EZGİ TANERGEÇ: “BEN HAYATIN KENDİSİ GİBİ ROMANLAR SUNMAK İSTİYORUM”
Okur olarak buluştuğum kitapların, yazarların kendi hayatımla, kendi gündemimle eşdeğer gitmesi beni şoke ediyor. Dakikliğimle bilinirken son yıllarda bir yetişememe hali içindeyim. Geç kalmak hatta bazı günler önemli saydığım buluşmalara gidememek de hayatımın bir parçası oldu. Yetişememek zihnimi yorarken Ezgi Tanergeç’in kaleme aldığı “Geç Kalanlar Kümesi” romanı ile buluştum. İthaki Yayınları etiketiyle Eylül ayında raflarda yerini alan roman taciz, aldatma, kayıplar, asperger sendromu gibi birçok konuda sorular doğurdu zihnime. Ezgi Tanergeç ile gerçekleştirdiğimiz söyleşiyi okumanız dileğiyle.
SÖYLEŞİ: TUBA KARAMUKLU
tubakaramuklu@gmail.
Kitabın anlatıcısı Yasemin yıllardır kurduğu hayali yaşıyor: İşe gitmiyor! Evden çeviri yaparak ve Almanca dersleri vererek geçimini sağlıyor. “Yapmak istemediklerimi yapmama özgürlüğünün, mutlu olma girişimini nihayete erdirmediği çok açık” sözleriyle Yasemin’in hayalini gerçekleştirme girişiminin sonuçları ile yüzleşiyoruz. Hep içinde bulunduğumuz şartların ötesini hayal ederiz ancak onu başarınca da eksiklik, mutsuzluk, huzursuzluk bize eşlik etmeye devam eder. Mutlu olmak biz insanoğlu için neden bu kadar zor?
Aslında bu, sanayi devrimine belki de daha öncesine kadar uzanan çok derin bir konu. Benim kişisel olarak yorumumca, günümüz mutsuzluğunun en önemli nedenleri gelecek kaygısı, güvensizlik, tatminsizlik durumu ve kaos… Bu tatminsizlik konusu ise insanoğlunun kendi kendine yarattığı bir durum. Her şey daha ilkelken hayat daha kolaymış, insanoğlu hayatta kalmak için avcılıkla, toplayıcılıkla uğraşır, başını sokacak bir yer bulana kadar da güneş zaten batarmış. Her şey bu kadar basitken “kimim, niye geldim, nereye gidiyorum, yanımdaki benden daha mı çok elma toplamış,” gibi sorular sormazmış. Hayat karmaşıklaştıkça mutluluk azalmış diye düşünüyorum. Romanda ise karakterlerin kendi hayatlarındaki huzursuzluklardan ya da tatminsizliklerden kaçmak için başkalarının hayatına sızmaya çalıştıklarını gözlüyoruz. Oysa ki bunun bir mutluluk getirmediği de ortada. Örneğin sosyal medyada insanların birbiri hakkında olumsuz yargısını, üzerinde hiç düşünmeden, doğruluğunu ya da yaratacağı etkiyi tartmadan uluorta söyleyivermesi bana korkunç geliyor. Bence bu durumda hakkında yorum yapılana değil, yapana bakmak gerek. Bu etkinin çok negatif bir dalga yarattığını düşünüyorum. Bu hırs mutluluk değil, mutsuzluk getiriyor. Asıl önemli olan ise kişinin bunun farkına varamaması, mutlulukla hazzı birbirine karıştırması.
“Geç Kalanlar Kümesi” üyeleri öğrencilik yıllarında fizik dersine geç kalmaları nedeniyle bu adı alıyor. Karakterlerimizin hayatlarına baktığımızda ise “geç kalma” hâllerinin hayatlarının her anına sirayet ettiğini görüyoruz. Bir okur sezgisiyle bu ismin gerçek anlamından çok öte olduğunu, bu unvanın karakterlerini de temsil ettiğini düşünerek yanılıyor muyum?
Doğrudur. Yalnızca fiziksel bir geç kalmadan söz etmiyoruz. İnsanoğlu hep bir şeylere geç kalıyor çünkü insanların önceliklerinde sapmalar oldu. Önem vermemiz gerekenler konusunda yanılsamalar mevcut ve bir sıralama yaptığımızda asıl önem vermemiz gerekenler alt sıralarda kalınca bir erteleme ortaya çıkıyor. Genelde bunun farkına vardığımızda ise “geç kalmış” oluyoruz.
