HÜSAMETTİN KOÇAN: “BAKSI, İNSANOĞLUNUN YAŞAMA ANLAM KATMA ÇABASINI YANSITAN BİR MÜZE”
Doğu Karadeniz’e ilk gidişim. Çoruh Vadisi’ne bakan tepeye doğru tıngır mıngır ilerliyor otobüs. Bir uzay üssünü andıran heybetiyle Baksı Müzesi görünüyor ufukta. Dağların orta yerinde yalnız ve kocaman. Geçmişte Baksı olarak anılan bugünkü adıyla Bayraktar köyünden yükselen Baksı Müzesi, çağdaş sanat ve geleneksel sanatı birlikte yaşatan, yaşayan bir mekan olmaktan öte, geçmişle geleceği kucaklayan, toplumsal hafızaya değer veren kadın ve çocuk odaklı, sanatla dopdolu geniş bir dünya. Müzenin kurucusu ressam, akademisyen Hüsamettin Koçan ile bir gurbetçi çocuğun hikayesinden bugünlere hayatın ve Baksı’nın nasıl yeşerdiğini konuştuk.
Söyleşi: Nilüfer TÜRKOĞLU
nilufer@ajandakolik.com
“Burası hem hatırlayan, hem de gelecek özlemlerine yanıt arayan, istihdam eden, insanları bir araya olmaya çağıran yeni bir müzecilik anlayışına sahip” diyor, Depo Müze’de bizi kocaman gülümsemesi ve müzeyle eş heybetiyle karşılayan Hüsamettin Koçan. 40 dönümlük arazi üzerinde yükselen Baksı Müzesi, sonbaharın tüm sarı sıcak renklerini üzerine giymiş, sergi salonları, depo müze, atölyeler, konferans salonu, kütüphane ve konukevi ile beklemediğimiz bir zenginlikte hoş geldin diyor. Bireysel bir düşün hikayesini dinleyeceğimi hiç bilmiyorum. Bayburt’un bir köyünde, “orada bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür, gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür” şarkısına bu kadar tutunacağımı da… Ve üstelik artık gittiğim, gördüğüm, Huykesen Ağacı’nın altında şimdi gerçek olan dileğimi dilediğim o köy gerçekten bizim köyümüz! Bayburtlu Koçan’ın sarıp sarmaladığı, üzerine titrediği ve sürdürülebilir olması için kendini adadığı bir müzenin varlığıyla daha da bizim, üstelik! Sohbetimiz sırasında yakın arkadaşı Yaşar Kemal’e duyduğu sevgiyi şu sözlerle dile getiriyor sevgili Hüsamettin Koçan: “Ömrümde ciddi ciddi bir insana bu kadar hayran olmadım ben.” Dönüş yolunda otobüsün penceresinden giderek beyaz bir noktaya dönüşen Baksı’yla vedalaşırken ben de hayatımda kimseye böyle derin bir hayranlık duymadığımı düşündüm. Hüsamettin Koçan’a sevgilerimle…
Baksı’nın anlamını bilmeyen çok hocam, ne demek Baksı?
Kazak ve Kırgızlar, Şaman yerine Baksı kullanıyorlar. Biliyorsunuz şaman, iyileştirici, hekim, lider, din adamı gibi anlamlara geliyor. Ve Şamanizmin temsilcisi kişiye deniyor. Genel olarak yalnız yaşar, ruhlarla temas kurar ve bir tane post üzerinde oturur. Elinde davulu vardır Çünkü o ruhlarla trans haline geldiğinde davulunun ritminden yararlanır. Biraz sihirbaz biraz büyücü.
Yani eski bir Asya dini veya inanç sistemi olan Şamanizmden geliyor, Baksı.
Evet evet… Türklerinde inançlarında önce animizm var. Animizm de meseleyi son derece kavramsallaştıran bir inanç. Oradan yaşam tarzına göre Şamanizm’e geçiyorlar. Şamanizm daha çok göçer kültürün inancı ve yerleşmeye başladığı andan itibaren de bu inançta mal hukuku yok, klan var. Yerleşik değiller, hep hareket halindeler. Hangi otlak daha verimliyse o yoldan gidiyorlar. Yerleşik oldukları zaman bir yere götüremeyecekleri bir malları var. Doğal olarak da bunun bir hukuku olması lazım. Fıkıh lazım onlara. İslamiyet’in kabul edilişi daha çok budur diye düşünürüm ben. O yeni hayatı kavrayacak bir hukuk lazım. Ama inançlar kendisini bir şekilde devam ettiriyor. Birdenbire bir şey değişti diye her şey değişmiyor. Onun için de bizde Şamanist ritüeller Türk gruplarda devam eden bir özelliği var. Kadının konumu da daha farklıdır, her şeye rağmen. Kadının rolü daha eşitlikçi bir rol. O da savaşıyor, hayata katılıyor, mücadelenin içinde yer alıyor.Şamanizm de bence bu. Buna yanıt arayan bir inançlar bütünü.
