
Yazar Nedim Gürsel’le ‘uzun sürmüş’ bir öğle vakti
“Çoğu insan gibi, kısa hayatında mutluluğu aradı, Sait Faik. Onu ne, çok da fazla arzulamadığı kadınlarda ne çocukların saflığında ne de anneciğinin yakınlığında bulabildi. Tek tesellisiyse yazmak oldu. Bir öyküsünde dediği gibi “yazmasa deli olacaktı” çünkü.
Nilüfer Türkoğlu
Bu yazı, haftalar öncesinde yazılacaktı aslında… Yazılması gerekliydi de. Ne olduysa araya başka haber, söyleşiler, hayatın içinden birtakım şeyler girdi, girdi de zaman geçti. Olmadı. ‘Uzun sürmüş bir öğle vakti’ni yazmak için hafızayı zorlamak ve o anı geri getirmek gerekti. Biraz çektiğim ses kayıtlarını dinledim, bir de çekilmiş fotoğraflarımıza baktım. Süslü cümleler aradım ama yerinde bulamadım. Lazım değildi, belki de… Ama iyi cümlelere ihtiyacım var şimdi. Ne de olsa ilk defa bir yazarın evinde, kendine ait salonunda, kitaplarıyla beraberim. Ah! Hafıza ne fena şey, bazı anları bir odaya kilitseniz de oradan çıkmasa keşke…
Nedim Gürsel‘le Doğan Kitap‘tan çıkan son kitabı ‘Yalnızlığın Yarattığı Yazar Sait Faik’ için bir araya geldik. Adından da anlaşılacağı üzere bu bir inceleme kitabı aslında. Gürsel’in söylemiyle ise “Sistematik bir biçimde başından sonuna Sait Faik’in kitaplarını inceleyen bir kitap değil. Bir yazarın bir başka yazarla olan hikayesi.”
Sait Faik, Türk edebiyatının en önemli ‘kahramanlarından’; öykücülüğün sembol isimlerinden biri. Onu bir başka yazardan dinlemekse dimağda ayrı bir tat bırakıyor. Nedim Gürsel, Sait Faik’le olan ilişkisini, onun dünyasına keşfini, yapıtlarına ve hayatına duyduğu ilgiyi bir araya getirerek önümüze bilmediğimiz yönleriyle de bir Sait Faik portresi çıkarıyor. Zaten kitabın ilk sayfasında yer alan Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şu dizeleri yeterince anlatıyor yazarla ilgili bilinmeyenlerin varlığını: “Sait Faik’le nerde konuşsam, Yarısını bulurdum karşımda, Yarısı kendine kaçmıştı.”
Nedim Gürsel’in Paris’ten geldikten sonra birkaç günlüğüne kaldığı evindeyim. Kıtalar arası hafif yorucu ama epey üşüten yolculuğumdan sonra az eşyalı, yere kadar uzanan pencerelerin ışığıyla geniş manzaralı, ferah bir salonun ortasında bana uzattığı terliklerleyim. İlk defa bir yazarın evinde olmanın heyecanıyla biraz çekinerek içeri girerken o, epey sevecen karşılıyor beni. Oysa kafamda aksi bir adam izlenimi var. İçerideki radyodan cızırtılı TRT 3 caz melodileri yükseliyor. “Babam da TRT 3 dinler hep” diyorum. “Çay mı kahve içersiniz?” diye soruyor, “Çay” diyorum, “Ben çaycıyım.” Sonra tepside bize çay ikram ediyor, müziği cızırtısından kurtarıp kapıyor.
‘Yalnızlığın Yarattığı Sait Faik’ kitabının oluşumu yıllara dayanıyor. Bir sempozyum için Fransızca olarak yazdığı ve Türkçe’ye de çevrilen ‘Sait Faik’in Yapıtında İstanbul Rum Topluluğu’ isimli incelemenin dışında kalan yerler yakın dönemde yazılmış. Bu incelemede yazarın en önemli özelliklerinden birini anlatıyor; azınlıklara olan sevgisini. Öykü kahramanlarının çoğunun da Rum kökenli olmasını buna bağlıyor. Sait Faik’in evrenselliğini hümanist bir dünya görüşünden aldığını söylüyor.