Yasemin, eserin başında hepimize mühim bir soru yöneltiyor: “Kaderin hangi büyük oyununun minik piyonlarıydık da birbirimizi bulmuştuk? O gün geç kalmamız mıydı tek ortak yönümüz?” Birbirinden farklı bu dört kişinin gerçekten de ortak yönü nedir, neden bir araya gelmek zorundaydılar?
Hikâyeyi iyi işleyebilmek için uygun özellikleri olduğunu düşündüğüm dört karakter yaratmaya çalıştım. Her birinin ayrı kişilik yapıları, sıkıntıları, geçmişten getirdikleri yükleri ve farklı hayat tarzları olmasını istedim. Yalnızca benzer sosyoekonomik yapılardan geliyorlar ve kültürel olarak denk sayılabilecek kişiler çünkü aynı okulda okumuşlar. Birinin bilgisayar dehası yönü hikâyenin siber suçlarla ilgili perdesini aralamamıza yardım ediyor, diğeri kadın sorunlarına vurgu yapıyor, vs. Renk katma konusunda ise hemen hemen hepsi eşdeğer…
Kadın karakterlerin sayıca çok olduğu bir roman. Hayatına değindiniz her kadının altından uzun soluklu yorumlar yapılacak hikâyeler çıkıyor. Bir yazar olarak ve daha da önemlisi Türkiye’de yaşayan bir kadın olarak bu hikâyelerin doğum şeklini bizimle paylaşır mısınız?
Bu romanda böyle denk geldi diyebiliriz. Devridaim’de erkek karakterler çoğunluktaydı, Geç Kalanlar Kümesi’nde kadınlar daha ağır basıyor. Ana karakterler olarak üç kadın, bir erkek var. Burada bir arkadaş grubu söz konusu olduğu için kadın karakterlere daha çok yönelmiş olabilirim. Çünkü kadınlar arasındaki arkadaşlık daha girifttir. Oysa erkek arkadaşlığı ya da dostluğu bana göre daha doğrudan ve yüzeyseldir, belki daha dürüsttür. Kadın arkadaşlığı farklıdır. Özenle işlerseniz bu ilişkilerin kırılganlığından da, aradaki dayanışmadan da, rekabetten de, birlikten de çok malzeme çıkar.
Taciz, aldatma, şüpheli bir kayıp gibi bizim aslında her gün maruz kaldığımız, içselleştirdiğimiz konulara da asperger sendromu gibi önemli bir konuya da değinmişsiniz. İşin ilginci bunca konu, bir diğerinin etkisini azaltmamış. Aksine kurgunuzda hepsinin bir karşılığı var. Yine de merak ediyorum bu çeşitliliği bu kadar başarılı sunmak için nasıl bir planlama yaptınız?
Aslında planlamadan çok çağrışımların doğal akışı içinde, bir ilhamla yazıyorum. Her metinde bir ana tema olması gerekiyor elbette ama tek bir şey anlatmak bana göre romanı biraz kısırlaştırıyor. Bahsettiğiniz çeşitlilik, karakter inşa sürecinden kaynaklanıyor olabilir. Ana karakterler birer lokomotif ve yer yer ana temanın önüne geçip kendi başlarına birer tema olabiliyorlar. Karakterler detaylı işlenince her birinin maruz kaldığı sorunlar ve yaşanmışlıklar tek tek ortaya çıkıyor. Önemli olan çeşitliliğin bir yerde bağlanması, ana temaya da hizmet etmesi. Bunu da sezgilerimle yapıyorum daha çok…
Dört ana karakterimizi Yasemin’in ağzından dinliyoruz. Şimdiki zaman ve di’li geçmiş zaman olarak Yasemin, Simge, Eylül ve Anıl’ın yaşamına değiniyorsunuz. Özellikle “değiniyorsunuz” demeyi tercih ediyorum çünkü anlattıklarınızla okurlarınıza da bir görev verdiğinizi düşünüyorum. Kurgunuzda her şey hem çok açık hem de okur olarak kurgunuzun izini sürüyoruz, yorumluyoruz hatta bir sona bağlıyoruz (!). Her kitap, okuru aracılığıyla yeniden yorumlansa da sizin bunu biraz ileri taşıdığınızı düşünüyorum. Okura da pas atma nedeninizi konuşmak isterim.
