Nuran Evren Şit: “Bir filmi ya da diziyi çok beğendiğimizde senaryo yazarı aklımıza gelmez”
Ne yalan söyleyeyim ikinci filmi bu kadar iyi beklemiyordum! Genellikle seri filmlerin hep ilki sevilir ya “Aşk Tesadüfleri Sever 2” önyargılarımı yerle bir etti. Filmden çıktıktan sonra ilk düşündüğüm şey senaristiyle mutlaka söyleşi yapmam gerektiğiydi. Ve Nuran Evren Şit’le bir an önce irtibata geçtim. İsveç Türkiye arası mailleşmelerde bir sorumda bana şöyle cevap veriyordu: “Bir filmi ya da diziyi çok beğendiğimizde senaryo yazarı aklımıza gelmez. ‘Film güzeldi’ der geçeriz.” Oysa ben geçmemiştim, aklıma ilk o gelmişti.
Söyleşi: Nilüfer Türkoğlu
Hikâye çok önemli! Eğer ortada elle tutulur bir metin yoksa ne o diziden ne o filmden bir şey çıkıyor. Unutulup gidiyor ne yazık ki… İşte bu sebeple son dönemde izlediğim en iyi Türk filmlerinden biri “Aşk Tesadüfleri Sever 2”. izlediğimden beri aklımda… Eleştirdiğim yönleri var ama senaryosu öyle güçlü ve akıcı ki ve her şey yerine öyle iyi oturuyor. O yüzden de gözüme batan küçük ayrıntılar, devede kulak kalıyor. Gerçek bir hikâyeden yola çıkan filmin usta kalemi Nuran Evren Şit’le tesadüflerden senarist olma becerisine, masasının üzerindekilerden yazarken dinlediği müziklere bir dolu şey konuştuk. Bu pazar günü okuyacağınız güzel bir şey olsun bu söyleşi… Filmi izlediyseniz eğer, elbette daha da anlamlı olacak…
“Aşk Tesadüfleri Sever”filminden tam 10 yıl sonra serinin ikinci filmi geldi. Ve yine sizin kaleme aldığınız bir hikâyeyi beyazperdede izledik. Bu bir seri ama aslında devam filmi değil. Bambaşka bir öykü, hatta öyküler… Ve gerçek bir hikâye. Senaryo süreci nasıl oluştu? Ne zaman yazmaya başladınız?
“Aşk Tesadüfleri Sever”den sonra ikinci film için birtakım hikâye fikirleri vardı ancak ilk filmin üzerine çıkacak bir “evreka” anı henüz yaşamamıştık. Derken 2015 yılında, İpek’in (Sorak) bir gazete röportajında Gülçin ve Costa’nın hikâyesini okumasıyla aranan kan bulundu. Önce Gülçin Hanım’la ve kızı Nihal’le bir akşam yemeğinde buluştuk ve hikâyenin tamamını Gülçin Hanım’dan dinleyip ses kaydı yaptık. Sinemaya aktarılması elzem, muhteşem bir aşk hikâyesiydi, üstelik tesadüflerle örülüydü ve gerçekti. Ömer abi (Faruk Sorak), İpek, Defne ve ben, hepimiz çok heyecanlandık ve ikinci filmin ilk tohumu o gece atıldı. Ben önce dinlediğimiz öyküyü hiçbir kurmaca katmadan olduğu gibi yazdım. Sonra onu İpek’in bir başka hikâye fikri ile birleştirdik ve bu fikirlerin bir filme dönüşmesi için gereken dramatik dokunuşlara karar verdik. İlk taslağı 2015 yılı sonlarında bitirdim. Sonra araya “Vatanım Sensin” dizisi girdi ve senaryoyu bitirmem için Ömer Abi ve İpek’in bana biraz daha zaman tanıması gerekti. Ağırlıklı olarak 2017-2018’de başka finalleri olan, çeşitli versiyonlar yazdım. Yönetmenlerimizle her versiyon üzerinde tartıştıkça, hikâye ve karakterler biraz daha gelişti, katman kazandı. Yazım sürecinin dört yıla yayılmasının bu anlamda çok faydasını gördük diyebilirim. Hiçbir şey aceleye gelmedi, titizlikte konuşuldu, masaya yatırıldı ve çekime hazır hale geldiğinde senaryo hepimizin içine sinmişti.
