Advertisement Advertisement

HER ŞEYİN BAŞLAYIP BİTTİĞİ YER BURASI

 


İsveçli yazar Alex Schulman’ın ilk uluslararası romanı Hayatta Kalanlar, ailevi bir trajedi sebebiyle birbirinden ayrılan üç kardeşin yeniden bir araya gelişinin dokunaklı hikâyesini, özgün bir anlatı yapısıyla anlatıyor.

Batuhan Sarıcan
batusarican@gmail.com

 

 Her şeyin başlayıp bittiği yer burası; göl kenarındaki bir yazlık ev ve çevresi.

“Herkes nerede? Annemle babam nerede? Kardeşlerim nerede?”

 

Daha önce dört otobiyografik eserle İsveç’in “çok okunan” yazarları arasına giren Alex Schulman, ilk uluslararası eseri Hayatta Kalanlar’da (Överlevarna) bugünle geçmiş arasında köprüler kurduğu karmaşık bir teknikle karşımıza çıkıyor. Karmaşık bir teknik ama bir o kadar da sade bir anlatımla…

Roman, birbirini tamamlayan iki paralel anlatı üzerine kurulu. Bu anlatılardan biri, annelerinin küllerini dağıtmak için göl kıyısındaki evde yıllar sonra bir araya gelen kardeşlerin bir gününü ele alıyor. Alışık olmadığımız bir şekilde son yaşanandan ilk yaşanana doğru kurgusal bir geriye sarma söz konusu.

Bu akışa paralel olaraksa 7, 9 ve 12 yaşlarındaki üç kardeşin (Pierre, Benjamin ve Nills) yazın göl kıyısında geçen çocukluklarına gidiyor, anılarına tanık oluyoruz. Bu anlatı, ailenin geçmişine ışık tutarak bizi, tahmin edemeyeceğiniz bir trajediye doğru götürüyor.

Okuru içine çeken karanlık bir delik

Stephen King’in yazarken bir delikten içeri girip kaybolduğunu hissetmesi gibi biz de bu kitabı okurken bir nevi solucan deliğinden geçerek kimi zaman tatlı kimi zaman da sert gerçekçi aile hatıralarıyla dolu bir hafızanın dehlizlerine sürükleniyoruz.

Bu haliyle üç kardeşin geçmişe dönüşlü hikâyeleri, okurda merak uyandırıyor. Sahneler bir araya gelerek sekansları oluşturuyor. Sonunda da başarılı bir dram filmi kafanızda tamamlanmış oluyor. Ailenin geçmişte yaşadığı dair bazı olaylar, yer yer sizi de kendi aile geçmişinizi düşünmeye itiyor.

Kardeşler arasında en büyük yarayı alanın ortanca kardeş Benjamin olduğunu görüyoruz. Kardeşlerine göre anne babasının arasındaki ilişkiyle yakından ilgileniyor. Zaten hikâyeyi de farkındalık sahibi olduğunu düşündüğümüz Benjamin’in tanıklıkları ve gözlemleri üzerinden okuyoruz. Yazar bizi doğrudan Benjamin’in iç dünyasına götürüyor. Her ne kadar birinci tekil anlatım kullanılmamış olsa da romanı yazanın Benjamin olduğu hissine kapılıyoruz.

Ebeveynler sevgisiz değil, geçmişte birbirlerinden kopuk olduklarını da söyleyemeyiz. Ancak ilişkilerinde dengesizlik olduğu hissine kapılmadan da edemiyoruz. Her ne kadar sıkıntılı zamanları olsa da özellikle Benjamin’in ailevi gerilimlere dayalı duygusal değişiklikleri, ne olursa olsun sevgiye ve sıkı aile bağlarına her daim özlem yaşandığını düşündürüyor. Zira ebeveynlerin gözdesi, derslerinde başarılar elde eden büyük oğul Nills olurken anne ve babasından gördüğü en ufak ilgi ve sevgi anı, Benjamin için paha biçilemez bir değere sahip.

