
Tijen Burultay yazdı: Avucumun içinde Federico Fellini
Tijen Burultay, Doğubeyazıt.
Bundan bir hafta önce haberini duyurduğumuz ve ardından Ayşegül Cebenoyan ile üzerine söyleşi yaptığımız Cüneyt Cebenoyan Çocuk ve Sinema Platformu, sinemayla buluşacak çocuklar için müthiş bir motivasyon ve hayal kaynağı; adeta sihirli bir yol… Çocukların dünyalarına çok önemli katkı sağlayacağına şüphemiz yok.
Magma Dergisi Fotoğraf Editörü Tijen Burultay, platformdan yola çıkarak çocukluğuna, 1980’lere gitti. “Yaşadığı coğrafyanın kaderi”ne boyun eğmeyen bir kız çocuğunun hikâyesini kaleme aldı… Kendi hikâyesini…
Niksar Danişmend Gazi Lisesi’nin o zamanlar bana devasa gelen bodrum katında, 10 Kasım’da Atatürk’ü anmak üzere toplandık. Dersten kaytarsak da sevincimiz kursağımızda kaldı. Bodrum buz gibi soğuk olduğundan suratlar düşük. Sıralar bitiştirilmiş, erkek ve kız öğrenciler ayrışmış. Saygı duruşunda parmaklarımı kıpırdatmayı, ergen aklımla asilik yaptığımı sanıp, İstiklâl Marşı okunurken de sadece dudaklarımı hareket ettirirdim. Sonra oturur, her sene aynı protokolle yapılan aynı konuşmaları bıkkınlıkla dinlermiş gibi yapardım.
Florasan beyazlığı ve uğultusu soğuğu daha da çekilmez yapsa da, birden kulaklarım dikildi o güz sabahı; pür dikkat dinlemeye başladım. Sanat tarihi hocamız başka bir ölümden öfkeyle bahsediyordu. Bu bir yönetmendi. Filmleri ahlaksız, kendisi de rezil mi rezil bir insan olmasına rağmen gazete ve televizyon kanallarında ondan övgüyle bahsedilmesine çok kızmıştı. Yönetmenin adı Federico Fellini’yi hemen aklıma ne olur ne olmaz diye de avucumun içine tükenmez kalemle yazdım. Kafama koymuştum, araştıracaktım. Eğer onları bu kadar kızdıracak filmler yaptıysa kesinlikle çok sıkı bir adam olmalıydı. Aynı hoca sınıfta, bir derste Musevilerin tıpkı kedi köpek gibi ürediğini fakat Allah’ın hikmetinden ve lanetinden dolayı asla nüfuslarının artmadığını söylemişti.
“Yaşadığın coğrafya kaderindir” sözünü iyi ki çocukluğumda işitmemişim. Çünkü size anlatacağım öyküde bahsedeceğim kız çocuğu kaderine boyun eğmeyi zerre düşünmedi. Anadolu’da küçük bir kasabada bir aşk evliliği sonucu doğdum. Aşk evliliği derken mutlu sonların olduğu türden değildi. Ailem geleneksel aile yapısına da öyle iyi bir örnek değildi işin doğrusu. Daha varlığımdan habersizlerken sorunlar başlayacak, yıllar içinde bana katılacak iki güzel kardeşim de bu talihsiz evlilikten paylarını alacaktı. Tarihin de 1980’ler olduğunu belirtmemde fayda var; genel atmosferi biraz daha belirgin kılacaktır.
Muhafazakâr ve eril otoritenin şiddetini ilk 4 yaşındayken tattım. Babamın faşist kuzeni onun yokluğundan faydalanıp, kibrit çöpünü yakıp beni evin duvarına sıkıştırıp yakmakla tehdit edermiş, “Söyle bakalım ülkücü müsün kominist mi!” diye…
Evet, Anadolu’nun böyle karanlık bir başka yüzü de var. Bağnazlık ve muhafazakârlık tüm yıkıcılığı ile çocukların minicik beyinlerini hâlâ istila ediyor. Kendini sıkışıp kalmış hisseden, bambaşka hayatları merak eden, becerilerini sınamak isteyen herhangi bir çocuktan biriydim. Ama aile ve okul elbirliğiyle, bize uygun eşler ile yuva kurup çocuk büyüteceğimiz bir sistemde – kız çocukları eğer illa ki okuyacaksa hemşire veya öğretmen olmalı- hepimizi hizaya sokmakta son derece kararlıydı.
Nasıl mı nefes aldım? Önce okumayı öğrenerek sonrası da biraz şansla. İlçe kütüphane müdiresi olan Tülay yengem bir anda bu kasvetli hayatıma gökkuşağı renklerini getirdi. Kütüphane evimize çok yakındı, oraya ders çalışma bahanesiyle giderdim. Kâgir binanın basamaklarından tırmanıp kapıyı açtığımda ahşap döşemeleri gıcırdatmamak için parmak uçlarımda yürür, her zaman oturduğum bitkilere yakın yerin boş olmasını umut ederdim. Kocaman pencerelerden ışık huzmeleri, boy boy saksılardaki bitkilerin yapraklarına düşer, damarlarına bir heybet ve keskinlik katardı. Bir de kocaman kalem traş makinesi vardı hâlâ unutamadığım. Boya kalemlerim de dahil biriktirir, minik hazneye kalemi yerleştirir, kolu çevirir, o mekanizmanın içinde kıvrılan ince talaşları mümkün olduğu kadar birbirinden koparmamaya gayret ederdim. Ve elbette kitaplar… Ders kitabı veya ansiklopedi olmayan kitaplar… Bana hiç hayal edemediğim bir sığınak sundular. Ve bir gün geldi, kütüphanenin başka bir binaya aciliyetle taşınılmasına karar verildi.