“MESELE İKİ AYRI DÖNEMİN İKİ AYRI İLİŞKİ BİÇİMİNİN İÇ İÇE ANLATILMASIYDI”
Bu hikâyeyi gerçekten yaşamış birilerinin olması filmi bu kadar sağlam yapıyor belki de… Birebir yaşanmış şeyler mi bunlar? Biraz filmin oluşmasını sağlayan asıl karakterleri konuşalım mı? Onlarla tanıştınız mı? Nasıl dahil oldu yaşanmışlıkları bu filme?
Sema ve Niko’nun hikâyesinin önemli bir kısmı gerçekten yaşanmış. Filme koymadığımız muhteşem detayları da var hikâyenin. Gülçin Hanım’la ilk tanıştığımda ve onun Costa ile hikâyesini dinlediğimde göz yaşlarımı tutamamıştım. Ona baktığımda gördüğüm şey beni çok etkilemişti, ömrü boyunca çok sevilmiş bir kadının ışıltısı vardı gözlerinde. Artık kadınların gözlerinde göremediğimiz türden bir ışıltı… Herkesten çok ona ve kızı Nihal’e bu hikâyeyi bize anlattıkları ve film yapılmasına izin verdikleri için minnettarım. Gerçekten hepimizin bu ilhama ihtiyacı var. Hikâyenin diğer kahramanları Defne ve Kerem ise hepimizin kısmen yaşadığı şeyleri yaşayan iki modern zaman insanı. Onlar da çok tanıdık, çok sıcak ve gerçek. Mesele iki ayrı dönemin iki ayrı ilişki biçiminin iç içe anlatılmasıydı. Ve tam da o tezat, filmi film yapan çatışmayı yakalamamızı sağladı.
İlk filmle ikinci film arasında mutlaka birileri karşılaştırma yapacaktır ki ben basın gösteriminden çıktıktan sonra kulaklarımla buna şahit de oldum. Siz değerlendirecek olsanız, bu filmi daha güçlü ve başarılı bulur muydunuz?
Kesinlikle evet. İlk filmin daha naif bir hikâyesi vardı ve samimiyetle anlatılmıştı. Ancak burda daha evrensel bir meseleyi, gerçekten yaşanmış olaylardan yola çıkarak ele aldık. İlk filmi yazarken 29 yaşındaydım. Aradan geçen 10 yılın bana kattığı deneyimin yansımaları da var tabii ki senaryoda. Bir diğer önemli etken de bu filmi bir kadın ve bir erkek yönetmenin, üstelik de kendileri aşk ilişkisi içinde olan İpek Sorak ve Ömer Faruk Sorak’ın birlikte yönetmiş olması. Bunun da filme getirdiği başka bir dinamizm ve sihir var.
Oyuncu seçimlerinde (her iki filmde de) müdahil oldunuz mu? Sizin içinize sindi mi her şey?
İlk filmde zaten Belçim Bilgin ve Mehmet Günsür’un oynayacağı senaryo tamamlanmadan kesinleşmişti ve onları hayal ederek yazmak çok keyifliydi. Bu filmin kadrosu bana da sürpriz oldu; hem çok sevdiğim deneyimli oyuncuları, hem de daha önceden tanımadığım çok yetenekli oyuncuları bir arada gördüm. Kadronun tamamı çok başarılı ve inandırıcıydı. Hatta benim için müthiş bir sürpriz de vardı. Cami sahnesinde oynayan Turgay Yıldız, benim ilk oyunculuk hocamdır ve 8 yaşındayken beni oyuncu olarak TRT kadrosuna davet etmiştir. Belki bugün senaryo yazarı olmamın sebebi, Turgay Abi’nin o yaşta beni setlere sokmuş olması… Kendisine de buradan teşekkür ederim bu vesile ile… 32 yıl sonra onu ekranda kendi yazdığım bir karakteri canlandırırken görmek de muhteşem bir tesadüf değil mi?
“TESADÜF VE KADER BİRBİRİNİN KARŞITI OLAMAZ ANCAK YOLDAŞI OLUR”
Öyle, ne güzel olmuş! Peki, siz tesadüflere mi inanırsınız yoksa kadere inanan bir tarafınız da var mıdır?
