Advertisement Advertisement

HAY ANNEANNESİNİ! BU NE GÜZEL BELGESEL BÖYLE… “FERHANGİ BİR YAŞAM”


Ferhan Şensoy belgeselindeki her bir dost yüzü, bizi bilgiden bilgiye, duygudan duyguya götürüyor. Tebessümümüz kahkahaya, kahkahamız sızıya, sızımız hayranlığa, hayranlığımız özleme bağlana bağlana gidiyor. Ve işte karşınızda “FERHANGİ BİR YAŞAM”. 


YAZI: PINAR EROL
pnrerol@gmail.com

Enka Sanat, yönetmen Selçuk Metin (Porte Film) ve senarist Zeynep Miraç, mayası güzel tutan bir üretim merkezi gibiler. Bu ayrılmaz üçlü, tiyatro dünyasının belleğine peş peşe armağanlar veriyor. Zamanında Tiyatro… Tiyatro… Dergisi olarak aynı görevi, aynı sevgiyle üstlendiğimizden yaptıklarının zorluğunu da kıymetini de biliyorum. Her üretimlerine kalbim çarpa çarpa gidiyorum. Ve çaresi yok, her birinde hüzün/özlem/minnet doluyorum. Bu sefer de 5 Eylül 2025 günü, “Ferhangi Bir Yaşam”ın ilk gösterimi için Enka Açık Hava’ya gelmemle kendimi bir kuyruğun içinde bulmam bir oluyor. Diğerlerinde rastlamadığım bir kalabalık bu. Henüz sağımı solumu göremesem de Ferhan Şensoy’u duyabiliyorum. Sesiyle bizi ilk karşılayan yine o oluyor. “Failatün Failün Failatün Tiyatro”. Sonra o “Ferhangi Şeyler” oyunundaki ikonik kostümü ve elinde telefonuyla afişine denk geliyorum. Birazdan “Alolardan bir demet” sunacak gibi. Öyle aramızda, öyle içimizde… 70 yıla kaç yaşam, o yaşama kaç Ferhan Şensoy sığar birazdan izleyeceğiz. Bu donanım, bu başkaldıran kalem, bu dil cambazlığı, bu hazırcevaplık, bu kıvrak zekâ, bu öngörü, bu taşlama ustalığı nasıl anlatılır? Seslerden, sözlerden ve argodan harmanladığı ve tutturmuş gittiği o ritmin üzerine yerleştirdiği -hadi doğrusunu söyleyeyim; uydurduğu- kelimeleriyle kurduğu o soluksuz bitişik cümlelerinin hangi birine kıyılır? Meddahlığını mı anlatacaksınız, Batı tiyatrosunda yaptıklarını mı, çıraklığını mı, ustalığını mı, yazarlığını mı, tiyatroculuğunu mu, babalığını mı, kocalığını mı, haylazlığını mı, şeytan tüyünü mü, kadirşinaslığını mı, azmini mi, deli fişek hayallerini mi?


Galatasaray Lisesi, oradaki “Şamata Geceleri”, “İbne De Gaulle” diye başlatmak zorunda kaldığı protestosu, babasının Ferhan Sineması, “Ulan sizinle neyimiz ortak ki pazarımız ortak olsun” şiarıyla yazdığı kompozisyonu, o sayede Ortak Pazar’a Fransa ayağından girişi, yine o sayede Strasbourg Devlet Tiyatrosu’na (Ferna Sensua olarak) katılışı, Jerome Savary, onun Magic Circus’ü, Andre-Louis Perinetti ve tabii asıl ustası Haldun Taner, Devekuşu Kabare nasıl sığacak belgesele? Ya da Haldun Taner’e kendi tiyatrosunu kurma isteğini “Buyurduğunuz gibi olay iki kalas, bir heves. İşin fenası bende sadece heves var, kalas parası da yok” diyerek paylaşması; buna rağmen “varı yok, yoğu çok” miktar (40 bin tl) parasıyla (1.200.000 tl’ye) kurduğu tiyatrosu; o uğurda bitmeyen turneleri; o eğri duvardan dimdik bir sahne yapışı; Ortaoyuncuları, Nöbetçi Tiyatro, Ses 1885, kavuk, Pera, Geriş… O Ferhan’ca yaşamların hangi birini anlatacaksınız? Ama aşk olsun size, hepsini anlatmış, üstüne üstlük o kimselere benzemeyen yaşamın tüm cevherini bizim için korumuşsunuz. Ferhan Şensoy’un kıyağını da unutmayın ama. Siz böyle çok yönlü bir belgesel yapabilin diye o da deli bir arşiv tutmuş. Elinde kamerası, evini, kulisini, tatilini, turnesini, sahnesini, oyununu, içtenliğini çekmiş de çekmiş.