Burada bir sürü şamanist ritüel olmalı!
Oooo hem de ne çok, saymakla bitmez! Bak mesela gelinin başına sacı saçmak diye bir ritüel vardır. Bereket anlamına gelir bu. Ürün saçarlar aslında. Şimdi para da atıyorlar sanırım, şeker atıyorlar falan. Bir başka örnek çok fazla yağmur yağdığında tandırın üzerinde haça benzer bir şey vardır: hatırcek. Onu dışarı atarlar. Neden biliyor musun? Yıldırım oraya düşsün diye… İşte bu da şamanik bir ritüel ve Baksı’da yerleşik bir ritüel.
Baksı’ya gelmeyen bir sürü insan var. Benim de bu ilk gelişim… Her ne kadar son yıllarda ismini sıklıkla duymaya başlasak da bilmeyen çok kişi var. Burayı nasıl tanımlarsınız bize? Şöyle özet bir hikayesini dinlemek isterim.
2000’de ilk kazmayı vurduk. Gurbetçi babama bir teşekkür için ilk başta burayı bir konak yapmak istedim. Konaklar Kültür Merkezi’ydi çünkü. Onu devam ettirmekti arzum. Ama zaman içinde bu, evrime uğradı ve bugünkü haline geldi. Bir ara Konaklar El Sanatları Araştırma Merkezi kuralım dedik. Sonra yanına şunu da koyalım bunu da koyalım derken amaçlarım da vardı. Birincisi sanatı toplumun hayatına, insanın olduğu yere götürmekti. Bizim kuşağın özlemidir bu. İkincisi burada kaybolan el sanatlarına sahip çıkmaktı. Üçüncüsü ise burada istihdam yaratarak insanların gurbete gitmesini engellemekti. Çünkü gurbet, büyük bir yabancılaşma getirdi. Gurbet, acıların tanığıdır aynı zamanda. Çok beklemelerin yükünü taşır. Bir gurbetçi çocuğu olarak bunu biliyorum. Annemi izleyen birisi olarak bunu biliyorum. Hatta derler ya gurbetçinin karısı dul, parası puldur diye… Bu, doğru bir şeydir. Kadınların, çocukların hayatları beklemekle geçer. Haberler gelir uzaklardan ve bunlar üzücü haberlerdir. Benim babamın üç defa öldü haberi geldi.
Nasıl yani?
Öyle valla! Bu haberlerden sonra ikisinde de babam çıktı geldi ama üçüncüsünde sahiden öldü. Bir kış ayıydı, ben de alıp babamı köyüne getirdim. Ben İstanbul’daykenvefat etti. Bana da öncesinde sanki bir şeyleri ima eder gibi bir hali vardı, yük yüklemezdi babam insanlara… O ölünce bu konak meselesi falan yeniden başladı. Bizim Baksı’nın özelliği şu… Bilindiği gibi Türk toplumunda kültür çatışması var. Gelenekçiler dediğim grup, İslam ve Türk öncesini kabul etmezler. Bizim aydınlanmacı grubumuz ise ondan öncesini kabul ederler. Bu ikisi de yanlış bir tutum. Bir insanın bir tarihi, hikayesi vardır. Gelenek dediğimiz şey başkasının değil, bizim hikayemizdir. Ama bizim bir de gelecek özlemlerimiz var. Çağın ruhu dediğimiz şey de bize o gelecek özlemlerini verir. Onun için burası hem hatırlayan, hem de gelecek özlemlerine yanıt arayan, istihdam eden, insanları bir araya olmaya çağıran yeni bir müzecilik anlayışına sahip.
Peki, kaybolan bu el sanatlarını yeniden hatırlatmak, onları korumak adına neler yapıyorsunuz? Böyle bir vizyonunuz da var sonuçta. Bunlar neler?