Tesadüf zannettiklerimiz, yaptığımız tercihlerin bizi taşıdığı eş zamanlılıklar olabilir mi? Kader dediğimiz şey, her birimizin bu hayatta deneyimlemek üzere geldiği birtakım deneyimlerin toplamı. Attığımız her adım, aldığımız her karar, ağzımızdan çıkan her söz , kaderi her an yeniden yaratmakta. Bu yüzden de tesadüf ve kader birbirinin karşıtı olamaz ancak yoldaşı olabilir.
En çok sevdiğiniz karakter hangisi oldu ikinci filmde? Neden?
Sema… Sema zaten annemin adı. Gülçin Hanım’ı tanıdığımda bir kadın olarak aşkı yaşama, hissetme ve aktarma konusundaki tavrı beni büyülemişti. Filmdeki Sema da böyle. Onun başına gelenlerle baş etme biçimi, vazgeçmeyişi ve her şeye rağmen şükürle, minnetle aşkı dönüştüren hali bana çok dokunuyor. Hiçbir karakteri ayırmak istemem ama Sema’nın yeri benim için hep ayrı olacak.
“ESKİ GAZETELERİ VE FİLMLERİ TARAYIP DÖNEMİN DİLİNE YAKLAŞMAYA ÇALIŞTIM”
Her iki filmde de belli dönemleri konu alıyorsunuz. O dönemin izlerini senaryoya serpiştirirken zorluk yaşıyor musunuz? Çok iyi bir araştırma süzgecinden geçiriyor olmalısınız…
Aslında yazdığım işlerin çoğu değişik dönemlerde geçiyor. Her seferinde farklı bir dönemi anlamaya çalışıp, dile adapte olmak yazarlığın en keyifli kısımlarından biri. Bu film için de eski gazeteleri ve filmleri tarayıp dönemin diline yaklaşmaya çalıştım, anne babamla kendi gençlikleri hakkında bol bol konuştum, pek çok röportaj ve belgesel izledim. Zaten hepimiz o dönemlere ait filmlerle büyüdük dolayısıyla çok yabancılık çekmedim. Kaldı ki yaşadıklarını ve dönemi bize müthiş detaylarla anlatan Gülçin Hanım da bize epey destek oldu.
Dönem filmi yapmak Türkiye’de biraz daha güç sanki. İnsan, o dönemin atmosferini tam olarak filmde bulamayınca hayal kırıklığına uğruyor çünkü. Sizin yazdığınız filmlerin ve dizilerin de risklerinden biri bu. Bu konuda neler diyeceksiniz?
Dönem dizileri ya da filmleri, günümüzde geçen bir hikâyeden daha maliyetli. O dünyayı inandırıcı kılmanın belli bir maliyeti var bu da çoğu zaman yapımcı için riskli bir yatırım demek olabiliyor. Ama aslında hikâye her zaman başroldür. Dünyanın en güzel dönem dekorunu yapın, hikâyeniz ilginç ve ikna edici değilse, yine de o işi izletemezsiniz.
Yıllardır dizilere, filmlere senaryolar yazıyorsunuz. Peki, bunca hayal gücü nereden geliyor? Nelerden besleniyorsunuz?
Evet, neredeyse 20 yıldır senaryo yazıyorum. Bana ilham veren tek bir duygu var aslında ; insanlarla buluşması gerektiğini düşündüğüm hikâyelere aracı olmak. Birbirimizi daha iyi anlayabilmemiz, başka insanların deneyimlerinden esinlenebilmemiz için sinema müthiş bir aracı. Hikâyeler her yerde, hayatın her anında bir gazete haberi ya da sohbet, bir senaryo konusu olabilir. Gittiğim bir mekân, tanıştığım bir insan, dinlediğim bir şarkı… Ben sadece havada asılı duran durumların, çatışmaların ve soru işaretlerinin seyirlik değerini köpürtmeye çalışan dokunuşlar yapıyorum. Sebep sonuç ilişkilerini daha görünür kılıp, yaşadığım, duyduğum ya da okuyup etkilendiğim durumlarla pişiriyorum ve bunları sinematografik ritmi olan metinler halinde yazmaya gayret ediyorum.
Aslında tam olarak soru şu… İlham kaynağı olan şeyler var mı?