Biliyorsunuz bazen malzemenin fazlalığı, azlığından daha büyük sorun olur. Ayıklamak, düzenlemek, seçmek; aynı zamanda seçmemek, geride bırakmak tutarlı bir direnç, soğuyacak bir kalp ister. Ama ne güzel başarmışsınız! Sıcacık, rengârenk, sadık bir dil yaratırken Ferhancaya zeval getirmemişsiniz. Hepiniz (elbette Ferhan Şensoy’u da kast ediyorum) sayesinde edindiğimiz şu toplumsal belleğin gücüne, karşımızda duran ilhamın şahaneliğine bakın! Ne diyeyim; gözlerinizden “öpmece”. Ve ne iyi yapmışsınız da onu bizimle konuşturmuşsunuz. Kurgunun yürek ısıtan mahareti sayesinde hakikaten “Ölüm onun bilgisi dışında gelişen bir durum” olmuş. “Biz babamı yaşatmak için büyük bir çaba harcıyoruz, sizlerin sevgisi ve ilgisi onu daima yaşatacak” derken Derya Şensoy haklı. Baksanıza arkadaşları konuşurken nasıl da lafa atlıyor, cevabı pat yapıştırıyor, “Burada nasıl söyleyeyim şimdi!” diyenlerin yerine küfrü basıyor. Ferhan Şensoy baya baya hemhal olmuş, bizimle muhabbet ediyor. Bu arada ne çok kişi onu anlatıyor, anlatırken de kendi rengini “Ferhangi Bir Yaşam”a katıyor. Ve bu sayede ne çok kişi yâd ediliyor. Ama asıl bombaları peş peşe Zeliha Berksoy bırakıyor. Ali Poyrazoğlu’ndan hâlâ ses çıkmadığına göre merak etmeyin Zeliha Hanım, sırrınız bizimle güvende.

Ferhan Şensoy olmadan tiyatronun tanımı eksik kalır. O yüzden biraz daha açmak istiyorum başlıkları. Malum, Ses Tiyatrosu, 1961’de Galatasaray Lisesi’ne girdiği günden bugüne altmış yıldır gezindiği Beyoğlu’nun son kalesi. Kaybettiğimiz nice tiyatro insanına son kez veda ettiğimiz; özel tiyatroların dertleşmek, çözüm aramak, birlik olmak için buluştuğu; birçok galanın, prömiyerin ücretsiz yapıldığı ve öğrencilerin kimliğini gösterip bedava oyun izlediği; her 14 Mart’ta şenlik yerine dönen mirasımız artık.

1987’de “Nöbetçi Tiyatro”yu kuruyor. “Şahları da Vururlar” uzun turneden döndüğünde, yokluğunu fırsat bilen kediler, Ayazpaşa’daki bahçesine yerleşiyor. Bu arada “İzleyiciye kalsa, sadece ‘Şahları da Vururlar’ı oynamalıydık. Bu bizi, izleyicinin istediği, benim hep kaçındığım, sittin sene değişik isimlerle aynı oyunu oynayan basmakalıp bir firma tiyatrosuna dönüştürürdü ister istemez. Sizinle bu inatlaşmamız sürecek sayın izlemeciler, sizi düşündüğümüz için!” demeyi ihmal etmiyor. Yine belgeselin başında sayın “izlemeciler”i uyarırken tiyatronun ne olduğunu da özetleyiveriyor. Konuya dönersem, Hilmi Bakkal’ın önünde, komşusu Zehra İpşiroğlu’nun babası Mazhar Şevket Bey ile karşılaşıyorlar. Sohbet sırasında yine devlet yardımından muaf olduklarını (!) öğrenen Mazhar Şevket Bey, Enka’nın oyun yarışmasına katılmasını öneriyor. Ferhan Şensoy, tiyatroyu yarıştırmayı doğru bulmadığından başta bu fikre omuz silkse de, “Kazanırsan, bir oyun kazanmış olursun” sözüyle Hilmi Bakkal’dan bir top kâğıt alıyor ve bahçesindeki kedilere “Savulun Lan Kediler, İstanbul’u Satıyorum” diye işe koyuluyor.