Kitap, toplam 14 bölümden oluşuyor. Aralarında Sait Faik’in insan manzaraları da var, roman diye sunulan üç kitabından Gürsel’in en iyisi olduğunu düşündüğü ‘Kayıp Aranıyor’ hakkında bir inceleme de. Hatta Nedim Gürsel, “Sait Faik’in haz ve cinsel isteği ilk defa bu romanda düşünsel düzeyde tartıştığına” vurgu yapıyor. Ayrıca yazarın 27 yaşındayken Paris’te geçirdiği beş günü de, Gürsel’in değindiği konulardan biri. Bir anlamda yazarın izini sürüyor.
Bir yandan kitapla ilgili sohbet ederken bir yandan laf lafı açıyor. Tıpkı Sait Faik’in de bizim gibi yazarlıktan geçinemediğinden, pasaportunda yazan “işsiz” ifadesine ne kadar alındığından, kendi hayatlarımızla bağdaştırarak konuşuyoruz. Arada boşluklar oluyor, kafamı solumda duran, aynalı antika dolaba çeviriyorum. Üzerinde Nedim Gürsel’in yazdığı ve çeşitli dillere çevrilmiş romanları ve seyahat kitapları var. Ayrıca plaketler ve fotoğraflar…
Konuşmamız beklediğimde uzun sürüyor. Ben onun zaman geçtikçe söyleşiden sıkılacağını düşünürken o, anlattıkça anlatıyor. Üstelik sadece anlatmayı sevdiği için değil, benim hayatımı da merak ettiği için sorular soruyor. İlgiyle ve söylediklerimi hiç unutmayacağı hissini vererek dinliyor, yorum yapıyor, kendinden örnekler veriyor.
Diyorum, “Çok mu yalnızdı Sait Faik?”, “Yalnızdı, ama onun yalnızlığı biraz da cinsel kimliğinden ötürü kendini toplumun dışında tutmasıydı” diyor. ‘Yalnızlığın Yarattığı Yazar Sait Faik’ kitabında derin mevzulardan biri de Sait Faik’in cinsel eğilimlerinin eşcinsel olması üzerine. Hatta ‘ben’ ile ‘öteki’ ayrımına girmeden, otobiyografik anlamda bu eğilimlerini öne çıkarma cesaretini Oscar Wilde ve André Gide gibi yazarlardan aldığı belirtiliyor. Sait Faik’in bizzat kendisinin de öykülerindeki anlatıcının ağzından da olsa cinsel kimliği konusunda okura ipucu verdiğini söylüyor, Gürsel. Rum Yani’ye ya da diğer adıyla Panco’ya duyduğu platonik aşk bunlardan en somut olanı.
Çaylar bitip de kahve içme vakti gelince artık kitabın dışına taşıyoruz. İki kız babası Nedim Gürsel’le baba kız ilişkilerinden Yaşar Kemal’le olan arkadaşlığına, Uluslararası Çukurova Sanat Günleri kapsamında verilen ‘Çukurova Ödülü’nü almak için yakında Adana’ya gideceğinden birkaç ay sonra Paris’ten İstanbul’a yine geri döndüğünde birlikte rakı içme sözümüze kadar her şeyi konuşuyoruz. Sonra birkaç poz için cam kenarında sadece ona ait olduğu epeyce belli, solgun kadife kumaşlı ahşap bir berjere oturuyor. Beklediğim cümle gecikmiyor: “Buraya benden başkası oturamaz.” İki gün sonra o koltukta küçük kızına kitap okurken çekilmiş fotoğrafları Instagram’da görünce gözlerimin dolacağını bilmiyorum henüz.
İmzalaması için elimde tuttuğum ilk romanı ‘Uzun Sürmüş Bir Yaz’ı verirken az önce onunla uzun uzun konuşan kadını uzakta bırakmış gibiyim. Ağzımda sözcükler taşacak ve içimden geçenleri söyleyeceğim diye ödüm kopuyor. “Keşke…” diyorum, “Akrabam, arkadaşım, yakın bir tanıdığım olsanız da, arada sizi görsem… Uzun uzun konuşsak, ben size yazdıklarımı okutsam, siz beni eleştirseniz, yazılarıma yön verseniz…” Hepsi içimden…
“Kapanmayan yaraların kitabı”nı artık imzalı olarak alıyorum elinden. Saat kaç oldu acaba? Şubat’ın 7’sinde ‘uzun sürmüş’ bir öğle vaktini geride bırakıp çıkıyorum.