
GÜLSÜM KINIKOĞLU BAŞER: “KİTABIN ASIL DERDİ AŞK DEĞİL, KADINLARIN KENDİ HAYATLARINA SAHİP ÇIKMA ARAYIŞLARI”
“Belki de edebiyat bunun için var; unutulanı hatırlatmak, bastırılanı görünür kılmak ve yalnız hissedenlere ‘senin hikâyen de anlatılmaya değer’ diyebilmek için.” Edebiyat dünyasında ilk kitabı “Zamanın Unuttuğu Kadın Leyla” ile parlayan Gülsüm Kınıkoğlu Başer, kadınlara ithaf ettiği romanı üzerine yaptığımız söyleşide bunları söylüyor. Ve işte Leyla, tam da hikayesi anlatılmaya değer o kadınların kitabı… Senin, benim, komşunun, belki de en yakın arkadaşının ya da annenin, anneannenin… Başer ile Suat Derviş’ten ilhamla yazdığı kitabı üzerine söyleştik.
SÖYLEŞİ: NİLÜFER TÜRKOĞLU
nilufer@ajandakolik.com
Sanırım karşımda Suat Derviş hayranı genç bir kadın var. Ve ilk kitabı “Zamanın Unuttuğu Kadın Leyla” ile adeta Suat Derviş romanlarına nazire yapıyor. Ajandakolik’e hoş geldiniz Gülsüm Hanım. Öncelikle yakın zamanda Destek Edebiyat’tan çıkan romanınız “Leyla” için neler hissettiğinizi sorayım. Bir yazar için ilk kitabının yayımlandığını görmek çok heyecan verici olsa gerek. Neler söyleyeceksiniz?
Ne kadar güzel bir giriş, çok teşekkür ederim. Suat Derviş gibi güçlü bir kalemle anılmak benim için büyük bir onur. Bu cesur kadının yarattığı karakterlerin aşklarına, kırılganlıklarına hele hele de mücadelelerine hayran olmamak mümkün değil.
İlk kitabımı yayımlanmış görmek benim için bir kız çocuğunun büyüyüp yavaş yavaş evden ayrılışını izlemek gibi oldu. Leyla’yla üç yıl boyunca aynı evi paylaştık; şimdi o kendi yolculuğuna çıktı, okurlarla buluştu. Ben de tıpkı bir ebeveyn gibi gururluyum, biraz da meraklı, bundan sonra nerelere varacağını izliyorum…
“ROMANIMI KURGULARKEN SUAT DERVİŞ’İN KALEMİYLE AÇTIĞI KAPILARDAN GEÇTİM”
Suat Derviş dedik daha sohbetin başında. Sizi aynı zamanda Türkiye’nin ilk kadın gazetecisi de olan ve toplumcu gerçekçi edebiyatın biçimlenmesine katkısı olan Suat Derviş edebiyatında sizi en çok neler etkiledi ve besledi?
Suat Derviş edebiyatında beni en çok etkileyen şey, kadınların ruhsal derinliğinin, çelişkilerinin, bastırılmış arzularının ve toplumsal sıkışmışlıklarının son derece gerçekçi bir biçimde anlatılmasıdır. Derviş’in kadınları sadece bir dönemin değil, birçok kuşağın aynası gibidirler. Çoğu vakit toplumun “doğru” diye nitelendirdiği bir hayatın içinde bulunan ama içten içe başka bir şey arayan, susmak değil haykırmak isteyen kadınlar… Derviş’in yaşadığı erkek egemen dönem düşünüldüğünde, oldukça cesur olması; kadınların siyasi temsili, eğitimi ve ekonomik bağımsızlıkları gibi konularda hiç çekinmeden yazması da beni en çok besleyen tarafı oldu. Ben de romanımı kurgularken onun kalemiyle açtığı kapılardan geçtim diyebilirim. 1900’lü yılların başında yaşayan Leyla da, günümüzde yaşayan adaşı da, toplumsal normlara kafa tutan güçlü kadınlar, tıpkı Derviş’in kadınları gibi…
Osmanlı’nın son dönemlerinde yazarlığıyla öne çıkan Suat Derviş’in kitaplarından ilhamla yazdığınız “Zamanın Unuttuğu Kadın Leyla”, iki zamanlı bir kitap olarak karşımıza çıkıyor. Tıpkı Derviş’in yaşadığı 1900’lü yılların İstanbul’unda, II. Abdülhamit döneminde bir Leyla ve 2000’li yılların içinde yaşayan bir Leyla…
Kitabın iki ana karakteri mi var? Ki bu Leylalar, biraz bu kadınlardan bahseder misiniz?