Bu aslında göreceli bir konu sanırım. Okura pas atma dediğiniz şey bence olması gerekendir, ben okuyucu olarak da bunu bekliyorum yazardan. Bazı şeyler yoruma açıktır, hayat gibi. Ben hayatın kendisi gibi romanlar sunmak istiyorum. Nasıl ki hayatta her şey açıklanamaz ve tek bir doğru yoktur, roman da hayat gibi olmalı bence. Yazarın her şeyi bildiği, okuyucu üzerinde egemenlik kurduğu, bazı konulara dikkat çekmenin ve bir bakış açısı sunmanın ötesine geçip ona bir fikri dayatma noktasına geldiği anlatımlara sıcak bakmıyorum. Ama günümüzün hızlı ve kolaycı kültürü okura da sirayet etmiş gibi. Okuyucuların da bir kısmı her şeyi hazır ver bana, diyor. Hani eski Türk filmlerinde mutlu sonlar vardır; kadınla erkek bir araya gelirler, çocuklarına kavuşurlar, yanlış anlamalar bir cümleyle son bulur, bahçıvan, kayınvalide, dede, arkadaş… Artık kimler varsa yan karakter, hepsi bu kareye eklenir ve yanak yanağa neşeli bir fotoğraf, oynak bir müzikle film sona erer. Bu öyle bir finaldir ki herkes, kimsenin aklında en ufak bir soru işareti kalmayacak kadar mutludur. İşte bazı okuyucu bunu bekliyor gibi geliyor bazen. Bütün karakterler küçük ve aslında çok basit bir numarayla o son karede yerini alsınlar, gibi bir beklenti… Ama öyle midir gerçekten hayat? Herkesin o karede ve eşit derecede mutlu olması mümkün müdür? Ben onun peşindeyim. Örneğin o son kareden belki bir yıl sonra bu iki aşık ayrıldı ya da o andan beş dakika sonra içlerinden birine araba çarptı? Kimbilir… Ben bir fikir ortaya koyuyorum ve sorular soruyorum ve bakıyorum her bir okuyucunun elinde daha da derinleşip anlam kazanıyor roman.
Başkalarının hayatı, her zaman üzerine geniş bir mesai harcadığımız, merak edilesi, konuşulası bir olgu. Televizyon yayınlarında özellikle de kadın kuşağı programlarında dahi hep diğerleri anlatılır, eleştirilir. Övgü ile söz edilen diğerleri yerine didiklenen diğerleri vardır. Kurgunuzda da bu merak, dört arkadaşı iki ayrı zaman diliminde yeniden bir araya getiriyor. Başkaları, bizim için neden bu kadar önemlidir?
Romanda geçen bir bakış açısına göre kendi hayatımızdan uzaklaşmak için başkalarının hayatını didikliyoruz. Ama bunun kimseye bir faydası olmadığının mesajı da rahatlıkla okunuyor. Daha önceki bir soruda değindiğiniz gibi bir çeşit mutsuzluğun devamı bu süreç. Son on yıldır ise bu iş artık çok kolaylaştığı için bambaşka bir boyuta ulaştı. İnsanlar en büyük uğraşları hale getirdiler başkasına laf sokmayı, başkasını beğenmemeyi ya da fazlasıyla beğenmeyi. Zaten hayranlık, sevgi, nefret birbirinin içine girmiş hisler oldu artık. Eskiden böyle bir kültür yokmuş. Hayatta gerçek uğraşları ya da gerçek “dertleri” olmayan kişiler aynı zamanda okumayan, hobileri olmayan, hayata daha anlamlı bağlarla tutunmayan kimselerse başkaları daha da önemli hale geliyor. Hatta öncelik sıralamasında kendilerinin, yakınlarının önüne geçiyor.
Yine aynı düşünceden hareketle bir soru daha yöneltmek istiyorum. Yıllar sonra bir araya gelen dört arkadaş kendi şarkıları ilan ettikleri “Akrebin Gözleri”ni dinliyor ve bu şarkıyı beğenmeyen üç kişinin peşine düşüyor. Şarkıyı beğenen onlarcası yerine beğenmeyen o üç kişiye odaklanmalarının sebebi nedir? Hayatlarındaki eksikliklerin bu arayışı doğurduğunu söyleyebilir miyiz?
Orada daha çok Erkin Baba’ya duyulan bir hayranlık ve sahiplenme durumu söz konusu. Binlerce beğenen kişi arasından beğenmeyen üç kişi dikkat çekiyor haliyle. İlk akla gelen “Nasıl beğenmezler?” sorusu oluyor. Tepki duyuyorlar. Sonra da bu tepkiyi bahane ederek kendilerine yeni bir oyun buluyorlar aslında. Tamamen ilk soruyla bağlantılı olarak yine bir mutsuzluk ve tatminsizlik halinden bahsedebiliriz. Gerçekten anlamlı uğraşları olan insan bununla uğraşır mı? Uğraşmaz elbette…
Kitabın sonuna doğru olasılıklardan söz ediyorsunuz. Ben de tevafuk noktasından yaklaşıyorum buna. Sizce yaşamımızı olasılıklar/ tevafuklar ne oranda şekillendiriyor?
