FAŞİZMİN BİR SEFALET MANZARASI OLARAK PORTRESİ
İrlandalı yazar John Boyne, acımasız olduğu kadar da karamsar bir yazar. Okurlarına kof umutlar edinme şansı tanımıyor. Israrla kötüyü vermesiyse, gökyüzüne uzanan hırs ve tutku merdiveninden görünen manzaranın sefaletiyle okurunu yüzleştirmek arzusundan kaynaklanıyor.
“Ben onun yerinde olsam tüm vidaları iyice sıkıştırır, her şeyi itiraf ettirirdim ama zavallı çocukta o öldürme içgüdüsü yoktu.”
YAZI: EMRE ERBATUR
John Boyne’un, Emili İlemre tarafından Türkçeleştirilerek, Delidolu etiketiyle raflarda yerini alan Gökyüzüne Uzanan Merdiven adlı, sanat ve yaratıcılık, özelde yazma sanatı ve yazarlık deneyimlerine odaklanan romanı 1940’lardan 2000’li yıllara uzanıyor. Yaklaşık 80 yıllık tarihsel bağlam içinde, kurgusal ve gerçek karakterlerin yarı-kurgusal öyküleri üzerinden, kötülüğün doğasından karşılıksız aşklara; aşksız geçen yalnızlık dolu ömürlerden sözcüklerin peşinde tüketilen yeteneksiz ama itibarla dolup taşan hayatlara odaklanıyor. Roman aynı zamanda kişinin yaratma arzusunun hayatın zorunlulukları arasındaki gerilimleri, tutkularının esiri olan bireyin hırsları; tarihin sonunun (!) iddia edildiği yıllarda tüm bunların harmanladığı neoliberal faşizmin yarattığı insanlığın sefalet manzarasını sunuyor.
Başka bir deyişle, bu ustalıklı roman, bencilliğin, ne pahasına olursa olsun, başarma ve herkesten daha iyi, en iyi olma tutkusu ve hırsının, insanı ve toplumu ne hale getirdiğinin; örtük ya da açık kitlesel ve bireysel faşizmin nasıl bu tutkuları ve hırsları beslediğinin altını çiziyor.
Boyne, edebiyatının gücünün katıksız kötülüğü aktarmadaki korkusuzluktan; derdini okurun gözünün içine baka baka anlatmasından geldiğinin sonuna kadar farkında. Bu roman bağlamında sergilediği korkusuzluk ve romancı kavrayışı, odağına aldığı, sınıf atlamak ve kuşağının en iyi yazarı olmak isteyen ve bunun için akla gelebilecek her şeyi yapmaya hazır, tensellikten, insani duygulardan, vicdandan yoksun Maurice Swift’in çocukluk arkadaşlarından, edebiyat dünyasının köşe başlarını tutan ya da bir gün ünlü ve önemsenen yazarlar olmak umuduyla öykülerini dergilere gönderen çiçeği burnunda yazarlara, eşine, oğluna, hapishane arkadaşlarına kadar farklı kişilerle kurduğu, tahakküme, çıkarlara ve güce dayalı ilişkilerin seyrinde gözlemlenebiliyor.
Swift’in, gençliği Nazi Almanyası’nda geçen, sonradan İngiltere’de edebiyat eğitimi alıp yazar ve akademisyen olan Erich Ackermann’la olan ilişkisi üzerinden örgütlü faşizmle, Nazi gençliğinin maruz bırakıldığı toplumsal şiddetle, bu şiddet içinde filizlenen imkânsız aşklarla, tutkunun ve aşkın yıkıcı yönünün Nazi faşizmiyle iç içe geçmiş haliyle yüz yüze geliyoruz ve Boyne’un ironisi siyasalla kişisel olanı çakıştırabilmesiyle derinleşiyor.