Hayatın kendisi… Doğa. İnsan. Herkes yeterince sessiz kaldığında onunla konuşan yaratıcı yönünün sesini duyabilir. Bir şey yaratmaya, çalışmamıza gerek yok, “Yaratıcı”mız bizim aracılığımızla yaratıyor zaten. Biz sadece geri çekilip akışa teslim olursak ve akan ilhamı maddeye dönüştürmek üzere adım atarsak, üzerimize düşeni yapmış oluyoruz.
İyi bir senarist olmak için hangi özellikler olmazsa olmaz sizce?
Hayata karşı tarafsız ve yargısız bir bakış açısı edinmeye çalışmak önemli. Empati. Bizim işimizin özü bu. Herkesle ve her durumla empati kurabilmeliyiz ki, o durumu aktarabilelim. Sabır, disiplin, dayanıklılık ve sinema aşkı da olmazsa olmaz tabi… Ve senaryo yazmanız için önce söyleyecek bir sözünüz, bir fikriniz olması lazım. Sonra o fikrin; başı sonu olan, detaylı ve özgün bir hikâyeye dönüşmesi; o hikâyenin de kendi içinde tutarlı, sebep sonuç ilişkileri kurulmuş, ilginç, özgün, inandırıcı, diyaloglandırılmış olması, detaylı bir teknik metin olan senaryoya dönüşmesi gerekir. Senaryo yazmak da yetmiyor, bir de onu finanse edecek hayata geçirecek insanları ikna etmeniz lazım. Ya da size bir fikir veya hikâye ile gelen ve “Bunun senaryosunu yazar mısın?” diyen insanlarla uyumlu bir frekansta olmanız ve kendinizden çok şey katmaya gönüllü olarak o takımın parçası olmanız lazım. Çalışırken çoğunlukla bir özel hayatınız olmamasını, yazdıklarınız beğenilmediğinde kırılıp dökülmeyi, yazdıklarınız beğenilse bile kimi zaman ekranda onun karşılığını göremediğinizde hayal kırıklığına uğramayı göze almanız lazım.
“VATANIM SENSİN DİZİSİ ZAMANINDA BİZİ LİNÇ ETTİKLERİNDE KALBİM KIRILMIŞTI”
Evet madem tam da bunlardan bahsettik, siz de bazen yazdıklarınızla eleştiriliyorsunuz. Bunu en son sanırım “Vatanım Sensin” dizisinde yaşamıştınız. Ekşisözlük’te sizi topa tutanlar olmuştu. Bu eleştirileri göz önüne alıyor musunuz yoksa bunlarla hiç ilgilenmiyor musunuz?
Eleştiri her zaman saygı çerçevesinde yapıldığı zaman başımızın tacı. Ne yazık ki Türkiye’de gerçekten nesnel ve yapıcı eleştirici yapma konusunda noksanız. Birileri hata yaptığı zaman onu yerden yere vurmayı, sosyal medyanın lütuflarından biri sanan bir güruh var. “Vatanım Sensin” zamanında, o güne kadar beğendiği bölümleri de yazanların aynı kişiler olduğunu unutup, bir şey hoşlarına gitmedi diye bizi linç ettiklerinde gerçekten kalbim kırılmıştı. Ne yazık ki ülkemizde, beğeniyi ve olumlu duyguları paylaşmak, hoşnutsuzluğu ve kınamayı paylaşmak kadar yaygın değil. Oysa başka hiç bir kültürde olmayan, “Eline sağlık” sözüne sahip bir kültürden geliyoruz. Emeğe saygı duyan bir kültürden. Son dönemlerde toplumsal olarak öfkeliyiz. Dilde şiddet, sokakta şiddet, evlerin içinde şiddet. Öfkeliyiz ve nereden çıkaracağımızı bilemiyoruz. Bizim sektörde de, bunun mağduru senaryo yazarları oluyor. Bir filmi ya da diziyi çok beğendiğimizde senaryo yazarı aklımıza gelmez, “Film güzeldi” der geçeriz. Ancak bir şeyleri beğenmemişsek bir yazarın varlığını hatırlar ve “senaryosu kötü” deriz. Ne yazık ki senaryo yazarları en az görünen emekçiler olduğu için de, görünmeyen birine hakaret etmek daha kolay geliyor belki de…
Ankara doğumlusunuz ve “Aşk Tesadüfleri Sever”in her iki filminde de buram buram Ankara var. Ama ilk film, bu yarışta birinci sanki… Seyirci, daha çok geziyordu o filmde… Ankara’yı çok mu seviyorsunuz? Yoksa sadece İstanbul’a dönmesi mi güzel?
