
ASLINDA HEPİMİZ TUTUNMALIK DAL ARIYORUZ

Oyun: Sıfırla Bir Arasında / Fotoğraflar: Enes Altuğ Avşar
İlk prodüksiyonlarını 2018 yılında sahneleyen ve o günden bugüne başarılı işlere imza atan Alt Sahne’nin 2021 sezonunda karşımıza çıkan oyunu “Sıfırla Bir Arasında”nın yönetmenliğini ve yazarlığını Ayşegül Tekin yapıyor.
Yazı: Pınar Erol
pnrerol@gmail.com
Önce biraz geçmişe bakalım. Öfkeyle değil ama. “Look Back in Anger”, John Osborne’nun sahnelenen ilk oyunu. Savaş sonrası İngiltere’sinin bocalaması ve yaşattığı hayal kırıklığı okkalı bir tokata dönüşüyor onun kaleminde. Zamanın toplumsal, siyasi ve ekonomik yapısını tiyatro üzerinden hicvediyor. Oyunda rahatsız, umutsuz, endişeli, düzene ve temsil ettiklerine, özellikle burjuva sisteminin ikiyüzlü ahlak anlayışına karşı gelen buhranlı genç bir neslin resmi çiziliyor. Yazar, herkesin omzundan tutup sarsmak istiyor, hadi diyor, tepki verin, sürgit devam etmeyin, karşı çıkın, bir şeyler yapın, yaşayın, hadi! Ona göre insanları harekete geçirip yaşamlarına renk katacak ve onların gerçekten var olduklarını hissettirecek şey heyecan duygusudur. Onu ve oyunlarını değerli kılan, tartıştığı konulardan öte kahramanlarının yansıttığı duygusal derinlik ve kullandığı dildir. O, gündelik dili sahneye taşıyarak tiyatroyu belirli bir çevrenin aidiyetinden kurtarır. Amacı gerçek zevkleri ve gerçek acıları hatırlatmaktır. Oyuncu, yazar ve senarist olan Osborne, gelenekselin karşısına dikilen politik bir aktivisttir aynı zamanda. 1959’da nükleer silahsızlanma kampanyasına katılsa da sonrasında kendisini “değişimden nefret eden bir radikal” olarak kabul eder ve özgürlükçü, örgütsüz sağa yönelir. 1945 yılında başa geçen İşçi Kabinesi ile 1951 yılında yönetimi devralan Muhafazakâr Hükümetin birbirlerinden çok da farklı olmadığını görmek onun için sarsıcıdır. İroniye bakın ki o da eleştirdiğini ülkesine benzer.
İlk gösterim tarihi olan 8 Mayıs 1956, İngiltere tiyatrosuna hiddetli bir şerh düşüyor ve “öfkeli genç adamlar” akımını başlatıyor. Bu, yazarını şaşırtıyor. Ona göre dildeki retorik gözden kaçıyor ve vurgulamak istediği “alaycılık” öfke olarak yanlış yorumlanıyor. Retoriğin olabilmesi için gereken üç temel öge, bir söylevci, bir dinleyici ve düşüncelere aracılık eden bir dil burada mevcut olsa da benzerlik ve farklılıklar arasındaki yerini bulamıyor. Yine de gerçekleri korkusuzca dile getiren oyunların özgürlüğe kapı açacağı fark ediliyor. Oyun, ikiye böldüğü eleştirmenlerden ödül alıyor: “New York Critics Circle”. Ardından “Evening Standard Drama” ödülü geliyor.