Zamanında bütün el işleri neredeyse yok olmuş. Yani ehramı dokuyanlar gitmiş, nakış işleyenler gitmiş, taş işçileri, sıvacılar, marangozlar hep gitmiş… Hiçbir şey kalmamış burada. Onları geri çağırmak önemli. Mesela ehramın yeniden gündeme gelmesi için kurslar düzenledik. Tasarımcı arkadaşlarımızdan rica ettik, onlar bize ehramlı tasarımlar yaptılar. Özlem Süer, Arzu Kaprol gibi önemli tasarımcılar bunlar. Bu sene de Hatice Gökçe bir koleksiyon yaptı. Ehram motifleriyle son derece özgün bir kumaş… Tüm el işlerini geri çağırdık biz. Bunların çok değerli olduğunu biliyor ve bir marka oluşturmayı düşünüyoruz. Bizim müzemiz kadın ve çocuk odaklı bir müze. Geleceğin kadın ve çocuk aracılığıyla daha iyi bir gelecek olacağını biliyoruz. Ehram bunun için verebileceğim iyi bir örnek. Kadınlar bunu gerçekten iyi yapıyorlar. Doğal boya ve el işiyle yaratacağımız markayı dünyaya pazarlayacağız. Karşılıklı iki atölyemiz var. Birisi geleneksel dokumacılar, diğeri de tasarımcılar. O iş birliğiyle yeni bir marka doğacak.
Gelecekten bu kadar bahsetmişken Baksı’nın geleceği ne olacak? Ne yapmayı planlıyorsunuz? Allah gecinden versin, çok uzun yaşayın isterim, aklınızda olanı merak ediyorum.
Hep birlikte uzun yaşayalım, Nilüfer. Sürdürülebilirlik için kaynak yaratma diye bir şey var. Ben Osmanlı Vakfiyesi’ne iyice baktım. Onlar mesela örneğin bir cami yaptılar, yanına bir dükkan koyuyorlar, hamam koyuyorlar. Sonra oradaki gelirlerle bunların bakımını yapıyorlar. Ben aslında biraz da bunu yapmaya çalışıyorum. Türkiye’de bir müzede yapılmış ilk konukevi burasıdır. Burada şimdi bizim 30 tane odamız var. Buranın gelirleriyle sürdürülebilirliğini sağlıyoruz. Ayrıca Bayburt’ta Kadın İstihdam Merkezi de bizim vakfın olacak. Oradaki üretilmiş marka aracılığıyla da girdiler sağlanacak. Tüm bunlarla Baksı’nın sürdürülebilirliğini sağlamayı amaçlıyoruz. Önemli olan şu: ortaya koyduğumuz içeriğe inanmış insanların olması gerekir.
Peki destekleniyor mu Baksı?
Vali Bey’e de bu soruyu soruyorlar. O da desteklediklerini ama benim herhangi bir paraya ihtiyacım olmadığı düşündüğünü söylüyor. Aslında biz biraz öyle de yapıyoruz. Sivil olmak istiyoruz çünkü. Bürokraside önümüz kesildiği zaman Vali Bey önümüzün temizlenmesine destek veriyor. Mümkün mertebe ben de resmiyetle aramda bir mesafe olsun istiyorum. Yoksa para istersek oradan buradan gelir ama başka şeyler de gelir bu sefer. Bizim sivil ve özerk olmamız lazım. Buna da alışmamız lazım. Sürekli devlete yaslanarak oradan geleceklerle bir şeyler yaparsanız olmaz o iş. O zaman zaten sivil olmazsınız. O zaman çözüm ortağı olmazsınız.
Doğru tabii… Peki, Bayburt halkının Baksı Müzesi ile ietişimi nasıl? Başta nasıldı, zaman içinde neye evrildi?
Sana şöyle anlatayım, geçtiğimiz günlerde Aydın’da yaşayan genç bir kız burayı ziyarete gelmiş, yanıma uğradı ve bana artık Bayburtlu olmaktan gurur duyduğunu söyledi. Bak bizim bir müzemiz var diyor şimdi insanlar. Bu çok önemli. Ayrıca çevrede yeni müzeler kurulmaya başladı, epey ilham verici olduğunu düşünüyorum Baksı’nın.