Romanda bir karakter, olasılıkları iyi hesaplayamadığından, aklına gelenin değil hep aklına hiç gelmeyenin gerçekleştiğinden bahsediyor. Orada tesadüf mü, tevafuk mu gibi bir yorum yapmasa da, olacakları tahmin etme konusunda çok başarılı olmadığını söylüyor. Burada belki okuyucu da aklından geçirebilir, olanların hangilerini tahmin edebilmiştim, diye… Kişisel olarak bu konuda her şeyi tesadüfle açıklamanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Belki tevafuka inanmak insanoğluna iyi geldiği için öyle bakmayı tercih ediyoruzdur. Bütün inanç sistemlerinin özünde bu var zaten. Tutunacak az şey olduğu için her şeyin yüzde yüz tesadüf olduğuna inanmak da insanı bir boşluk duygusuna sürükleyebiliyor, yani tabii bu benim şahsi fikrim.
“Bazı şeyler söylenmez” cümlesini Yasemin’in ağzından birkaç kez duyuyoruz eser boyunca. Her şeye, herkese karşı sürekli susmamız gerektiği öğütlenerek büyütülüyoruz hatta bunu kibarlık olarak öğretiyoruz çocuklarımıza. Bunun sonuçları üzerine de konuşalım mı?
Burada bahsedilen ‘her şey söylenmez’ sürekli susmak gerekliliğini değil de cümleleri kurarken gereken özeni ifade ediyor daha çok. Bazen incelik, bazen kibarlık, bazen sadece başın derde girmesin diye bazen düşünceli olduğun için susarsın. Susmak bazen asalettendir derler ya, öyle. Örneğin birinde arkadaşının sırrını vermediği için her şey söylenmez diyor. Yani ben daha çok susmanın gerekli olduğu bir perspektiften yazdım o satırları. Bir de romanda bazı tekrarlar hoşuma gidiyor. Devridaim’de de “Asla bilemeyiz,” vardı. Bunda da “Her şey söylenmez.” Ama bir sorun varsa mutlaka dillendirmeli. Bence ilişkilerdeki en çarpık şey, bir şeyi doğrudan değil ima yoluyla söylemek, laf sokmak ve sorunları hasır altı edip içten içe büyütmek. Bu durumda elbette konuşmak, haksızlığa karşı bir duruş sergilemek gerekiyor. Kısaca nerede susup nerede konuşulacağını bilirsek ve çocuklara iyi öğretirsek bir sorun kalmaz.
Yasemin komşusu Nesrin Hanım’ın sürekli her işi tek başına yapmasına, çocuklarıyla, evleriyle tek başına ilgilenmesine içerliyor. Haksız da değil. Erkeğin işe gitmek dışında hiçbir şeye dahil olmama hâlini nasıl sonlandıracağız? Kadının ev içinde ve dışında sömürülmesine nasıl engel olacağız?
Bütün erkekler ve bütün ilişkiler dinamiğinde aynı şeyden bahsetmek mümkün değildir elbette ama kadının payına hayattaki sorumlulukların daha fazlası düşüyor bana göre. Kadın çalışsa da çalışmasa da durum değişmiyor. Özellikle de çocuk söz konusu olduğunda aradaki fark daha da açılıyor. Burada kadınların bazı işlere yatkınlığı devreye giriyor olabilir ya da erkekler bunu kadınlara yüklemiş olabilir ya da kadınlar beklentisizlikten ötürü erkeklerin bazı işleri yapamayacağını düşündüğünden kendileri her şeyi üstleniyor olabilir. Etrafımda şu cümleleri çok duydum: “Çocuğun sınavı var, ders çalıştırılacak, eşim beceremez şimdi, ben yapacağım… Alışveriş yapılacak, o bilemez şimdi ne alınacağını, benim almam lazım…” Neden beceremesin, neden bilemesin? Bu noktada her şeyi yüklenmeye dünden hazır olan kadınlar mı? Yoksa o izlenimi erkekler özellikle mi bırakıyor, emin değilim.
