Advertisement Advertisement

Japon tarihi ve inanışlarına ışık tutan tekinsiz öyküler


Batuhan Sarıcan, Japon yazar Akinari Ueda’nın meşhur eseri Yağmur ve Ay Öyküleri’ni inceledi. İthaki’nin Japon Klasikleri arasındaki yerini alan eser, Japon Edebiyatı’nın en önemli eserlerinden birisi sayılıyor.

YAZI: Batuhan SARICAN

batuhan@ajandakolik.com

Japonya tarihinde dönemler, hüküm süren imparatorlara atfen Heian, Edo ve Meiji gibi isimler alıyor. Japon Edebiyatı’nın en sevdiğim yönlerinden birisi de bu dönemlerin bir şekilde edebiyata sızarak o dönemin yaşamına, inanış ve kültürüne pencere açması.

Edo Dönemi (1603-1867) yazarı ve şairi olan Akinari Ueda (1734-1809) da en meşhur eseri Yağmur ve Ay Öyküleri’nde (Ugetsu Monogatari, 1776), merkezine insanı alan sıra dışı öyküleriyle, okura Budizm’den Japon geleneklerine, batıl inançlardan dönemin siyasi kargaşalarına kadar kısa ama öz hikâyeler sunuyor.

Yazarın tarihi bilgi birikimi ve felsefeye olan yakınlığı da her öyküde kendini gösteriyor. Kadim Çin ve Japon kültürünün etkileri bulunan öyküleri, “hayalet hikâyeleri” anlatan Kaidan yaklaşımının bugüne kalan nadide örnekleri arasında yer alıyor.  Japoncada “怪”(kai), “garip” ya da “sıra dışı”; 談 (dan) ise “konuşma” anlamına geliyor.

Ueda’nın öyküleri genelde “… olduğu rivayet edilir,” veya “Bu öykü kuşaktan kuşağa aktarıldı,” gibi ifadelerle sona eriyor. Bu haliyle yazarın, kulaktan kulağa aktarılan sözlü anlatı geleneğinin yazıya dökülüşünde önemli bir yeri olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlatıların teması da çoğunlukla “doğaüstü hikâyeler” olarak karşımıza çıkıyor.

Ueda’nın öykülerindeki baş kahramanların karşısında beliren karakterler, bir anda hayaletlere veya bir boşluğa; ihtişamlı ve bakımlı evler ise bir anda dört bir yanını yabani otlar sarmış virane yapılara dönüşebiliyor.

Tıpkı Latin Amerika Edebiyatı’nda “büyülü gerçekçilik” akımının doğduğu metin olarak kabul edilen Juan Rulfo’nun Pedro Paramo eserinde olduğu gibi gerçek ile düş arasındaki sınırlar kalkıyor. Yazar, okuru tekinsiz bir atmosferin içine sürüklüyor.

Öyküler, kadim Çin ve Japon halk hikâyelerine dayandığı için ve aslında yazarın inandırıcılık marifeti sayesinde bu doğaüstü yaklaşımı yadırgamıyorsunuz. Bu doku her hikâyede kendini gösteriyor ancak yer, zaman ve üslup birbirinden farklılaşarak öyküler özgünlüğünü koruyor.

Ueda bizi oyuna getiriyor

Japonya’da “tilkilerin oyununa gelmek” diye bir ifade var. Tilkilerin, çeşitli numaralar yaparak insanları kandırdığına inanılıyor. Bu haliyle yazar da -olağanüstünü olağan göstermedeki marifetiyle- bir tilki ise biz de okur olarak onun oyununa getirilmiş gibi bir hisse kapılıyoruz.

“Fiziksel” ile “metafiziksel” arasındaki tekinsiz karşılaşmalarda bilgelik dolu öğretiler de su yüzüne çıkıyor, yazarın ruhani yönünü gözler önüne seriyor. Aynı zamanda erdem, adalet, dostluk, sadakat ve saygı kavramlarının öne çıktığı hikâyelerde, çıkar ilişkisi, zenginlik ve mevkii hırsı gibi meselelerin de sık sık işlendiğini görüyoruz. Böylelikle karşımıza “doğru yolda” olmayı öğütleyen bir yazar olarak da çıkıyor Ueda.

Her ne kadar yüzyıllar öncesinden gelen hikâyeler olsa da bu öyküler, bugüne dair çok şey söylüyor. Sutra duacısını ziyarete gelen ölü imparatorlar, yolundan sapmış Samuraylar, çizdiği balıklara dönüşen ressamlar gibi enteresan karakterler var. Mesela “Resimdeki Sazan” öyküsünde, Budizm inanışındaki Araf ve ruhun “öte” tarafa gidip gelmesi durumu çok iyi anlatılıyor. Bu öykü kitabın en iyi öykülerinden birisi aynı zamanda.