Anektodu bol bir oyun bu. Yazar, kendi yaşamından izler taşıyan eserinde, Pamela Lance ile evliliğini bize şikâyet ediyor. Alison Porter rolünde izlediği Mary Ure ile oyun sırasında yakınlaşıyor ve ilk eşinden ayrılıp onunla evleniyor. Her evliliği, bir öncekine ihanetle başlıyor, yine ihanetle bitiyor. Pamela Lance, Osborne’a ondan olmayan bebeğine kürtaj yaptırdığını söylüyor. Bunu anımsatan bir izdüşümünü oyunda da görüyoruz. Bu kadınları sevmeyen adam, sonrasında Penelope Gilliatt, Jill Bennett ve Helen Dawson ile üç evlilik daha yapıyor. Bu nefretinden annesi de nasibini alıyor. Barda çalışan annesinin üst tabakadan müşterilerine yaranma çabası Osbornu’nun midesini bulandırıyor. Onu “ikiyüzlü, kendini beğenmiş, hesapçı ve kayıtsız” olarak tanımlıyor. Tıpkı Alison’ın kayıtsızlığına kızdığı gibi kızıyor ona da. Sınıf çatışması onun kor meselesi. Hem sosyo-ekonomik anlamda hem özyaşamsal deneyimlerinde sınıflar arası sıkışmışlığı görüyor/yaşıyor. Öyle ki ilk eşinin ailesi onu kızlarına uygun bulmayınca çift, gizlice evleniyor. Oyunda Alice’in ailesini kendini beğenmiş, ikiyüzlü göstermesi belki bu kırgınlığından. Belki de Jimmy, Alison ile sırf çevresine meydan okumak için evleniyor. Üçüncü karısını, en yakın arkadaşıyla aldatıyor. Dolayısıyla ihanet de oyunda kendine yer buluyor. Oyun bilindiği için bunları rahatlıkla anlatıyorum. Bir de her oyunun, dönemini bilmenin önemine inandığımdan…
Gelelim “Sıfırla Bir Arasında” oyununa. Yani, “sıfırla bir arasında anlamsızca uğraşanların, sıfır olmalarına izni olmayanların, bir olmalarına da izin verilmeyenlerin yaşadığı modern zaman hapishanesine. Bu oyun, Ayşegül Tekin’in yazıp yönettiği ilk oyunu, ilk göz ağrısı, muhtemelen karın ağrısı da. Öncesinde hazırladığı “John Osborne’un Öfke Oyununa Bugünden Bakmak ve Klasik Dramın Anlatım Olanaklarının Aşılması Üzerine Bir Yeniden Yazım ve Sahneleme Çalışması” hakkındaki tezi onu bir-sıfır önde başlatıyor bu yeniden yazımda. Osborne’nun, Hugh Hastings’in oyununda oynarken iskeledeki bir şezlongda on yedi günde yazdığı oyuna aşina ne de olsa. O da kendi çatı katından “çatı katında” geçen oyunu kaleme alırken bildiklerine dayıyor sırtını. Aynı biçimde, bu büyük oyunu refere ederek bir-sıfır geriden başladığını söylemek de mümkün. Oyunun özüne zeval getirmeden altından kalkmak, ruhunu incitmeden kendi diline tercüme etmek, kendi kelimelerini bulmak, hele ki ilk işinde hiç kolay değil elbette. Cesaret/cüret çizgisini doğru tutturmanın endişesini de eklersek niçin geriden başladığı anlaşılır herhalde.
Bir yere varmayan olayları, parçalanmış zamanda ve belirsiz bir coğrafyada anlatıyor Tekin. Spesifik bir yer imi bulunmayan oyunda, kimileri kendini yakalarken kimileri de üzerine alınmama rahatlığına sahip oluyor böylece. Orjinalindeki Jimmy, Alison, Cliff ve Helena burada John, Alice, Jeff ve Julia olarak yeni kimliklerine kavuşuyor. Yeri mi bilmiyorum ama oyunu izlediğimden beri “mazeretim var, asabiyim ben” şarkısını daha sever oldum. Bu yeniden yazımda Jimmy’nin öfkesi diğer karakterlere pay edilse de gözümüzü ondan alamıyoruz. Birbirine denk oyunculuklar içinde, yine odağa John’u koyuyoruz. Bu, karakterin kapladığı yer kadar Çağdaş Tekin’in yorumundan da kaynaklanıyor. Yazarın ait olduğu kuşağa dair kalbinin derinliklerinde hissettiği acının, oyunun ana karakterinde gözlenmesi Osborne ve Jimmy arasında bir özdeşlik bağı kuruyor. Burada da görüyoruz ki John’un en güçlü silahı kelimeleri, en göze çarpan özelliği ise konuşmalarının güçlü bir zekâ ile birlikte ince bir mizahı barındırması. O yüzden