“BENCE ŞU AN HİÇBİR ŞEY ADİL DEĞİL, BELKİ DE O YÜZDEN BUNLARI YAZIYORUM”
Üzerine ne kadar konuşsak az kalacak, ağırlığı ruhumuza işlemiş bir konudan daha söz etmek istiyorum. Yasemin’in lise arkadaşı Selvihan’ın akrabası tarafından yıllarca taciz edildiğini anlattığınız sayfalar nefesimi kesti. Özellikle son birkaç yıldır canımızı yakan birçok olaya şahit olduk. Çocuklarımıza seslerini çıkarmayı nasıl öğretebiliriz? Beden farkındalıklarını nasıl aşılayabiliriz? Sevme biçimlerinin hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğunu nasıl öğretebiliriz?
Bu aslında uzmanların konusu. Bu konuda adımlar atıldı, eskiye oranla bir farkındalık var diyebiliriz. Uzmanlar aileleri uyarıyor, aileler çocuklarla açık açık konuşuyor. Fakat bu belli kesimlerle sınırlı. Çocuğa yönelik şiddet, konuştukça, ifşa oldukça adeta daha da artıyor. Çocuklar taciz ediliyor, öldürülüyor. Ben eskiden bunlar kolay kolay yaşanamayacak, kırk yılda bir birilerinin başına gelecek şeyler olduğuna inanırdım, o birilerini de sanki bizden çok uzakta yaşayan, çok farklı insanlarmış gibi düşünürdüm. Büyüdükçe anladım ki bu olay ne yazık ki her yerde, içimizde…
Eylül karakteri üzerinden annelikle ilgili de konuşmak istiyorum. Eylül, eşi tarafından sevgisiz bırakılmış ve maalesef ki sözel şiddete uğrayan biri. Sırf ikinci çocuğu Eylül istedi diye yoruldum diyebilme, dertleşebilme ihtimali elinden alınmış bir kadın. Toplum, kadınların çocuklarından, evlerinden şikâyet etmelerine hoş bakmıyor. Bir kadını bunca yükün altında neden yalnız bırakıyoruz? En azından dertleşebilme şansı neden sunmuyoruz?
Bu romanda daha çok kadının ilişkide cezalandırılan ve “katlanan” taraf olabildiğini vurgulamak istemiştim. Orada kadın bir şey talep ediyor, onun “istediği” oluyor ve arkasından sonuçlarına katlanmak zorunda kalıyor, yardım talep edemiyor, şikayet edemiyor. Bu bir çeşit cezalandırma. Maalesef çok acıklı bir durum. Şehirli ve meslek sahibi bir kadından bahsettiğimizi de hatırlatmama gerek yok sanırım. Bence yapılacak en önemli şey, önce kadının kendine bunu yapmaktan vazgeçmesi… Önceki konuda da her şeyi üstlenmesinden bahsetmiştik. Erkeklere suçu atmaktan ya da onlardan bir hareket beklemekten önce kadınlar kendilerine dışarıdan bakıp önce kendilerine adil davranmalılar.
Yasemin’in komşusu Nesrin Hanım’ın eşi de Eylül’ün eşi de ev ve çocuklarla ilgili hiçbir sorumluluğu üzerine almıyor. Bunun yanında eşlerini derin bir yalnızlığa ve sevgisizliğe mahkûm etmişler. Öte yandan Nesrin Hanım’ın eşi karısına evlenirken bir sözleşme imzalatacak kadar güvensiz biri. Bu güvensizliğin nedenini de olaylar ilerledikçe öğreniyoruz. Nesrin Hanım’ı o sözleşmeyi imzalayacak kadar aciz, Hakan Bey’i o sözleşmeyi sunmada herhangi bir beis görmeyecek kadar güçlü kılan kadın erkek rollerine dair neler söylemek istersiniz?
Bu da yine aynı konuya bağlanıyor. Güçlü ya da güçsüz diye bir şey gerçekten var mı? Hakan o sözleşmeyi kabul ettiren taraf olarak sadece görünürde “güçlü”. Bu Hakan’ı gerçekte güçlü kılmıyor. Asıl güçlü olan her şeyin altından kalkabilen Nesrin. Her şey yanılsamalardan ibaret. Nasıl ki Yasemin bir bölümde kafası karıştığında kendini Truman Show’da gibi hissediyor, aynı onun gibi kim av, kim avcı, kim kural koyucu, kim uygulayıcı her an değişebilir. Küçük bir dokunuşla her şey tersine de dönebilir, roller değişebilir. Bence şu an hiçbir şey adil değil, belki de o yüzden bunları yazıyorum, yazma ihtiyacı hissediyorum…