençliklerini. Mekânları, yöresel dili ve o bölge insanını da bilmiyor, tanımıyorsam aynı şekilde araştırıyorum.
Bir disiplin içerisinde, hiç ara vermeden yazmaya çalışıyorum ama “Her gün şu kadar sayfa yazmalıyım…” gibi katı kurallara da bağlamıyorum bu keyif aldığım süreci. Bu romanda da öyle oldu. Şarkılarım var her kitabım için listelediğim. Onları bolca dinliyorum yazarken. Üçüncü kitap için de yeni listem hazır.
Sanırım geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz çok sevgili Mario Levi’nin atölyesinin bu romana etkisi büyük…
Mario Levi ile bir anınızı bizimle paylaşmanızı istesem… Ve ona bizi duyduğuna inanarak buradan neler söylemek istersiniz?
Evet söylediğiniz gibi yazdığım iki kitaba, kitap yazma cesaretini göstermeme, bu konuya bakış açıma Mario Levi’nin etkisi çok büyük. Verdiği teknik bilgiler, önerileri, düzeltmeleri tüm metinlerimde etkindir. Edebiyat, sanat, sinema, hayat ve insanlık dersi de verdi bize. Çünkü o dev bilgi ve tecrübesine, yeteneklerine rağmen mütevazi, sabırlı, anlayışlı, nazik, kimseyi kırmayan, hayata bağlı bir insandı. Şöyle bir anımı paylaşabilirim: İlk romanımda finale doğru yaklaştığımda bir derste kendisine : ”Hocam ben bu romanı mutlu sonla bitirmek istiyorum ne dersiniz?” diye sordum. O da aynen şöyle söyledi: “Meltem, o senin dediğin filmlerde olur. Bu roman öyle bitmemeli…” ve bazı önerilerde bulundu. Haftalarca çok ciddi şekilde uğraşarak bir final yazdım. Fakat size anlatamam gösterdiğim çabayı. O finali hissedebilmek adına kendimi zorlamaktan neredeyse psikolojim bozuluyordu. Sonuç içime sindi. Etkileyici olmuştu. Beğenileceğinden emin bir şekilde, atölyede okudum. Okumam bittikten sonra alkış beklerken büyük bir sessizlik oldu. Mario Hoca sinirli bir tonda ve aynen şu kelimelerle: ”Ne istedin yahu bu adamdan?” diye sordu. Çok şaşırmıştım. Atölyedeki arkadaşlar da Mario Hoca da o karakteri gerçekten çok sevmişti. Resmen herkes üzülmüştü. Sonra güldük hep birlikte. Detay vermeyeyim, finali değiştirmiş veya yazdığım gibi bırakmış olabilirim ama bu anıyı hiç unutamam.
Sorunuzun son kısmını yanıtlayayım. Mario Levi’yi tanıdığım, öyle usta bir edebiyatçının öğrencisi olduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum. Ona her zaman teşekkür borçlu olacağım. “Nasıl seslenmek isterdiniz?” diye sormuştunuz. Mario Hoca derslere “Evet, nerede kalmıştık?” diye başlardı. Eğer bizi bir yerlerden duyuyorsa; bir anlığına da olsa buralardaymış gibi hissetmek, öğrettikleri için minnetimi bir kez daha iletmek ve şöyle seslenmek isterdim: ”Hocam nerede kalmıştık?”
“Başka Şarkılar Söyler Zaman”, oldukça dramatik ve hüzünlü bir geçmişe bakış hikayesi; sır perdesiyle örülü Cengiz’in hikayesi… Biraz Cengiz’i ve “Başka Şarkılar Söyler Zaman”ın konusunu anlatır mısınız?
Hem hayatta hem de “Başka Şarkılar Söyler Zaman”da hüzün ve dramın yanında neşe ve mutluluk da var. Kötülük hep vardı ve dünya var oldukça da olacak. İnsan ömrü sınırlı, provası da tekrarı da yok. Bu nedenle varlığımızı iyiliğe, mutluluğa ne kadar yakın bir yere koyduğumuzu ve hem kendimize hem de başkalarına karşı hayatımızın adaletini sağlamayı ne ölçüde başarabildiğimizi sorgulatıyor roman.
Okuyacak olanları düşünerek, tadında okumaları için, ipucu vermemek adına Cengiz hakkında fazla bir şey söylemek istemem. Her okuyucunun zihninde, kendi “Cengiz”ini ve kendi “Dila”sını yaratmasını isterim ama dönemin de zorlu bir geçiş dönemi olduğunu romana yansıtmaya çalıştığımı ifade edebilirim.
Kahramanlarımızın gençlik yılları; özgürlükler, haklar, kısıtlamalar açısından büyük baskıların, yasakların olduğu zamanlara denk geliyor. Ayrıca peşinden gidilen bir sır var hikâyede. Ona ulaştığımızda pek çok şeyin nedenini anlayıp bu sırrın halka halka yayılarak kaç insanın ömrünü etkilediğinin farkına varacağız.