Kesinlikle! Peki tüm bunlara hep olumlu mu bakıyorsunuz? Yani bu kadar müzenin açılmasına? Burada da açılmış sanırım yakın zamanlarda…
Sana şunu söyleyeyim Nilüfer, elbette olumlu bakıyorum ama bir kere bir şeyin düzgün sunulması lazım. Buna önem veriyorum çünkü ben. Öylesine yapılmış olanlara karşıyım.
“MÜZENİN BİR SÖZÜ, AİDİYETİ, KİMLİĞİ OLMASI LAZIM”
Diğer müzeler demişken siz Türkiye’deki müzeciliği kimliksiz bulduğunuzu söylemiştiniz bir konuşmanızda. Neden böyle dediniz?
Koleksiyonu koyarsınız, üzerine gerekli işlemleri yaparsınız, adına müze dersiniz. Olur size müze. Tamam bunda bir sorun yok ama bunun bir sözü, aidiyeti, kimliği olması lazım. Toplayıp karma sergiler açan, koleksiyonu ikide bir çevire çevire sunan bir müze bence yeterince kimliğe sahip değil. Müzenin bir enerjisi olacak. Dayandığı bir felsefe olacak. Bir dünya görüşü olacak. Bakın biz Baksı’daki Depo Müze’de bunu açıklamaya çalıştık. Biz, hiçbir döneme, hiçbir şeye ait bir müze değiliz. Biz, insanoğlunun yaşama anlam katma çabasını yansıtmaya çalışan bir müzeyiz.
Çıkış noktanız, sizin sözünüz bu yani!
Evet evet, kesinlikle bu! Orada çömleği de var, köylünün bilmemnesi de var, caminin direği de var. Huykesen Ağacı var sonra… Günümüz sanatçılarının heykelleri var, video sanatları var. İnsanı öyle görünce insan olduğunuzdan dolayı gurur duyuyorsunuz. Öteki türlü belli bir dönemi yerine getiren bir şey olarak görürseniz insan çok sınırlı. Bu kadar değil insan. Daha büyük bir şey, daha büyük bir bakış açısı, hafıza, daha büyük bir yürek. Öyle bakmak lazım. Biz öyle bakıyoruz. Yerel olmayı, buranın hikayesini önemsiyoruz. Gelecek hayallerini de, yeniliği de öyle… Hatırlamayı ve özneyi önemsiyoruz! Bizim yaptığımız iş budur. Diyorlar ki “Müzecilik açısından ilham verici bir örnek, Baksı.” Bizi burada kimse müzeden saymıyordu da Avrupa müzecileriyle müzeciliği tartıştık Baksı’da. Taaa buraya, Bayburt’a geldiler. Düşün, bu dağın başına o insanları getirmek inan kolay değil. Bütün bunları bu özgün davranışımız sağladı. Şimdi müze diyorlar buraya. Gördüler çünkü, burada gerçek bir şey var.
Baksı Müzesi kurulurken Bayburt’un fiziksel konumu sizin için endişe konusu oldu mu? İnsanlar ya ziyaret etmezse, buralarda in cin top oynarsa, emeklerimiz boşa giderse gibi düşüncelere kapıldınız mı? Yani ya bir hayal kırıklığı olsaydı…
Bana ne gelmesinler! Gelmesinler… Yani hiç düşünmedim açıkçası. Sağlıklı, tutarlı bir şey yaparsanız gelir insanoğlu sizi bulur. Biz o kadar da vefalıyızdır ha! İnsanımız o kadar da tahrip etmez! Burayı kâr maksadıyla kurmadığım için belki de bunları düşünmedim ben. Buraya gelip bir işaret koymuş oldum.
Siz örneğin benim gibi bağımsız gazetecilik yapan biri için de aslında bu noktada ilham vericisiniz. Özgün ve teksiniz çünkü. Emeğimin karşılığını alamadığım zaman yıkıldığım zamanları hatırlıyorum. Bu, sıkça da başıma geldi. Ama hep ayağa kalkmaya ve yeni baştan yaratmaya çalıştım.
E yapman gereken bu. Ne diyorum, o birileri gelip seni bulacak sana! Sen buna inanmışsın, bir yol çizmişsin kendine. Bak böyle bir işte en önemli şey ne biliyor musun? Benim için neler sana sıralayayım: Masumiyet, vicdan ve adanmışlık. Bunları çok önemsiyorum. Yani bir şeye kendini adarsan birileri eninde sonunda sana el uzatıyor.
Fark ediliyorsunuz yani bir şekilde, öyle mi?
