Bazen babalar yoktur, mektuplar vardır
Babalar Günü için babama… Birbirinden ayrı tüm babalara ve onların tatlı kızlarına…
Nilüfer Türkoğlu
Ben sekiz yaşındaydım, babam askere gidiyordu. Uzun dönem, dile kolay tam 18 ay! Geç yaşta gittiği için bölükte çocuğu mektup yazan tek baba unvanının gururunu yaşadığını döndüğünde anladım. Bıyıklarını şöyle elleriyle keskin hamlelerle taradıktan sonra yüzüme bakıp hafifçe gülümsemiş, “Senin mektuplarını dört gözle bekliyordum. Çocuğundan mektup alan başka kimse yoktu bizim koğuşta” demişti.
Babamın el yazısı çok güzeldi, benim resimlerim. Ne resimlerdi ama!! Ona yazdığım her mektubun sonuna kapı, pencere çatı üçlemesinden oluşan bir ev çizerdim, yanına uzun saçlı annemi, bıyıklı babamı ve aralarına da kendimi. Bu kompozisyona bazen ağaç, kedi köpek gibi ayrıntılar da eklenirdi ama onlardan çabuk sıkılırdım. Mutlak suretle o mektubun sonundaki resimde her zaman kapı, pencere ve çatı üçlemesinden oluşan bir ev, annem, babam ve ben olurduk. Bazen de babamı asker olarak zarfın üzerine çizerdim. Hani değişiklik olsun, onu şaşırtsın falan diye!
Babamın el yazısı güzeldi ama yazdıkları daha güzeldi. Elleriyle ikiye bölüp de küçülttüğü o A4 kağıtlarına hep “Güzel kızım, Tatlı Kızım” diye yazarak başlardı. Hiç sekmezdi bu. Derslerimden haberi olurdu her defasında. Her birini tek tek sorar, matematiği sevebilmem için birtakım önerilerde bulunur, o dönünce birlikte çalışıp üstesinden geleceğimizi anlatırdı. Mektubun sonunda hep bizi çok sevdiğini ve dönmek için günleri saydığını söylerdi. Annem bir yandan ben bir yandan babama hayatlarımızla ilgili “demeçler” verip dururduk o mektuplarda. Annem hem kendiyle ama daha çok benimle ilgili ne var ne yok anlatırken ben, yeni söktüğüm okuma yazmamla üç dört cümleyi bir araya getirmenin ve bunları güzelce yazabilmenin mücadelesini verirdim. Her harfin üzerinden bir kez daha geçer, yazdıklarımı babama beğendirmek için uğraşır dururdum. Babam yalnızca bizim neler yaptığımızı sorar, kendinden ve yaptıklarından bahsetmezdi. Bitlis Tatvan yazardı sol kenarında zarfın, arkasında kocaman bir “Görülmüştür.” Neyin görülüp neyin görülmediğini anlamadığım yaşlardı. Görmenin ve görülmenin, kimi zaman mahrem bir şey olduğunu bilmediğim yıllardı.
Babamla askerden döndükten sonra bir daha hiç mektuplaşmadık. Ama ayrılmadığımızdan değil… Sekiz yaşında babasıyla mektuplaşan o kız, biraz büyüyüp de aklı aşka düşünce uzun yazlar boyu kalbinin çarptığı adamlara, başka kentlerde yaşayan dostum dediği insanlara mektuplar yazdı. Babasına yazmadı. Vaktim olmadığından değil. Babam hep yanı başımda olduğundan da değil. Mektuplaşacağımız çok yıllar oldu ama ne benim elim gitti kağıda ne babamın yazmak gibi bir isteği oldu. Ben babama yazdığım tüm mektupları, “Kuzenimin kardeşi oldu, neden benim kardeşim yok?” diye ağladığım akşamlarda bıraktım. O, kızına yazdığı her özenli satırı ağustos sıcağının erittiği plastik bir masada, Doğu’nun ucundaki yalnız bir kentte bıraktı.
Ben 19 yaşındaydım, annem ve babam boşanıyordu. Ne mutluydum ne mutsuz. Hissizdim. Önce odamı boşalttım sonra perdeleri kornişten ayırdık annemle tek tek. Evin yüzü eskidi, bizim her kopardığımız parçayla. Çaydanlığın altını söndürdük, balkondaki çamaşırlıkta yalnızca mandallar asılı kaldı. Annemle benim kitaplarımızı babamınkilerden ayırmak epey zaman aldı. Ben bir fotoğraf bıraktım salonda. Babam eve döndüğünde onu sevdiğimi bilsin diye. Mektup da yazabilirdim pek ala ama yazmadım bu defa. Çünkü bana cevap yazmayacağını biliyordum. “Güzel kızım” diye o mektuba başlamayacağını da, mektubun sonuna “Seni ve anneni seviyorum” yazmayacağını da… Tek taraflı yazılan mektupların bir işe yaramadığını anladığım yaşlardı. Sevmenin ve sevilmenin bazen sessizlik demek olduğunu öğrendiğim yıllardı.
Uzun süre görmedim babamı. Ne sesini duydum ne de birlikte ama ayrı ayrı yaşadığımız şehrin caddelerinden birinde ona rastladım. Onun küskünlüğüne benim kırgınlığım eklendi yıllarca. Babamı bu kadar özleyeceğimi bilmezdim. Onu çok aradı yüreğim. Yeni şarkılar keşfettiğimde, yeni kitaplar okuduğumda ilk o bilsin de beni görsün, beni sevsin, benimle gurur duysun istedim. Bana portakal suyu sıksın, uyandığımda baş ucuma koysun, gitsin büfeden en sevdiğim Tenten çizgi romanlarımı alsın diye bekledim. “Sayılarla aram iyi değil ama bak senin gibi güzel yazıyorum” demek geldi içimden pek çok defa, diyemedim. Kayıp yıllar yaşadık babamla. Matematik dersi gibi birlikte üstesinden gelemediğimiz yıllar… Aramızda büyüyen zaman, benim 20’li, 30’lu yaşlarımı, onun 40’lı, 50’li yaşlarını bitirdi çoktan. Babamı gördüğümde bıyıkları bile bembeyazdı artık.
O yüzdendir, ne zaman bir baba kız geçse yanımdan döner uzun uzun onlara bakarım. Sonra sekiz yaşıma geri döner ve babama bir mektup daha yazarım…
“Babacığım mektubunu aldık çok sevindik. O kadar çok özledik ki mektubunu alır almaz açtım, okuduk. Kusuruma bakma çirkin yazıyorum. Seni ve annemi çok seviyorum babacığım. Ben iyiyim. Derslerim de iyi. Ne zaman geleceksin? Babacığım bana iki sayfa mektup yazar mısın?”
Gamze DEMET SIBIÇ
çok etkileyici bir yazı olmuş nünü…yine kalemini çok iyi konuşturmuşsun…yazının sonlarına doğru gözlerim doldu…