Ankara’da doğdum büyüdüm, tabii ki Ankara benim için çok özel. Ancak artık gittiğimde sadece üzüntü hissediyorum. İnsanların parklarda sosyalleştiği, o aydın, o sanata düşkün, saygılı insanların bir arada olduğu kent, sanki çocukluğumda kalmış. Dev binalar, kaldırımsız yollar, düzensiz, agresif bir trafik ve AVM’lerle dolu bir şehir artık Ankara. Gerçekten içim acıyor.
Peki ya filmlerin müzikleri? Dinledikleriniz ve sizin sevdiğiniz şarkılar var mı aralarında? Favorileriniz hangileri?
“Bir Rüya Gördüm” dinlediğim günden beri dilimin ucunda. Nesrin Cavadzade ve Elif Doğan, o kadar güzel söylemişler ki… İlk filmden de Şebnem Ferah’ın Hoşçakal’ı. Belki bin kez dinlediğim muhteşem bir şarkı. Film yazdırır denecek türden…
Bir yazı masanız var mı? Varsa üzerini hayal edelim, neler olur genellikle? Yazarken ille de masada çalışmalıyım diyenlerden misiniz?
Çalışma masam her an değişiyor çünkü çok seyahat ediyorum. Ama masam hep cam kenarıdır ve ille bir açıklığa bakması, göğü görmesi lazım. Kahve, su, mutlaka yanan birkaç mum, mümkünse taze bir çiçek, o an ilham aldığım kitaplar ve kedim Zihni de masanın olmazsa olmazları arasında. Şu an İsveç’te küçük bir otel odasındayım mesela ve çalışma masam böyle görünüyor.
Yazarken sessizlik mi yoksa müzik mi tercihiniz? Neler dinlersiniz?
Müziksiz yazamam… Yazdığım hikâyenin duygusuna göre oluşturduğum çalma listelerim olur, yazarken çoğu zaman sözsüz müzik tercih ederim İbrahim Malouf, Evgeny Grinko, Chopin, Fazıl Say…
Ajandakolik’in klasik bir sorusu var. Bir yazar için de epey yerinde bir soru aslında. Ajandanız ya da not tuttuğunuz bir defteriniz var mı?
Çantamda sürekli gezdirdiğim bir defter var, evet. Bazen rüyalarımı, bazen aklıma gelen birkaç satırı karaladığım, bazen de günlük gibi kullandığım defterler bunlar. Meditasyon yaptıktan ya da sessiz bir yürüyüşten sonra kendime yazdığım mektuplar daha çok. Mektup yazmayı çok seviyorum zaten, filmden de anlaşılacağı gibi…
Yeni projeleriniz de mutlaka kıyıda köşede duruyordur. Sizden biraz ipucu alabilir miyiz? Ufukta görünenler neler?
Üzerine çalıştığım iki proje var. Birisi kitap olacak büyük ihtimalle ve sonrasında film… Diğer ise dizi. Biraz kapanıp yazma dönemindeyim şu an. Yoğun bir dönemden sonra inziva diyelim… Artık yıllardır kenarda bekleyen hikayeleri masaya koyma vakti dedim kendime. Gerisi menajerim Rezzan Çankır’a emanet.
Atiye’ye de gelelim… Dizinin hem senaryo yazarlarından hem de yürütücü yapımcılarından biri sizsiniz. Hayal ettiğiniz gibi oldu mu Atiye?
Atiye çok özel bir projeydi. Hayal ettiğimin de üzerinde oldu. Dünyanın her yerinden muhteşem tepkiler alıyoruz. Çok profesyonel ve işinde çok başarılı insanlarla çalıştık, hepsinin ayrı ayrı eline sağlık. Beren Saat’in performansı, projeyi benimseyip içselleştirmesi ve bize verdiği ilham ise işi bambaşka bir boyuta taşıdı. Onun gibi bir oyuncuyla çalıştığım için gerçekten gurur duyuyorum.
Şengül Boybaş’ın “Dünyanın Uyanışı” kitabını sevmeseydiniz senaryoyu yine de yazmayı düşünür müydünüz? Burada hikâyenin gücü üzerinizde etkili olmuş olmalı… Dizi daha devam edecek. Peki kaç senarist var aşağı yukarı bu işin içinde?