Valla ben onu gördüm Nilüfer. Bak bu projeye başladığımda çok güzel, lüks bir hayatım vardı. Ama ben ne yaptım, bütün kaynaklarımı buraya aktardım.
Bu da büyük bir imkan tabii…
Tabii tabii, mutlaka! Eşim Oya uyardı beni ama hep de yanımda durdu. Geçen sene mal beyanında bulunurken ben baktım ki beşte üç fakirleşmişim. Yani mesele para değil, para bulunur. Sizin hikayeniz var mı, bütün mesele budur. O yüzden üretmeye, dik durmaya devam. Oluyor sonra her şey!
“BAKSI MÜZESİ’Nİ BİR SANAT ESERİ OLARAK YAPTIM. BENİM EN BÜYÜK ESERİM BU!”
Tüm bu konuştuklarımızdan sonra o zaman Baksı’nın değerinin yeterince anlaşıldığını düşündüğünüzü söyleyebilir miyim?
Entelektüel düzeyde düşünüyorum ama yeteri kadar tahlil edildiğini düşünmüyorum. Ayrıca ben bunu bir sanat eseri olarak yaptım. Bunu sadece bir müze olarak düşünsem yapamazdım. Resim yapar gibi heykel yapar gibi yaptım. Benim en büyük eserim bu. Batılılar burası için “Land Art” diyorlar. Bizimkiler bakıyorlar başka bir şey görüyorlar. Bence bu bir çalışma konusudur. Ben birini işe alırken “Dayanıklı mısın?” diye soruyorum. Şaşırıp bakıyorlar. Gerçekten dayanıklı mısın? Bunun en büyük nedeni ne biliyor musun, insanlar bir hevesle giriyorlar. Bir süre sonra cayıyorlar. Biz burada neler yaşadık. Beni tehdit eden bir sürü insan oldu. Eşime çaktırmadan kaç defa gece ikide kalkıp etrafı kontrol ettim. Bırakamam burayı. Gidemem bir yere… Tatile gidecektik güya bu yıl, çok da yorgundum. Eşime dedim ben gelemem. Ama sen git dedim. Yani bu benim hikayem ve sen işte bu kadar yıl bu hikayeye kendi hayatını adadın. Daha fazlasını isteyemem senden dedim.
Sizinle bir nehir söyleşi kitabı çıkmış ama aslında söyleşiden öte hikayesi yazılacak bir insansınız. Sizin bir yazma çabanız var mı ya da siz yazacak mısınız?
Bunu istiyorlar, bu kitabı genişletmek de istiyorlar. Vaktim olsa ben yazacağım. Ama hiç zamanım yok. Çok yorgunum ben, biliyor musun?
Ah hep bir sonraki sorumun cevabını önceden veriyorsunuz! Tam diyecektim ki yorgun musunuz, yoruldunuz mu?
(Gülüyor.) Bir süre sonra enerjiniz eski enerjiniz olmuyor. Yaşlılık diye bir şey var sonuçta.
Öyle demeyin… Müthiş bir enerjiniz var ve gerçek anlamda hayranlık vericisiniz. Ben hayatımda karşılaştığım kimseye bu kadar hayranlık duygusu beslemedim. Yaptığınız bir sanat eseri karşısında duyulan hayranlık değil bu bahsettiğim. Baksı için de değil. Kişiliğiniz, insanları kucaklayışınız, samimiyetiniz…
Çok teşekkür ederim, Nilüfer. İyi bir adam olduğumu biliyorum. Bugüne kadar herhalde altı yedi tane ameliyat geçirdim. Çok yıprandım ben, kendimi çok da yıprattım. Ama ben öyle bir adamım. Eşimle evliliğimiz 50 yıl oldu galiba, şunu görüyorum. Oya, Selanikli bir ailenin kızı. Bedeni ona teslim edilmiş en kutsal şey. O kadar özen gösterir ki kendine. Benim bedenimse bir köle. Katiyen özen göstermem.
Biraz kadının erkek farkı da var ama kölelikte haksızlık değil mi o bedene?
Öyle eğitilmedim ki ben. Ben böyle doğanın içinden bir adamım, köy çocuğuyum. Yani anlatabiliyor muyum; burası varken ben bırakıp gidemem. Halbuki tatile gitmem, kafamı dinlemem lazım benim. Dinlenmem lazım.