Evet, Leyla iki zamanlı bir anlatı ama aslında bir kadınlık halinin, bir benliğin farklı yüzyıllardaki yankıları gibi de düşünebiliriz. 1900’lerin başında yaşayan Leyla, II. Abdülhamid dönemi İstanbul’unun görkemli ama boğucu atmosferinde, aşık olmadığı bir adamla evli, sanata tutkuyla bağlı genç bir kadın. Resim yaparak var olmaya ve nefes almaya çalışıyor. Toplumun ve
ailesinin beklentileriyle sınırları çizilmiş bir hayat sürerken İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden İsmet Bey’e aşık olması hayatını alt üst ediyor.
2000’li yılların Leyla’sı ise, daha özgür gibi görünen ama kendi iç çatışmalarının, bastırılmış arzularının, anneliğin, evliliğin ve tutkuların arasında savrulan bir kadın. Bir yandan sorumluklarını yerine getirmeye çalışıyor; diğer yandan da kalbinin kıyısına ilişmiş bir “başka hayat” ihtimaline tutunuyor.
Her ikisinin de ortak bir kaderi, yaşanmışlıkları, paralel giden acıları mı var? Bu iki kadını buluşturan şeyler neler?
Kesinlikle var. Romanın arka kapağında da yazdığı gibi, yüzyılı aşan bir mesafenin ardından birbirine dokunan iki kadından bahsediyoruz. Her iki kadın da çevrelerinin beklentilerine, onlara biçilen rollere ve “uyumlu” kadın olma haline direniyor, isyan ediyor. Osmanlı’nın son döneminde yaşayan Leyla, evde resim yapmasına izin verilmeyen bir kadın. Kocası Rıza ve onun ablası tarafından sürekli sınırlandırılıyor… 21. yüzyıldaki Leyla ise görünürde daha özgür olsa da iç dünyasında sıkışmış, üstelik tıpkı diğer Leyla da olduğu gibi kendini gerçekleştirmesinin önünde büyük bir engel olan Ömer’le evli. Geçmişte yaşayan Leyla, günlüğü sayesinde adaşıyla konuşuyor; ona cesaret veriyor, “Hadi yapabilirsin” diyor.
“ZAMAN, LEYLA’YI SADECE UNUTMADI, BİLİNÇLİ OLARAK O HİÇ VAR OLMAMIŞ GİBİ DAVRANDI”
Zaman sizce Leyla’yı nerede ve niye unuttu?
Zaman, Leyla’yı aslında ataerkil tarih yazımının bilinçli unutuşları içinde kaybetti diyebiliriz. Çünkü tarih şimdiye kadar hep, erkeklerin kaleminden yazıldı; kahramanlık, üretim, düşünce ve sanat hep erkek figürler üzerinden anlatıldı. Kadınlar ise ya arka planda bırakıldı ya da adları bile anılmadan “birilerinin eşi, annesi, kızı” olarak tarif edildi. 1900’lerin başındaki Leyla gibi sanatla, fikirle, aşkla var olmaya çalışan kadınlar, hem dönemin toplumsal baskılarıyla hem de tarihsel kayıtsızlıkla silindiler. Tamamen kurgusal bir karakter olan Leyla, sistemin unutmak üzere kurguladığı; kadınlara bir ses, bir hafıza kazandırma çabası aslında. Yani aslında “zaman”, Leyla’yı sadece unutmadı, bilinçli olarak o hiç var olmamış gibi davrandı. Tam da bu noktada benim görevim, ya da yazarlık sorumluluğum diyelim; yok sayılan o sesi, o hafızayı görünür kılmak oldu.