Bu derinleştirme, Swift’in, edebiyat çevrelerine girebilmek için kullandığı popüler yazar Dash Hardy’yle olan ilişkisi ve Karayipler kökenli genç yazar Edith’le olan evliliğiyle daha da somutlaşıp, yer yer ırksal bir ton da edinirken, Avusturyalı yazar Ingeborg Bachmann’ı hatırlatırcasına, faşizmin kişiler arası ilişkilere sızma potansiyeli, Edith’in ablası Rabecca’nın başta eski kocası Robert’la ve tabii ki Edith’le olan ilişkisi özelinde pekişiyor. Başka bir deyişle, siyasallaşan faşizm kişilerce içselleştirildikçe psikolojikleşiyor ve bir tür ruhsal duruma dönüşüyor.
Nazizim bu ruhsal durumu besleyen bireysel tahakküm ve güç arzusunun siyasallaşan garabeti ve ideolojisidir. Arzunun siyasallaşmış zehirli atığıdır, kana karıştığında ölümcülleşir. Maurice’in kontrolü hep kendinde olan bir hayatı arzulaması, diğer insanları fetihleri olarak görmesi; hedefe kilitlenmesini borçlu olduğu vicdandan arınmışlığını sürekli kutsaması; insan ilişkilerini işlevselleştirişi Nazizim’le neoliberal kazanma hırsı arasındaki kandaşlığı somutlaştırıyor. Swift’i toplumsal ve duygusal ilişkileri düzenleyen hiçbir olgu ya da değerin durduramaması da aynı somutlaşmanın bir parçası. O, kısmen Dorian Gray’i de anımsatan, estetize edilmiş iktisadi bir vampir de aslında ve kendi hayal gücü 2 yoksulluğunu başkalarının yaratıcılığını işgal ederek gidermesi neoliberal emek sömürüsüyle de uyumlu.
Önce Gore Vidal, sonrasında da Edith ve Theo Field aracılığıyla romana sızan kişisel ya da hukuksal adalet arzusu da aslında suçlu tarafından içselleştirilmiş bir ahlak duygusuna dayanmadığından, Boyne yüzeysel suç ve ceza ya da ödül sistemlerinin çıkarcı insanın ruhuna içkinleşen faşizmin önünü kesemeyeceğini, tam tersine neoliberal rekâbeti ve yarışma kültürünü besleyeceğini de hatırlatmaktan çekinmiyor.
Bu yüzden, kötünün hazin yalnızlığını okumak istesek de Boyne bu utkuyu ve sevinci yaşatmıyor bize. Onun dünyasında aheste aheste çıkan ahlar yok ve hırsıyla körleşenin talihi çoğunlukla yaver gidiyor. Anlatısı umudun değil, öldürme içgüdüsünün imhasının imkânsızlığının anlatısına dönüşüyor. Dolayısıyla, Boyne, acımasız olduğu kadar da karamsar bir yazar. Okurlarına kof umutlar edinme şansı tanımıyor. Israrla kötüyü vermesiyse, gökyüzüne uzanan hırs ve tutku merdiveninden görünen manzaranın sefaletiyle okurunu yüzleştirmek arzusundan kaynaklanıyor.
Sonuçta, faşizm, hastalarının kurtulmaya pek can atmadıkları bireysel ve toplumsal bir salgın hastalıktır. Su, toprak, hava, yazılı, görsel ve işitsel medyayla bulaşır, yeme içmeyle, ortak çatal bıçakla ya da fiziksel temasla bulaşıp bulaşmadığı henüz tespit edilememiştir. Ancak son 80 küsür yıldır ne pahasına olursa olsun para kazanma hırsı ve ortak tüketim alışkanlıkları üzerinden de usul usul yayılmaya başladığı görülmüştür. Bazı tatlara aşırı düşkünlüğün bu hastalıkla ilişkisini kuran uzmanlar da mevcuttur. Tedavisi öncelikle sınıf bilinci ve başkalarının emeğinin sizin emeğiniz üzerindeki hakkını tanımaktan geçiyor. Sonrası insanın özgürlük arzusuna, kişisel dürüstlük ve diğerkâmlık yolundaki seçimlerine kalmış.