Hüsamettin Koçan Baksı’yla ilgienmek dışında normal bir gününde ne yapıyor peki?
Pandemide ilginç bir deneyim yaşadım ben. Benim kütüphanemi buraya getirdik. Eşim bana (Kadınlar akıllı) “Gönderme kütüphane olmadan olmaz” dedi. Ya ne olacak üniversitede bir malzeme lazım olduğunda kitap falan gerekir dedim. Sonra canım klasikleri okumak istedi, ara tara hiçbir klasiği bulamadım ben. Hepsini göndermişim işte. Oradan buradan gelen klasikleri okuyoruz şimdi.
Hangi klasikler bunlar? Rus Edebiyatı mı?
Evet evet, Rus Edebiyatı. Yazarların arasında hemen hemen bir tercih yapamam ama… Yaşar ağabey (Kemal) de çok severdi, Fransız Edebiyatından Fernand Braudel’in “Akdeniz”ini çok sevdiğimi söyleyebilirim. Braudel öyle güzel anlatıyor ki bir coğrafyayı, onu tekrar okuma arzusu oldu bende. Sonra resim yapmak istiyorum. Evde bir atölyem vardı, küçük diye daha büyük bir hale getirmek istedim. Büyük istemek de her zaman iyi bir şey değil, onu öğrendim. Ve yine öğrendim ki bir sanatçının kütüphanesiyle atölyesi hayatı olmalı. Bu pandemi sırasında bütün gazeteleri aldım. Pandemi haberleriyle yeni insan portreleri hazırladım. O şimdi bizim evin duvarında duruyor. Onlarla ilgili şimdi yeni bir şeyler yapıyoruz.
“ZAMAN FAKİRİ OLMAK DİYE BİR ŞEY VAR. O BENDE VAR”
Aaa ne güzel. Peki sinema, müzik?
Böyle yürürken buralarda falan Erik Satie dinlemeyi severim. Eşimle eskiden her pazartesi günü sinemaya giderdik. Ama artık öyle bir zamanımız yok. O eski disiplini kaybettik. Kitap okuma konusunda da böyle. Beş kitap okurdum, hepsi farklı yerde dururdu. Biri arabamda, biri çantamda, biri üniversitedeki odamda, biri yatak başucumda ve tuvalette. Bu kitapları okuma zamanım artık yok. Yoruldum diye boşa demiyorum. Normal hayatımı yaşayabileceğim pek zamanım yok. Büyükşehir Belediyesi’ne bir tane müze yaptık, biliyorsun: İGART. Sanatçıya bir sürü alan açtı bu sayede. Çok meşgul oldum. Yani diyebileceğim çok doluyum, konferanslar, davetler, toplantılar. Zaman fakiri olmak diye bir şey var. O bende var maalesef.
Yaşınızın ilerlemesiyle işlerinizi yapamayacak olma kaygısı var mı? Bu kadar aktif olan bir insanın her zaman yaşlanmaya karşı direnç gösterdiğini düşünüyorum çünkü.
Kaza geçirdiğimde “Tüh be, bu erken oldu” dedim. Yani biraz daha zamana ihtiyacım vardı ve hep burayı düşündüm. Biz ölürsek diye düşünmedim yani. İşte o sürdürülebilirlik sorun vardı ya demin, o aklımdaydı hep. Yani Baksı’nın iyice oturduğunu bir göreyim, ondan sonrası vız gelir tırıs gider.
Ajandakolik’in klasik sorusunu size de sorayım. Bir ajandanız var mı Hüsamettin Bey, not tutuyor musunuz?
Eskiden vardı. Şimdi ben program yapmıyorum. Asistanlarım notlarını alıyorlar.
Bence hikayenizi siz yazmalısınız!
Şu sıra kararlıyım, atölyeme kapanacağım. Aslında fena da yazmam. Rauf Mutluay vardı, Cumhuriyet’te kitap eleştirileri yazardı. Rauf Bey bizde edebiyat hocasıydı, çok da birikimli bir adamdı. Dedi ki bir gün “Hüsamettin, ben bu kadar kitap eleştiriyorum. Fakat benim yazma kabiliyetim yok. Fakat herkesin bir yazma hakkı vardır. Ben onu kullanacağım.” Şimdi ben de bunu düşünüyorum. Bir edebiyatçı değilim ama benim de bir yazma hakkım var.
***
Baksı’da şu an hangi sergiler var diye merak ederseniz burayı tıklayın.