
ZOMBİLERLE “28 YIL SONRA” YENİDEN…
Sinemanın son döneminin önemli yönetmen ve senaristlerinden Danny Boyle ile Alex Garland, 2002 yapımı “28 Gün Sonra”nın ardından, yeniden ortak imzalarını taşıyan “28 Yıl Sonra” ile seriye geri dönüyor. Ülkemizde 20 Haziran’da vizyona giren film, sinemada yenilikçi ve özgün gişe filmlerinin azaldığı bu dönemde ışıl ışıl parlayan yaratıcı bir cesaret niteliğinde.
YAZI: AHMET DUVAN
ahmetduvan15@gmail.com
Serinin ilk iki filmi “28 Gün Sonra” (28 Days Later, 2002) ve “28 Hafta Sonra”nın (28 Weeks Later, 2007) devamı niteliğinde olan, yalnızca iPhone 15 Pro Max kameraları ile çekilen “28 Yıl Sonra”, izleyiciyi yine gerilimi yüksek, tekinsiz bir dünyanın içerisine sokuyor. Üçlemenin ilk filmi olarak tasarlanan ve ilerleyen yıllarda iki devam filmini daha izleyeceğimiz ilk filmin oyuncu kadrosunda; Jodie Comer, Rocco Haynes, Aaron Taylor-Johnson, Ralph Fiennes ve Jack O’Connell gibi isimler yer alırken filmin atmosferini ve duygusal tonlarını derinleştiren dikkat çekici müziklerini Young Fathers besteliyor.
Yaklaşık 30 yıldır süren zombi salgınının ardından ana karadan ayrı bir adada annesi ve babasıyla yaşamını sürdüren 12 yaşındaki Spike, babasıyla ana karaya bir yolculuğun peşine düşerler. Nedeni bilinmeyen bir hastalıkla uğraşan annesi ise hasta yatağında yoğun halüsinasyonlar ve bitmek bilmeyen migrenle uğraşmaktadır. Spike’ın bu keşif yolculuğunu belirleyecek şey babasına karşı sorgulamaları ve annesini iyileştirme isteği olacaktır.
Televizyondaki Teletabilerden, Tanrının Sessizliğine
Günümüzde sinemanın belki de en büyük sorunlarından ve sınırlamalarından biri de birbirine benzeyen, tekrarlayan ve yaratıcılıktan daha çok risk almanın daha minimalize edildiği eserler. Gün geçtikçe daha afişinden ya da tanıtımından ne izleyeceğimizi tahmin edebileceğimiz yapımlarla karşılaşıyoruz. Bu durum sinemanın genelinde ağırlığını hissettirse de daha çok gişe sinemasına sirayet etmiş vaziyette. Yedinci sanatın en büyük büyüsü olan yaratıcı kaygılara ve öznel perspektiflere özellikle ticari kapasitesi geniş işlerde çok daha az rastlıyoruz. Bu noktada Danny Boyle ve Alex Garland ikilisi seyircinin sinema koltuğuna otururken var olan tahmini beklentilerini tamamen kırarak oldukça özgün bir işe yelken açıyorlar. Bizi ilk iki filmin dünyasından bambaşka bir dünyaya götürerek kapısını araladıkları bu dünyayı başrol Spike’ın gözünden beraber katıldığımız bir yolculuk eşliğinde keşfetmemizi sağlıyorlar. Kurgunun çok yönlü işlediği, ses ve sinematografi öğelerinin enfes bir şekilde kurgulandığı, yer alınan dünyaya karşı sorgulamaların gerilimi yüksek bir şekilde yapıldığı ayrıca günümüz dünyasına dair çeşitli alegorilerle dolu bir maceraya atılıyoruz.
28 Yıl Sonra, sinyalinde bozulmalar olan bir televizyonda Teletabiler izleyen bir oda dolusu çocuğun gösterimi ile açılıyor. Odadaki çocuklar, ekrandaki Dipsy, Po, Tinky-Winky ve Laa-Laa’nın kendilerini tanıtarak dans ettiği sırada duydukları çığlıklar, bağırışlar ve gümbürtü sesleriyle ağlamaktadırlar. Ev içerisindeki seslerin aniden kesilmesinin ardından çocuklardan birisi kulağını kapıya dayar. Sesleri duymaya çalışırken öfke virüsü içerisindeki enfekteler odaya dalar. Çocuklardan annesinin ikazları sonucu kaçmayı başaran Jimmy, kilisede dua eden babasının yanına koşar. Annesinin öldüğünü babasına söyler. Babasının cevabı ise bu günün muhteşem bir gün olduğu, hüküm günü olduğudur. Oğluna boynundaki haç kolyesini uzatır ve enfekte zombilere kendisini feda eder. Jimmy, altın haç kolyesine sarılarak saklanır. Kalabalığın sesinin azaldığını duyduğumuzda Jimmy’den İncil’de yer alan İsa’nın çarmıhta terk edildiğinde söylediği şu sözleri duyarız: “Baba, beni neden terk ettin?” Serinin ilk iki filminde olduğu gibi, hikaye tonunun bir önsöz niteliğindeki gösterimi olan sahneyle macera başlar.