Yer sıkıntısı çekiliyordu. Sevgili Tülay yengem koliler dolusu kitabı evimize getirdi ve bize emanet etti. Ne hazine! Sanırım 9 yaşındaydım. Jules Verne ile gizemin büyüsüne kapıldım. Ay’a, dünyanın etrafına, merkezine, denizlerin altına seyahat edip maceradan maceraya koşuyordum. Tardis ile zaman yolculuğu yapan zaman lordu Dr. Who ile galaksileri keşfediyordum. Gerekirse Dalekler ile savaşıyor ve kendimi yenilmez bir kahraman gibi hissediyordum. Define adası ile lügatıma korsan ve ne olduğunu anlayamadığım “rom” kelimesi girdi. Alice’i içten içe kıskanıyor, gülümseyerek bir anda belirip bir anda kaybolan kedi beni huzursuz ediyordu. “Uzun Çoraplı Kız Pippi”nin sadece bir televizyon dizisi olmadığını, kitaptan uyarlandığını öğrendim. Ve kitap kapağında onu görüp tanımak bana bu okuduğum kitaplardaki karakterlerin aslında ete kemiğe bürünmüş arkadaşlarım gibi olabileceğini düşündürdü. Arkadaşlık kurmakta becerikli değildim gerçek hayatta. Ne yapmam veya nasıl davranmam gerektiğini bilemezdim ve gerilirdim. Fakat kitaplardaki arkadaşlarla yapmam gereken bir şey yoktu. Yalnızca okumam yeterliydi.İş Bankası’nın Kumbara dergisini de unutmamalıyım. Ne heyecanla beklerdik kız kardeşimle… Ya kalmazsa diye endişelenirdik!
Biraz daha büyüyüp müziğe ilgi duymaya başladıkça Trt3’ü keşfetmem fazla sürmedi. Klasik müziğin verdiği huzuru takip edip, insan sesi olmadan büyük orkestralar ile yapılan güçlü eserlere hayret edip, büyük bestecilerin varlığını öğrendim. Radyo tiyatrosu ise bambaşka bir alemdi. Olacakları görmem için gözlerimi kapatıp sesleri takip etmem yeterliydi.
Sinema için 18 yaşımı beklemem gerekliydi ve öyle de yaptım. Zira ilçemizde hizmet veren tek sinema şu meşhur üç film birden gösterimli olandı. “The Doors”, Beyoğlu sinema şenliği programında sinemada ilk izlediğim filmdi. Salon tamamen kararıp film başlayınca heyecandan bacaklarımı sallamaktan kendimi alamamıştım. Kesinlikle ama kesinlikle televizyonda izlediklerime benzemiyordu.
“Yönetmen sineması” kavramını öğrenmem ve sinemadaki açığı kapatmam için bir sene daha beklemem gerekiyordu. Üniversiteyi kazanıp İstanbul’da yaşamaya başlamam ile ikinci izlediğim film “Katil Doğanlar” oldu. Gene bir Oliver Stone filmi. Öğrenci harçlığım ile sinema filmi izleme iştahım aynı orantıda olmadığından arayışa girip yeni çözümler bulmam da pek fazla zaman almadı. İstanbul Üniversitesi Öğrenci Kültür Merkezi Sinema Kulübü muazzamdı. A. Tarkovski, İ. Bergman, O.Welles, A. Kurosova, J.L Godard gibi yönetmenlerin sinema klasiklerini izleme şansımız vardı. İsmini şimdi hatırlayamadığım lise hocamın da vesilesi ile Fellini’nin filmlerini nihayet yine burada seyrettim. Aynı zamanda Atatürk Kütüphanesi’nde ve Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde bağımsız Amerikan ve Avrupa sinemasından filmlere ulaşma imkanımız olurdu. Bu olanaklar olmasaydı o zamanki koşullarda orta halli, öğrenim gören üç çocuklu bir ailenin mensubu olarak ne kadar kendimi geliştirebilirdim?
Sevgili Cüneyt ve Ayşegül Cebenoyan gibi insanlara, bu tür projelere destek verecek kurum ve kuruluşlara ihtiyaç duyan çocuklar her zaman var, emin olun. Bir zamanlar kendini ifade etme şansı olmayan bu sessiz kız çocuğu çaresizliğini hatırlayıp dile getirmek ve teşekkür etmek istedi.
Hayat denilen serüveni yaşarken katı ve acımasız gerçekliğin cömert kız kardeşi hayal gücünün armağan ettiği kanatlara yeryüzündeki tüm çocukların ihtiyacı var.