“KİTABIN ASIL MESELESİ KADININ KENDİNİ BULMA ÇABASI”
Bu kitabı bir aşk romanı olarak mı yazmaya karar verdiniz? Yazma sürecinizden, hikâyenin biçimlenişinden de konuşalım istiyorum biraz…
Aslında yola çıkarken “bir aşk romanı yazacağım” gibi bir kararım yoktu. Ben daha çok içimde yankılanan bir hissin, bir kadın sesinin peşine düştüm. Yazma süreci de zaten tam olarak böyle başladı. Bu sesin anlatacak çok şeyi olduğunu hissediyordum. Hikâye de zamanla biçim değiştirdi, derinleşti ve katmanlaştı. Elbette romanda aşk var, hem de farklı formlarda: bir erkeğe duyulan tutkulu aşk, sanat aşkı, meşrutiyete, bağımsızlığa duyulan aşk… Ama bana kalırsa kitabın asıl derdi aşk değil, kadınların kendi hayatlarına sahip çıkma arayışları. Aşk bu yolculukta kimi zaman bir kapı aralıyor, kimi zaman bir engel çıkarıyor; ama esas mesele, kadının kendini bulma çabası. Yazma sürecim ciddi bir zamana yayıldı ve karakterler yolda olgunlaştı diyebilirim. Bir yandan derin bir araştırma süreci işledi, özellikle 1900’lerin İstanbul’una, II. Abdülhamid döneminin sosyal atmosferine, kadınların gündelik yaşamına dair. Ama diğer yandan sezgilerime de güvenerek ilerledim. Hikâye, karakterlerin ruh hâllerine göre yön değiştirdi. Bazen bir cümleyle, bazen bir sessizlikle yeni bir yol açıldı önümde. Kısacası, Leyla her şeyden önce kendini anlama ve kabul etme yolculuğunu anlatıyor bize. Ve
aşkı değil insanı anlatan bir hikâye.
Halide Edip Adıvar ve Reşat Nuri Güntekin kitapları geldi biraz da aklıma bu kitabı okurken… Benim ilk gençliğim onların kitaplarını okuyup hayaller kurma ve yazar olma sevdasıyla geçti. Sizin de yazın hayatınızda Çalıkuşu’nun veya Handan’ın etkileri var mı?
Olmaz mı! Çalıkuşu, Handan, Karanfil ve Yasemin, Kara Kitap ve daha niceleri. Tüm bu eserlerin yazarlık hayatımı etkilediğini rahatlıkla söyleyebilirim.
Bu kitabın devamı olacak mı? Yoksa yeni hikâyeyi kurgulamaya başladınız mı bile, ne dersiniz?
Kitabın devamı olmayacak. Leyla’nın hikâyesi burada bitti ama ben bavulumda başka hikâyelerle çıktım yazarlık yolculuğuma…Yine tarihten esinlenen ,1820’lerde bir adada başlayıp İstanbul ve Paris’te devam eden farklı bir hikâye üzerinde çalışıyorum bir süredir.
Bu kitap yalnızca Leyla’ların değil, birbirine dokunmuş, unutulmuş, bastırılmış, gölgede kalmış kadınların da hikâyesi… Yaşadığımız coğrafyada ne yazık ki bunun çok örneğini görüyor ve kahroluyoruz. Özellikle hemcinslerimizi korumak, kollamak için artık daha çok sesimiz çıkmaya başladı. Siz neler dersiniz?
Ben bu romanı yazarken adını bilmediğimiz, hikâyesi hiç anlatılmamış o kadınlara bir tür selam göndermek istedim. Birileri onları unutsa da, görmese de, biz görebiliriz, biz hatırlayabiliriz. Belki de edebiyat bunun için var; unutulanı hatırlatmak, bastırılanı görünür kılmak ve yalnız hissedenlere “senin hikâyen de anlatılmaya değer” diyebilmek için. Dolayısıyla evet, artık daha çok ses çıkıyor, daha çok kalem yazıyor, daha fazla kadın birbirinin yanında duruyor. Ve ben de sesimin, kalemimin bu çoğul dayanışmaya dâhil olmasından büyük bir onur duyuyorum.