Yazarın yarattığı karakterler arasındaki diyaloglar da kendi kafasındaki düşünsel tartışmaların bir yansıması olsa gerek. Sözgelimi kitaptaki ilk öyküde, babasının emriyle tahtını üç yaşındaki Toşihito’ya bırakan ve bir şekilde Heici Ayaklanması’na neden olarak ülkeyi kargaşaya sürükleyen İmparator Sutoku’nun huzursuz ve öfkeli ruhu ile onun Budist öğretiye dönmesi ve sakinleşmesi için tapınağa sutra okumaya gelen bir din adamı-şair Saigyo’nun konuşmasına tanık oluyoruz. Saigyo ile aralarında geçen tartışmalarda ahlak, bencillik, kişisel hırs ve arzular gibi insani meseleler üzerinden bir tartışma yürüyor. Bunun, yazarın kendi içinde verdiği bir ahlak tartışması olduğunu da söyleyebiliriz. Zaten eserdeki birçok öyküde ahlak kavramını irdelediğini görüyoruz.

Bu öykü, Japonya’daki Budist öğreti ve taht savaşlarına dair de önemli bilgiler veriyor. Yüzlerce sayfalık tarih kitaplarına bedel bilgi, usta bir yazarın elinde, belki bir öykü veya birkaç satırda özüyle anlatılıyor. Bu da özellikle Meiji Restorasyonları (modernleşme) öncesi Japon yazarlarının önemli özelliklerinden birisi.

“Krizantem Vaadi” öyküsü de yine ülkenin taht kavgalarıyla geçen Samuray geçmişini, merkezine insan duygularını aldığı bir hikâye olarak sunuyor. Kamon No Suke ile Tsunehisa arasındaki kavganın getirdiği karışıklıktan uzaklaşan bir Samuray, yolda hastalanıyor ve “tanrı misafiri” olarak geldiği yerde iyi bakıldığı için minnet borcu hissederek “bahara döneceğim,” diyerek ayrılıyor. Dönüşü ise Ueda’nın doğaüstünü normalleştiren yaklaşımına yaraşır biçimde oluyor.

Yazar, “Harap Ev” öyküsünde ise 15. yüzyıldaki yıllar süren taht savaşlarının neden olduğu kaos ve kan gölünü de ustaca resmetmekle kalmıyor, yine insanın en saf duygularından aşk ve sadakati de dokunaklı bir şekilde işliyor.

Japonya’da yazılı edebiyata geçişin katalizörü “Yomihon”

Bu kitabındaki öyküleriyle birlikte Ueda’yı, mirasını vaka ve haiku türü şiir formları ile çevirmenin de önsözde belirttiği üzere ukiyo zoşi türü basit halk hikâyelerinden alan ve yazılı Japon Edebiyatı’nın doğuşunu da simgeleyen “Yomihon” türünün kurucuları arasında sayabiliriz.

Yomihon öncesi eserlerde daha çok çizimler ağırlıktayken bu türle birlikte metin ön plana çıkarak “okumak için kitap” anlayışı benimsenmeye başlıyor. Bu eserlerde doğaüstü güçler ve hayali yaratıkların tasvir edildiği ve “karma”yı odağına alan Budist öğretinin okura aktarıldığı görülüyor. Ueda’nın öyküleri de bundan nasibini alıyor.

Dolayısıyla Yağmur ve Ay Öyküleri de kurucu metinlerden birisi olarak kabul edilebilir. Öykülerinde insan nefsine, kibre, erdeme ve savaşın geride bıraktığı acılara odaklanan Ueda’nın, kurgusal metnin karmaşık doğasından sade bir üslup ve özgün hikâyeler üreterek çıktığını ve yüz yıllara meydan okuyarak bugüne kadar geldiğini söyleyebiliriz.

Okan Haluk Akbay’ın Japonca aslından çevirdiği ve İthaki Yayınları’nın “17. Japon Klasiği” olarak raflardaki yerini alan Yağmur ve Ay Öyküleri, sıradanlıktan sıkılmış okura bambaşka bir okuma vadediyor.

Okan Haluk Akbay’ın Japonca aslından çevirdiği ve İthaki Yayınları’nın “17. Japon Klasiği” olarak raflardaki yerini alan Yağmur ve Ay Öyküleri, sıradanlıktan sıkılmış okura bambaşka bir okuma vadediyor.

YORUM YAP

You don't have permission to register
Follow us on Social Media