bu atarlı genç adama kızamıyoruz. Etrafındakilere ve hatta yanında olmayanlara bile rastgele sataşmadığını, sözlerinin içinde bir bilinç ve eleştiri olduğunu görüyoruz. Kast sisteminde asıl kendisinin arafta kaldığını, öfkesinin buradan ateşlendiğini bildiğimizden onu anlayışla karşılıyoruz. Kıstırılmış olmanın getirdiği bu saldırıyı kalbimizde yumuşatıyoruz. Alice rolünü Sıla Erkan üstleniyor. Daha önce “Evin Kokusu”nda birlikte çalıştığı oyuncunun malzemesini bilmek yönetmeni rahatlatıyor. John ile Alice arasında olmasını beklediğimiz sınıf farkını görmeye çalışıyoruz. “Tarafsızlığı seversin, böylesi kolayına gelir senin” diye suçlanan Alice ile John’un karşılıklı sevgi ve şefkati tadamadıklarını ve birbirlerine sunamadıklarını görüp üzülüyoruz. Temassızlık, iletişimsizlik burada kreşendo yapsa da oyunun bütününe ve her kişisine yayılıyor. Alice’in silik kostümü donuk, tepkisiz, kayıtsız kişiliğini yansıtıyor. Aynı biçimde John’a giyidirilen domestik depresyon hırkası da hem onu hem de onun üzerinden toplumsal anksiyeteyi ele veriyor. (Kostüm ve dekor tasarımını yapan Ceren Yılmaz’ı yüreklendirmek gerek.) Eylemsizlik üzerine kurulu metin, onun karakterinde bir sınava dönüşüyor. Nihayetinde -istenilen- kaybedilmiş bir dava oluyor. Altay İçimsoy, Jeff oluyor. Doğal oyunculuğu karakterine çok yakışıyor. Arabulucu, iyi niyetli, dürtüleriyle hareket eden biri olarak “hiçbir şeyden korkmasa ne yapacağını” söylemeye cesaret edemeyen bir yerde duruyor. Ve Tuğçe Çakır… Hem Julia’yı canlandırıyor hem de oyunu Altsahne bünyesine alarak ev sahipliği yapıyor. Canlandırdığı karakterin oyuncu olması, konumuna denk düşüyor. Bu karakteri yazmak Ayşegül Tekin’e pandemi-tiyatro bağlamında özel şeyler düşündürdü mü merak ediyorum. Özellikle herkesin eve tıkılıp kendini yemeğe verdiği ve kilo aldığı bir süreçte oyuncunun enstrümanının bedeni olması gerçeğini göz önüne alırsak…
Uyarmak isterim, oyunda işlenmek istenen zaman algısı kafanızı karıştırabilir. Çapraz kurgunun içinde kaybolabilirsiniz. İşte tam burada yardımımıza Ayşe Ayter yetişiyor. Ve yaptığı ışık oyunları ile oyunu anlamamızı, zamanı yerli yerine oturtmamızı kolaylaştırıyor. Uygulayan ise Uğur Aksu. Üçgen şeklinde çevrelenen dekor, Beckett’e, onun “Oyun”unda anlattığı aşkın ebedi üçgenine göz kırpıyor mu bilmiyorum ama hem biçem hem içerik bu çıkışsızlığa cuk oturuyor. Bir türlü beklediğimiz patlamayı yaşayamadığımız bu döngüden çıkmak istiyor muyuz, tamamlanmaya çalışırken yaşamı ıskalıyor muyuz? Bunu da düşünmeli.
Ayşegül Tekin, cümlelerdeki anlamın peşine düşerken nüanslı bir reji dili buluyor. Üzerine düşünülmüş her detay oyun esnasında dikkatinizden kaçsa bile sonrasında aksesuar-anlam eşleşmeleri olarak hafızanızda göz kırpıyor. Hareket düzeni oyuna ritm katıyor. İnsan ilk yönetmenlik deneyiminde, tüm marifetini sergilemek paniğine düşebilir. Gördüğü, bildiği her trüğü kullanmak isteyebilir. Özgünlük vakit alabilir. Sakin bir rejinin kendine güvenini bir kenara koyalım; yönetmen, kuş kondurmayan buluşları ile metnin nefes almasını ve ivmelenmesi güzel bir dengede tutuyor. Bağ kuramayan kuşaklar arasında gezinirken kendisini gerçekleştirmek isteyenlere bir şans daha veriyor. Kendisini de es geçmiyor. Aslında hepsinin tutunmalık bir dal aradıklarını anlıyor, anlatıyor. Varını yoğunu ortaya dökmeden; bin yıllık insan galerisinde, umudu umutsuzluğun içine saklayan oyunuyla o da bir adım atıyor.
Oyun Tarihleri:
16 Aralık Kadıköy Boa Sahne, 20.30
25 Aralık Koma Sahne, 19.00
5 Ocak K! Kültüral Performing Arts, 20.30
29 Ocak Hann Sahne, 20.30