Şengül Boybaş’ın romanını okuduğumda henüz taslak haldeydi, basılmamıştı. O kadar güzel bir hikâyeydi ki, hem kitabın basılmasının hem de dizi projesi olmasının elzem olduğunu düşündüm. Rezzan Çankır’la Şengül’ü tanıştırdım, Rezzan; Küsürat Yayınları’ndan Burak ve Büşra Aksak’ın da menajeri olduğu için, onları bir araya getirdi ve süreç hızlandı. Kitabın basım süreci ile eş zamanlı olarak da Yapımcı Onur Güvenatam’la birlikte Netflix’e projeyi anlattık. Roman, anlattığı tema ve geçtiği mekânlar itibariyle zaten benim de ilgi alanlarıma temas etmişti. Yine anlatılması gereken bir hikâyeye aracı olma güdüsüyle, dizinin hayata geçmesi için elimden geleni yaptım. Kitabı ekrana adapte etmek üzere önce Jason George’la ortak çalıştık. Jason çok deneyimli bir yazar ve bize danışman olarak da çok katkısı oldu. İlk bölümü Jason yazdı. Sonrası için benim dışımda; ilk sezon Ayşin Akbulut, Cansu Çoban, Atasay Koç, Nergis Otluoğlu Akoğlu ve Merih Aslan hem hikâye ekibinde çalışıp hem de farklı bölümleri kaleme aldılar. 2. sezon ise Ali Ercivan ve Pelin Karamehmetoğulları aramıza katıldı.
Bunu kişisel olarak da pek merak ediyorum. Farklı senaristlerin ortak noktada buluşup bir senaryoyu ele almaları zor olmuyor mu? Bu bana bir kitabı, birçok yazarın aynı anda yazması gibi geliyor aslında… Ortada bir metin var evet ama hepinizin kalemi başka, dili, üslubu, ele alışı başka… Nasıl oluyor bu?
Hem avantajları hem de dezavantajları olan bir durum. Dizileri zaten yıllardır ekipler halinde yazıyoruz. Baş yazar olan kişi, kalemler arasındaki tutarlılığı sağlayan, son kararları veren ve yapımcıya karşı sorumlu olan merci oluyor. Zaten önce hikâye, akış ve tretmanları çıkarıyoruz. Senaryo yazımı son aşama. Ekibin kendi içinde mutabık hale gelmesi kimi zaman yorucu olsa da, iş yükü düşünüldüğünde bu sorumluluğu bölüşmek ve farklı bakış açılarının işe dahil olması aslen bir zenginlik de katıyor.
“SÜRELER KISALMADIĞI SÜRECE TELEVİZYON DİZİSİ YAZMAYA NİYETİM YOK”
Atiye, diğer dizilere göre saatlerce süren bölümlerden oluşmuyor. Fakat televizyonlarda diziler hâlâ çok uzun.
Allah yazana da, yapana da, oynayana da kolaylık versin. Delilik boyutunda şu an süreler. Dünyanın hiçbir yerinde bu sürelerde haftalık dizi çekilmiyor. Ben ne yazık ki çok sevdiğim arkadaşlarımın yazdığı ya da oynadığı dizileri bile bir saatten fazla izleyemiyorum. “Vatanım Sensin”le jübilemi yaptım, o gün verdiğim sözün arkasındayım. Süreler kısalmadığı sürece televizyon dizisi yazmaya niyetim yok.
Son dönem okuduğunuz isimler kimler?
Bert Hellinger, “Kabul etmenin Özgürlüğü”. Siddartha’ya dördüncü defa geri döndüm ve Akaşa Yayınları’nın çok sevdiğim Steve Rother serisinden “Yuvaya Hoşgeldiniz” şu an masamdaki kitaplarım…
Ben sizden “Grace ve Frankie” tadında bir dizi bekliyorum aslında. Bir kadın dizisi ya da filmi yazsanız keşke… Toplumsal duyarlılık kasmadan ama bizden, çok içimizden… Ne güzel yazarsınız…
Çok teşekkür ederim, ne kadar naziksiniz. Aslında zulada bekleyen böyle bir projem var, belki bu söyleşi de bir tesadüf değildir ve onun da tezgâha çıkma vakti gelmiştir. (Gülüyor.)