Bastırılmış anılar

Yazarın bizi peşinden sürüklediği trajedi ise yaklaşık yirmi yıl önce yaşanan travmayı da belli belirsiz romanın merkezine koyuyor. Tabii biz, psikolojideki “bastırma” durumunda karşılığını bulan bu travmanın ne olduğunu kitabın sonlarına doğru, çözüm kısmında anlıyoruz.

Birey için üzüntü verici bir travmatik olay ve durumların unutulmaya çalışılması, yani bilinçaltına itilmesinde karşılığını bulan “bilinçaltına itme” vakasına tanık oluyoruz. Benjamin’in “Sanki bir parçam evde olduğumu söylerken diğer parçam buradan gitmem gerektiğini haykırıyor.” (s.61) sözleri de yaşanan trajedinin bütün bir ömre yayılan hüznünü yansıtıyor.

Son sayfalara gelene kadar bu travmanın ne olduğuna dair merak uyandıran bir akışa kapılıyoruz. Aynı zamanda sıradan bir ailenin küskünlük ve suçluluk duygularına dayanan geçmişi de yazarın ustalığı sayesinde sıkıcılıktan epey uzakta durarak okur için sürükleyici bir içerik sunuyor. Bu yolda yazarın tasvir ve anlatımı da gayet başarılı; yaşanan olay ve duyguları, okurların zihnindeki beyaz perdeye başarıyla yansıtıyor.

Yabanın içinde

Tabii hikâyenin en güzel yanlarından biri de yabanın içinde kurulan atmosferi. Hayatta Kalanlar, her şeyin başlayıp bittiği yerin özü itibariyle doğayla içkin bir anlatıma sahip. Yeri geliyor kendinizi ağaçlarla çevrelenen bir patikada buluyorsunuz, yeri geliyor yolda karşınıza bir alageyik çıkıyor. İsveç’in eğimli coğrafyasından sulak arazilerine dolaşırken bir an durup huş ağaçlarının arasından sakin bir göle doğru bakarken huzur buluyorsunuz.

Pastoral tonlarda “resmedilen” bu romanda, nemli toprak ve yaprak kokusunu da burnumuzda duyuyoruz. Doğayla iç içe geçen bu anlatım, anne ve babaya özlemin ağır bastığı bir aile hikâyesiyle bir araya gelerek nevi şahsına münhasır bir eser sunuyor.

“Yazı söz konusu olunca kılı kırk yararım”

Yazar, karmaşık ve dikkat gerektiren bir teknik kullanmasına karşın anlaşılırlıktan yana hiçbir sıkıntısı yok. Lakin iç içe geçen paralel anlatılar size göre değilse, dümdüz anlatımlardan hoşlanıyorsanız bu kitaptan sıkılabilirsiniz. Bilakis bu yeknesaklıktan sıkıldıysanız ve farklı üsluplara açıksanız Hayatta Kalanlar size güzel bir okuma sunuyor. Her şey yerli yerinde; ne eksik ne fazla.

Zaten yazar da kitabın teşekkür kısmında bunu dile getiriyor: “Yazı söz konusu olunca kılı kırk yararım; metnin tam olarak hazır olmadığı, her zaman yapılacak daha fazla şey olduğu düşüncesi hoşuma gidiyor.” Bu açıklamanın ne kadar yerinde olduğunu, metni tamamladığınızda, hikâyenin adım adım geriye doğru giderek “çarpışma noktasına” nasıl da ustaca vardığını görünce anlıyorsunuz.

Hayatta Kalanlar, Zeynep Tamer’in İsveççe aslından çevirisiyle raflarda, anlatımda yeniliğe açık okurlarını bekliyor. Timaş’ın başarılı bulduğum Dünya Edebiyatı seçkisinin en beğendiğim kitaplarından biri olduğunu, Schulman’ın daha ilk uluslararası eserinden sonraki eserlerini merak ettirdiğini de söylemem gerekiyor.

YORUM YAP

You don't have permission to register
Follow us on Social Media