HATİCE MELİSA ACAR İLE İLK KİTABI “ÖZGÜRLÜĞÜN ROTASI” ÜZERİNE SÖYLEŞİ
Okuyucuları özgürlük, benlik ve insan doğası üzerine yolculuğa çıkaran bir kitap “Özgürlüğün Rotası”. Yakın zamanda Destek Yayınları tarafından yayımlanan bu kurgu roman, günümüz dünyasının dijitalleşen yaşam koşullarında insanın özgürlüğünü nasıl tanımlaması gerektiğini, bireyin kendi rotasını bulma serüvenini ustaca kurgulanmış bir hikaye ile ele alıyor. Kitabın yazarı Acar ile baş kahramanı Aya’nın çevresinde dönen bu hikayeyi ve özgürlüğün hayatlarımızdaki yerini konuştuk.
SÖYLEŞİ: NİLÜFER TÜRKOĞLU
nilufer@ajandakolik.com
“Bağımsız Ruhların Hikayesi” alt başlığıyla yazdığın “Özgürlüğün Rotası” kitabının çıkış noktası ne oldu? Öncelikle yazma sürecini dinleyelim.
Kitabı yazmaya İzmir’de başladım. Birleşik Krallık’ta siyaset felsefesi alanındaki yüksek lisansım yeni bitmişti, doktora başvurum ise kabul edilmişti. Bu süreçteki günlerimi aile evinde kendi kendime okumalar yaparak geçiriyordum. Kitap yazmak gibi bir planım da yoktu. Ancak yayınevinden arandım. “Hatice Melisa Hanım, sizin yazılarınız okunuyor; bir kitap yazmayı düşünmez misiniz?” gibi bir öneri aldım. Gözümde bu süreci büyüttüğüm için direndim. Zira kitap yazmak müşkül bir işti bana göre, daha doğrusu çok derin bir alt yapı gerektirir. Bu yüzden kendimi geri çekiyordum. “Hatice Melisa Hanım, büyük bir teori ortaya koymanıza gerek yok, temel düzeyde öğretici bir şeyler de yazabilirsiniz. Bu bir sanat. Bir deneme de olabilir. Gençlere hitap etmek mümkün” şeklinde ısrarlı üç ayrı tatlı aramadan sonra direncimi kırdım ve kalemi elime almaya karar verdim. Hatırlıyorum, sıcak bir İzmir yaz öğleniydi. Düşünmeye başladım. Kitabın sonu ise Edinburgh’ta geldi ve başında hayal ettiğim noktadan çok öte bir yere taşıdı beni.
“ÇAĞIN ÇOCUĞU OLABİLİRİZ AMA HİÇBİR ÇAĞIN NORMUNUN VİCDANIMIZI ÇİĞNEMESİNE İZİN VERMEMELİYİZ”
Ne güzel bir süreç! Peki, özgürlüğün rotasında ilerliyoruz madem. Sizin için özgürlüğün tanımı tam olarak nedir?
Güzel bir soru. Kısaca bahsetmem gerekirse özgürlük, hiç kimsenin keyfi müdahalesinden korkmadan; hiç kimsenin kişisel kompleksi, duygusal veya finansal tehdidinden korkmadan kendiniz olabilmenizdir. Mesele tekil bir yerde olmaktan daha da derindir. İnsan sadece bir grup içinde değil, bulunduğu çağa karşı da otonomisini korumalıdır. Herkes köleliği savunurken Bartoleme de Las Casas gibi sesini yükseltebilmelidir. Çağın çocuğu olabiliriz, ama hiçbir çağın normunun vicdanımızı çiğnemesine izin vermemeliyiz. Tarihi yargıladığımız gibi, içinde bulunduğumuz zamanın da anormalliklerini yargılama cesaretine sahip olabilmeliyiz – bunun bize bazı bedelleri olsa bile…
Biricik hayatlarımız giderek dijitalleşirken özgürlüğün tanımını yapmakta da zorlanıyoruz aslında. Ama mesela ben bunu bugünden yola çıkarak kızımla beraber denize girmek olarak nitelendirebilirim. Ya da bu söyleşinin sorularını hazırlayabilmek için bir kafeye gidip kahvemi yudumlamak da. Ama bunlar biraz düşününce bu kavgası ve mücadelesi zor dünyada bir bakıma lüks denecek türden şeyler. Ancak bir yandan finansal zorluklar da hayatın gerçeği ve insanı dilediği kadar da özgür kılamıyor. Herkes için özgürlüğün tanımı oldukça farklı. Bunu nasıl değerlendireceksin?
Sorun çok yerinde. Özgürlük söylemlerinin hayatın finansal gerçeklerinden ütopik bir noktaya taşıyıp gerçeklikle bağımızın kopmaması gerektiğini söylüyorsun. Sana katılıyorum. Bir toplumda yaşıyoruz ve bazı kaygılarımız var. Üstelik, korumamız gereken bir işimiz, ailemiz, sevdiklerimiz var. Zaten özgürlük, bunları tehlikeye atacak kararları mantık dışı şekilde vermek anlamına gelmez – zira eğer daha kötü bir duruma düşerseniz özgürlüğünüz azalacaktır. Bu da istemediğimiz bir durum. Özgürlük, size sunulmuş sistem içinde temel hayat ihtiyaçlarımızı korurken; o sistemin ötesinde düşünebilme ve gerektiğinde bu simülasyonun dışına adımlar atabilmek becerisiyle ilgilidir. Elbette – akıllıca.