Keşif, Öfke ve Büyümenin Odağında
Filmin ilk saniyesinden itibaren, Alex Garland ve Danny Boyle’un yenilikçi yaklaşımları ile bir nevi kolonileşmiş bir topluluğun dünyasına en temelden yaklaşıyoruz. Çiftçilik görselleri, hayvancılık ve sınırlı kaynak paylaşmalarından Spike’ın ilk ana kara ile tanışmasının kutlamasına kadar bu dünyaya hızlı bir şekilde adapte oluyoruz. Ana karaya ulaşma yolculuğunda kullanılan zamanlar arası paralel kurgu, şair Rudyard Kipling’in “Çizmeler” (Boots) adlı şiirinin ilham verici kullanımı ile harmanlanarak olağanüstü bir kıvama ulaşıyor. Savaşlar ve askerlerin zombi gibi yürümesi hakkında yazılan şiire aktör Taylor Holmes’un 1915’te yaptığı sözlü kayıt eşlik ediyor. Spike ve babası Jamie’nin macerasına en heyecanlı duygularla tanık olduğumuz anlarda karşımıza çıkan, ABD askerlerinin psikolojik gözlemler amacıyla eğitimde kullandığı arşiv kayıtları, hem hikayenin ana temasıyla kurduğu sembolik bağ hem de sahnenin gerilimiyle yakaladığı ritim sayesinde sinemasal anlamda özel ve etkileyici bir sekansa şahit olmamızı sağlıyor.
“28 Yıl Sonra”, bir keşif yolculuğunu Spike’ın gözünden deneyimlememizi sağlarken bu süreçte karakterin annesi ve babası hakkındaki gözlemlerini de benimsiyoruz. Filmin ilk yarısında hasta yatağındaki annesinden öte daha çok babasıyla ilişkisini gördüğümüz Spike, ana karadan döndükten sonra babasının ona söylediklerini sorgulamaya neyin doğru ve neyin yalan olduğunu çözümlemeye çalışıyor. Hikayedeki bu çözümlemeler bile klasik senaryo mantığına göre işlemiyor. Filmin çıtasını en yükseğe çıkardığı anlarda yine genel izleyici için tatmin edici olma ihtimali düşük bir an bulunuyor. Bu çerçevede Garland ve Danny Boyle’ın aldıkları risk hikayenin değerini önemli bir noktaya çıkarıyor. Ayrıca hikayeyi klasik zombi tasvirlerinden ve kargaşasından daha çok ele alınan dünyayı genişleterek kurmaya çalışıyorlar. Spike’ın annesi Isla ile ana karada yaşayan Dr. Kelson’a tedavisi için çıktıkları yolculukta doğum yapan bir enfektenin Isla ile dayanışarak doğumuna, Alfa adındaki gelişmiş ve zeki bir zombi türünün saldırısından, Slow Lows adı verilen sürüngen bir enfekte türüne uzanan kullanımlarla izlediğimiz dünyayı içselleştirebileceğimiz unsurlara rastlıyoruz.
Hikayenin dünyasını genişletmek için ele aldığı tutumların yanı sıra temponun ve hikayenin en düşüş yaşadığı anlara neden olan olan İsveçli bir asker, Spike ve Isla’nın yolculuk sekanslarını, Dr. Kelson’un filme ayrı bir boyut ekleyen karakterizasyonu kurtarıyor. Bu noktada anlatıda büyük bir kırılma yaşanarak hikayeye derinlik anlamında bir katman ekleniyor. “Memento Mori; ölümü hatırla, ölmemiz gerektiğini hatırla” sözleriyle anlatıya eklenen Kelson, enfekte olmuş veya ölmüş bedenleri onlara yönelik bir yas ve anma figürü olarak temizliyor, arındırıyor ve iskeletlerden yaptığı devasa mezarlara diziyor. Bu işlemi ele alınan öfke temsilinden tamamen zıt bir şekilde sakince yaparken Isla’nın elindeki yeni doğmuş bebek ile birlikte ölüm ve doğumun doğal dengesi yansıtılıyor. Enfekte olmamak için iyota bürünmüş kırmızı renkte bir bedene sahip olan Kelson’un kemiklerden yaptığı tapınak, yaşanılan ölümleri ve öfkenin boyutunu anlayacağımız bir temsile sahip. Isla’nın ölümü sonrasında Spike’ın iki avucunun arasına aldığı kafatası öfkenin Kelson’un bakış açısında ne boyuta indirgendiğinin bir sembolü olurken Spike’ın bu kafatasını anıtının en üstüne koyması öfke, yaşam ve ölüm kavramlarına dair bütünlükçü bir yaklaşım sağlıyor.
“28 Yıl Sonra”nın tek sıkıntısı birbiriyle doğrudan bağlantılı filmlerden oluşacak bir serinin ilk filmi olduğu için başlı başına bir film olarak hissettirmemesi. Ancak önümüzdeki Ocak ayında izleyeceğimiz devam filmi ve serinin geri kalanı için heyecanlanacak çok sayıda nedenimiz var. Filmin başında evden kaçtığını gördüğümüz Jimmy’nin televizyonda izlediği Teletabilerin renklerine bürünmüş bir ekibe sahip olarak Spike ile tanışmasını içeren kaotik son sahne bu nedenlerden yalnızca birisi. Danny Boyle ve Alex Garland, sinemaya dair inovatif bir tutumla seyri keyifli ve bir o kadar derinlikli bir iş çıkarırken sinemada deneyimlenmesi gereken bir film yaratıyorlar.