Yıllar önce Erol Günaydın’a bu fikrini açtığında, “Bu düşüncen çok güzel ama bunun için 25 deli lazım. Türkiye’de o kadar deli yok ki” cevabını unutmuyor. Oyunu yazdıktan sonra Erol Günaydın’ı arıyor ve 24 delinin hazır olduğunu, 1 eksiklerinin kaldığını bildiriyor. Münir Özkul’u da uzun yıllardan sonra evden çıkmaya ikna edince provalar başlıyor. Ama bu kadar da olmaz dedirten öngörüsüne bakın! Kız Kulesi’ne yol yapılacak, orası turistik tesis olacak diye yazarken bilim kurgu yazdığını düşünüyor. Daha daktilosunun çınlaması bitmeden dedikleri gerçek oluyor. Dönemin belediye başkanı, Tarlabaşı’na kepçeyle giriyor. Boşuna “Pera’nın hayaleti” denmiyor ona. Gece gündüz nöbet tutup az musallat olmamıştı yıkıcı manyaklığına. Bunu duyan Erol Günaydın, Münir Özkul, Baykal Kent, Rasim Öztekin’le birlikte provadan çıkıp greyderin önünde fotoğraf çektiriyorlar. Bu da oyunun afişi oluyor. Galatasaray, 10. sınıf öğrencisiyken Nedim Gürsel’in yazısının, Vedat Günyol’un “Yeni Ufuklar” dergisinde yayımlanması kadar, ona ödenen telif onu harekete geçiriyor ve “Dalgındır Hüsam, Kusura Kalmayın”ı yazıyor. Cevap gecikmiyor: “Sayın Ferhan Şensoy, hikâyelerinizi, özellikle ‘Dalgındır Hüsam Kusura Kalmayın’ adlısını çok beğendim. Yer yer Sait Faik ve Orhan Duru’yu yansıtan anlatımınızla yepyeni bir çeşni getirmişsiniz. Belki hikâyeciliğimize bir yenilik aşısı yaparsınız. Başka hikâyelerinizi de okumak isterim. Saygılarımla.” İmza Vedat Günyol.

Bir de Boris Vian’dan etkilendiği söyleniyor. O güne kadar adını bile duymadığı Boris Vian’ın kitabını edinip yazarı tanımaya çalışıyor. Çarşamba’da Tiyatro kulübü kuruyor. O hep kuran, başlatan biri oluyor. Türkçe ve Fransızcayı karıştırarak yazdığı ve Deniz Gezmiş’i anlattığı “Je M’en Fous Bilader” oyunu, Galatasaray Oyuncuları olarak okulun “Şamata Geceleri”nde ve 12 Mart’tan hemen sonra kilitli kapılar ardında ustalardan oluşan bir davetli grubuna oynanıyor. 1968’te babam dediği Haldun Taner ile tanışması hayatının dönüm noktalarından oluyor. Haldun Taner, bir gün yanına genç Ferhan’ı alıp “Devekuşu Kabare” ekibinin yanına getiriyor. “Bu çok kabiliyetli genç, provaları izleyecek” diyor. Yazdığı ilk skeçler orada oynanıyor. “Haneler” bunların ilki oluyor. Sonra ver elini yurtdışı. Hikâyeyi biliyorsunuz zaten. 1972-1975 yılları arasında Fransa ve Kanada’da tiyatro eğitimi alıyor. Paris’te L’Avant Scéne dergisinde “Musa’dan Mao”ya oyununa asistanlık yapıyor. Montreal’de “Ce Fou De Gogol” oyunuyla En İyi Yabancı Yazar Ödülü’nü kazanıyor. Theatre De Quatre-Sous’da yönetmenliğini de yaptığı müzikalde oynuyor. Ve ülkeye dönüyor. 1980’de “Ortaoyuncular”ı kuruyor. Burada Kel Hasan, Naşit, İsmail Dümbüllü, Haldun Taner, Nasreddin Hoca, Kavuklu ve Pişekâr kadar Brecht, Almanya’nın Chaplin’i olarak bilinen kabare oyuncusu Karl Valentin ve muhalefetin önde gideni Aristofanes uyarlamaları yapıyor. Politika, akrobasi, meddahlık, sazlı-sözlü söylemler ile esnettiği kalıplardan kendi tiyatro üslubunu oluşturuyor. Kültür jandarması olarak Muhsin Ertuğrul’un Küçük Sahne’sini her ay zarar ederek korumaya o yıllarda ant içiyor. Kültür Bakanlığı ile davalık oluyor. Onların yokluğunu fırsat bilen Bakanlık, tiyatrolarının kapısını mühürlüyor. Haberi Bodrum’da alan Ferhan Şensoy, apar topar İstanbul’a geliyor. Arkadaşlarıyla Kulis Bar’da buluşup çözüm ararlarken buna çok içerleyen Erol Günaydın elinde mühürle yanlarına çıkageliyor. Çözümü (!) o buluyor.

