“GÜLÜMSE 2”: PES ETMEYEN ÇARPIK BİR DEVAM KORKU FİLMİ
İlk filmiyle sinemada büyük bir gişe başarısı yakalayan “Gülümse” (Smile), iki senelik kısa bir aradan sonra, devam filmi “Gülümse 2” (Smile 2) ile beyazperdeye geri döndü. İlk filmin yönetmeni ve senaristi Parker Finn, serinin devam filmini de üstlenmiş. Başrolde, Aynı zamanda şarkıcı olan Naomi Scott’ın yer aldığı filmin oyuncu kadrosunda; Rosemarie DeWitt, Lukas Gage, Miles Gutierrez-Riley ve usta aktör Jack Nicholson’ın oğlu Ray Nicholson gibi isimler yer alıyor.
YAZI: AHMET DUVAN
ahmetduvan15@gmail.com
Skye Riley, dünya turnesine çıkmaya hazırlanan ünlü bir pop müzik süperstarıdır. Yaklaşık bir sene önce yaşadığı trajik bir trafik kazası sonrası erkek arkadaşını kaybeder. Kariyerine devam etmek için uyuşturucu bağımlılığını bırakır ve kazanın yaralarını sarmaya çalışır. Fakat bağımlı olduğu Vicodin’in bitmesi sonucu satıcısı Lewis’in evine gider. Evde yaşananlar, Skye Riley’in hayatının altüst olmasına neden olacaktır.
“Gülümse 2” teknik olarak ilk filmin gittiği yoldan ilerlemeye devam ediyor. Filmin gişe başarısı şu ana kadar ilk filmin gerisinde kalsa da yine fazlasıyla tatmin edici. Parker Finn’in yönetmenliğinde yine birbirinden iyi sekanslar bu filmde de var! Hikaye içerisinde birçok iyi çekilmiş sahne yer alıyor. Filmin başındaki tek çekim sekans gibi, Parker Finn uzun çekimlere yer veriyor. Ani ve hızlı hareketleri bolca kullanarak ana karakter Skye Riley ile bağ kurmamızı istiyor. Bunun yanı sıra kamerasını yavaşça sağ ve sola yaptığı pan shotlarla bir güvenlik kamerası rolünde korku unsuru olarak kullanıyor. Bu sahneler her ne kadar bütün olarak iyi işlenmiyor olsa da izlenebilir farklı perspektifler sunuyor.
Filmin derinlikli bir bütünlüğe sahip olduğunu söylemek zor. Zira “Gülümse 2”, ilk filme kıyasla daha çok Naomi Scott’ın oyunculuğu ve gösterişli sahnelerle izleyiciyi etkilemeye çalışıyor. İlk filmi düşündüğümüzde, hikaye dinamiği bir psikoterapist ve danışan ilişkisine dayanıyordu. Filmdeki “insanlara benzeyerek saklanan metafizik bir varlık” yaratma fikri, bu varlığın musallat olduğu kişide bazı psikolojik semptomlar yaratıyordu. Bu semptomlar halüsinasyon, panik atak ve anksiyete gibi hastalıklarda görülen ve insanlarda nispeten fazla rastlanan psikolojik semptomlardı. Filmin bu yüzden psikoloji ile ilişkili bir anlatım yapısı vardı. Bu da hikayeye otomatik olarak bir derinlik katıyordu.
Parker Finn, ikinci film ile rotasını daha göz önünde olan bir karaktere çeviriyor. Bu defa ünlü bir sanatçının başına gelenleri ele almak istiyor. Ancak, ilk filmdeki derinlikten uzaklaşınca klişe tanımlamalar ve yüzeysel kesitlere dönüşüyor. Bunu da göz önünde olan bir karakter üzerinden yeterince iyi anlatamıyor. Ayrıca, karakterin yaşadığı psikolojik semptomlara odaklanarak hayatının altüst oluşunu fazlasıyla anlatmak isterken bu da çevresel etkenlerin göz ardı edilmesine neden oluyor.
Hikaye bir noktadan aynı olay örgüsünü sürekli tekrarlıyor. Ana karakterin sürekli çuvalladığı, delirdiğini düşündüğü, gerçeklikle hayalin ayrımını kontrol edemediği sahneler arka arkaya sunuluyor. Film, bu döngüyü oldukça uzun süre sürdürüyor ve anlatımdaki bu takılmanın hikayeye bir katkısı olmuyor. Sonuç olarak filmin vermek istediği gerilim pek amacına ulaşamıyor. Tasarlanan korku öğelerinin çoğunluğu birbirine benziyor. Skye Riley’in rehabilitasyon merkezine gönderilmesinden önceki sahne hariç, geri kalan tüm sahneler benzer tekniklerle planlanıyor. Korku dili olarak farklı nitelikte bir ana tanık olamıyoruz. Ayrıca, hikaye, sanatçı ve hayran arasındaki içi boş ilişki hiyerarşisine fazlasıyla odaklanıyor, üstelik bu tercihin motivasyonu belirsiz kalıyor. Yönetmen, bu aktarımı oldukça sığ bir bakış açısıyla ele alıyor.
Filmin başrolü Naomi Scott kesinlikle öne çıkan unsurlarının başında. Filmin gerilimini ve ondan istediği duyguları tek başına başarıyla üstleniyor. Jack Nicholson’ın oğlu Ray Nicholson’ı, babasının eşsiz oyunculuğuna tanık olduğumuz, korku türünün kült eserlerinden, 1980 yapımı “Cinnet”deki (The Shining) gibi bir karakteri canlandırması ve onu da “şeytani bir gülümsemeyle” izlemek, görsel olarak hoş bir nostalji sağlıyor.
“Gülümse 2” her ne kadar yönetmenliği ve Naomi Scott’ın performansıyla dikkat çekse de, ele almak istediği psikolojik dili aktaramıyor. Oturmayan anlatım, gerçekçiliğin kaybolmasına neden oluyor. Parker Finn, iyi tasarlanmış sahneler yaratmayı başarıyor başarmasına ama hikayenin tekrara düşmesi ve korku öğelerinin yetersizliği, serinin potansiyelini tam anlamıyla gerçekleştirmemesine neden oluyor.