Aslında tam da filmlik bir roman. Tıpkı diğer romanınız gibi… Aklınızda kitaplarınızı beyazperdeye uyarlamak var mı? Hikayeler buna çok uygun… Madem roman bundan 50 yıl öncesine gidiyor. O dönemin ruhunu anlatmak için geçmişe yolculuk yaparken nelerden ilham aldınız, nelerden beslendiniz? Ve en çok neleri özlüyorsunuz yaşadığımız bu çağa kıyasla?
Gerçekten biraz film tadında oldu, bunu kitabı okuyan birkaç arkadaşım da söyledi. Beyazperdeye uyarlanmasından tabii ki gurur duyarım. Belki de yazarken bilinçaltımda kitabı eline alıp okuyanlara bu tadı vermek vardı. Okuyucuyu sıkmadan, sürükleyerek, birçok heyecanı ve duyguyu hissettirerek okumasını sağlayacak bir kurgu ve dille, tabii ki edebi değerini de gözeterek yazmayı çok önemsiyorum. Umarım başarabiliyorumdur.
Nelerden ilham aldığıma gelince; sanırım o eski yıllara özlemden, ayrıca o zamanların katı bakış açısının özellikle gençlerin hayatını cehenneme çeviren taraflarına öfkeden, elbette masum ve güzel aşklardan, en çok da zorbaların başka insanların hayatını kolayca çöpe atışına duyduğum kızgınlıktan… Yaşadıklarımdan, dinlediklerimden, daha pek çok şey sayabilirim.
Kendi çocukluğumdan örnek vererek açıklayayım özlediğim şeyleri; sade ve samimi ilişkiler, daha az kötü daha çok iyi insanın olduğu toplumlar ve sakin, doğal akan zaman.
Romanlarınızın olay örgüsünü oluştururken hikâyeyi önceden mi belirliyorsunuz yoksa yazarken mi ortaya çıkıyor? Sizi yazma sürecinde en zorlayan şey ne?
Romanın iskeletini maddeler halinde yazarak başlamak gibi bir teknik var. Olay örgüsünü finaline kadar belirlemek ve o taslağa uymaya çalışmak. Bu yöntem başka yazarlar için ideal olabilir ama bana hiç uygun değil. Kendi düşünce yapıma göre yaratıcılığımı baskılayan bir yöntem. Elbette hikâyeyi ana hatlarıyla kafamda önceden belirliyorum. Yazarken karakterlere alışıp, bir yakınım gibi benimsedikçe bu aşinalık bana akışta daha farklı, yeni, heyecanlı, beklenmedik yollar açıyor. Çok sevdiğim ve artık bir yaşam biçimi haline getirdiğim için yazmakla ilgili beni zorlayan hiçbir şey yok. Sadece bazen zamansızlık zorluyor.
Yazarken edebi kaygılarınız var mı?
Evet edebi kaygılarım var. Dili doğru ve iyi kullanmak, yazım kurallarına dikkat etmek, o alana kamera tutulmuş kadar canlı ifade eden kısa ve öz mekân tasvirleriyle süslemek, arada bilinç akışı tekniğini kullanarak konuyu daha gerçekçi kılmak gibi unsurların yazılan metni özgünleştirdiğini düşünüyorum. Öte yandan tasviri sevsem de az kullanmaya çalışıyorum daha anlaşılır, net metinler ortaya koymak için. Bir yazar olarak değil de okuyucu olarak kendi düşüncem; konusu güçlü olsa bile dili zayıf, ifadesi kıt bir eseri okumak benim için zaman kaybı. Elbette bu benim görüşüm.
Şu aşk romanını ben yazmak isterdim dediğiniz bir roman… Hangisi olurdu? İki yılda iki kitap… Önümüzdeki yıl için de yeni bir roman üzerinde çalışıyor musunuz yoksa?
Bazı romanları okurken büyüleniyorum, özellikle cümle yapılarına, bir duygunun veya olayın nasıl o kadar güçlü ve güzel ifade edildiğine şaşırıyor, hayran kalıyorum. Şu romanı keşke ben yazsaydım diye düşünmedim hiç. Çünkü mükemmel yazılmış birer başyapıt olsalar da benim şahsıma özgü becerilerimi, kendi hayal gücümü, ifade şeklimi yansıtmazdı.
Ana konusu aşk olan romanlar arasında en sevdiklerim; Honore De Balzac- Vadideki Zambak, Gustave Flaubert-Madame Bovary, Jane Austen-Aşk ve Gurur, Charlotte Bronte- Jane Eyre, Mehmet Rauf- Eylül, Reşat Nuri-Çalıkuşu, Sabahattin Ali-Kürk Mantolu Madonna, Orhan Pamuk-Masumiyet Müzesi.
İki yılda iki kitabım basıldı ama yazmam yıllar aldı. Evet yeni bir kitap üzerinde çalışıyorum. Son on yıl içerisinde çeşitli zamanlarda yazdığım, şu sıralar düzenlemekle uğraştığım iki kitaplık öykülerim var. Bunları iki farklı temada birleştirip roman tadında hazırlamak istiyorum.
Ajandakolik’te konuğum olduğunuz için teşekkür ederim. Kaleminize sağlık, okurunuz bol olsun.
Böyle güzel sorularla ağırladığınız ve “Başka Şarkılar Söyler Zaman”ı anlatma fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ederim.