1989’da Münir Özkul, Dümbüllü’nün meşhur kavuğunu ona devrediyor. “İstanbul’u Satıyorum”da Özal ile ilgili bir espri yapınca alkış kıyamet kopuyor. Bu tuluat karşısında repliğini unutan Münir Özkul’a kaldığı yeri hatırlatmayı başarıyor. Ertesi gün, Münir Özkul, “Komik, yeri geldiğinde zart diye esprisini yapandır” diyerek  kavuğu Ferhan Şensoy’a veriyor. (Not: Kavuk, beyaz poşetle verilmez)

Sahnesinden ne oyunlar geçiyor. Ve hayır, hiç repertuvar sorunu yaşamıyor. Hatta oyun fazlası bulunuyor. Daha yapacak çok işi olan Ferhan Şensoy’un hayattan alacağı kalıyor. O yüzden takvimler 31 Ağustos 2021’i gösterdiğinde ona veda edemiyoruz. “Güldürdüm gidiyorum, düşünün geleceğim” sözlerine tutunuyoruz. Onun “Biliyorum aykırı bir adamım ben bu evrene… Oyunculuğum daha vitrinde olduğundan olacak, hep yazarlığımın önüne geçmiştir. Ben yazar olarak başladım, öyle de bitirmek niyetindeyim. Yazarlık ölene kadardır zaten. Hemen bütün yazarların ardında, yarım kalmış dosyaları, notları bulunur” sözleri kalbimize kalbimize vuruyor.

Fotoğraf: Pınar Erol

Nihal Yalçın’ın seslendirdiği, damadı Cem Öğet’in müzikleriyle yer aldığı belgeseldeki her bir dost yüzü, bizi bilgiden bilgiye, duygudan duyguya götürüyor. Tebessümümüz kahkahaya, kahkahamız sızıya, sızımız hayranlığa, hayranlığımız özleme bağlana bağlana gidiyor. Herkes kendi Ferhan Şensoy’unu anlatırken zoru asıl başaran aile fertleri oluyor. Çocukları, babalarını tiyatroyla, kitaplarla yeterince paylaşmamış gibi şimdi de bizimle paylaşıyorlar. Söz hastane günlerine gelince sesler çatallaşıyor, zor bela gözpınarlarımızda zapt etmeye çalıştığımız yaşlar, onlarınkiyle eş zamanlı akıp gidiyor. Ferhan, Derya, varsın yine “Ferhangi Şeyler”e malzeme olsun o gazete sayfaları, varsın biraz kafası karışsın babanızın. Bu onun tiyatroya takıklığını gösterir. Bu çabanızı tanıyorum. Hayata bağlayabileceğini umarak her gün babasına gazete götüren bir diğer kız çocuğu da bendim. Artık gözyaşlarımızı tutmaya uğraşmadığımızda destek yine Ferhan Şensoy’dan geliyor. Tam ihtiyacımız olan o anda, bir babalık daha yapıyor ve son sözü “Alkışlayın onları, onları alkışlayın” oluyor… Ve ayağa kalkıp herkes herkesi alkışlıyor.

YORUM YAP

You don't have permission to register
Follow us on Social Media