Romana dönelim. “Özgürlüğün Rotası”nın baş kahramanı Aya’dan bahsedelim istiyorum biraz. Teknolojiyle çevrelenmiş bir dünyada yaşayan Aya, sanal ve gerçek yaşam arasındaki ince çizgide, kendini keşfetme yolculuğuna çıkıyor. Bu keşif yolculuğunu Ajandakolik okurları için biraz detaylandırır mısın?
Aya baş kahramanımız. Doğrusu, onun karakterini yaratırken, aslında ona içten içe bir hayranlık besledim. Kitabın okurları olay örgüsünü elbette daha iyi kavrayacaktır, ancak Aya’nın adaya gittiği ilk günle kitabın sonundaki halinin de aynı olmadığını özellikle görmelerini isterim. Kitabın kahramanı olarak aslında dünyanın geri kalanına sadece teorik bilgiler aktaran bir belge bırakmadı; o belgenin gerekliliklerini kendi bedeninde yaşattı. Bu anlamda Aya çok özel bir karakter. Doğrusu gerçek bir kişi olmasını ve bize rehberlik etmesini isterdim.
Bu, aynı zamanda hayata dair sorgulamaları olan bir roman. Sayfaları çevirdikçe Aya’nın içsel çatışmalarına rastlıyor, özgürlük arayışına tanıklık ediyoruz. Yani bir anlamda özgürlüğün rotasını çizmek, bulmak istiyor, Aya. Bulduğunu söyleyebilir miyiz tam olarak?
Buna okurun karar vermesini isterim.
İnsanın varoluşunun anlamını sorgulaması bitmedi, hiç de bitmeyecek gibi görünüyor. Belki de hayatımızın en büyük “karın ağrısı” bu. Varoluşsal sancılar yaşayan her bilinçli bireyin kendini hem özgür hem de esaret içinde yaşadığını söyleyebilir miyiz?
Mümkün. Ama ben varoluş sancılarının iyi bir yaşamın önüne geçirilmemesi gerektiğini düşünüyorum. İnsanlık tarihi idealize edilen bu sancılardan doğan yıkımlarla dolu.
Sence toplumların da varoluşsal sancıları var mı?
Varoluş savaşı varoluş sancısının önüne geçiyor. İkisi sarmal halde iç içe geçiyor ve ortaya katlanması daha güç bir ağrı bırakıyorlar.
Bu kitap basılmadan hemen önce kitapta da kendisiyle ilgili bir kısım bulunan politik teorisyen Prof. Philip Pettit’in davetiyle Princeton Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi’nde çalışmalar yapmaya başladın. Ne tür çalışmalar bunlar, biraz açar mısın?
Burada resmi olarak Philip Pettit’in “From State to Republic” isimli devlet teorisi derslerine giriyorum. Normların yasalara nasıl dönüştüğünü, toplumdaki güç öbeklerinin tekil kişileri domine etmesinden nasıl kurtulacağı konusunda felsefi tartışma oturumları düzenliyoruz. Kaderin cilvesi şekilde, kitabımda yazdığım kara tahta ve tebeşirli sahnenin gerçeğini yaşıyorum. Tek fark var, bir çadırda değil bir felsefe sınıfındayız.
Bunun dışında siyasal bilimler fakültesi ve tarih bölümünden katıldığım birkaç özel ders var. Genel olarak hepsi tarih boyunca sosyal hareketlerin mantığını anlamayı, çeşitli toplumsal propaganda biçimlerinin işleyişini çözmeyi, tüm bunlar karşısında insan onuru ve özerkliğini nasıl koruyabileceğimizle ilgili. Bu dersleri tercih etme sebebim de etik bilgilendirme biçimlerinin, dürüst toplumsal kampanyaların ve iyicil iş birliklerinin dinamiklerini anlayabilmek oldu. Bunların içerikleri de hali hazırda Princeton Üniversitesi kütüphanesi kaynaklarından beslenerek yazmakta olduğum doktora tezimi hazırlarken bakış açımı geliştiriyorlar.
Üzerine kafa patlattığınız yeni bir kitap var mı? Yeniden ne üzerine yazmayı düşünüyorsun?
Zor bir soru. Son günlerde Princeton’ın yeşil kampüsünde sessiz yürüyüşler yaparken zihnimde beliren birkaç fikir olduğunu söyleyebilirim. Ancak bunlar henüz ufak fikir kıvılcımları halinde ve topluma açmam için biraz erken.
Çalışma masanın üzerinde sana ve hayatına rehberlik eden başucu kitapların var mı?
Hayatımda “en sevdiğim kitap” dediğim bir kitap var. Her yıl dönüp dolaşıp onu okurum, her defasında içimde aynı alevlenmeyi hissederim. Ruh ikizi gibi, okuma ikizimdir o. Ama onun adını söylersem çok özel bir sırrımı açık etmiş gibi hissedeceğim. Belki hazır hissettiğimde bir gün paylaşırım.