AjandaKolik Reklam

 

 

SERİ KATİLLER DE MERHAMETLİ OLUR


Selim Erdoğan, son kitabı “Derin Merhamet”te, okuru insanın bambaşka bir tarafıyla tanıştırıp zindan gibi karanlık bir zihnin içinde dolaştırarak uzun süre akıllardan çıkmayacak gerçek bir seri katil öyküsü ve portresi sunuyor.

YAZI: BURAK SOYER

soyerbrk@gmail.com

Seri katil meselesi bizdeki yazın alanında genellikle polisiyenin içine yerleştirilerek kullanılır. Özne, kendine has karakteristik özellikleri olan bir baş komiserdir. Bir kadın ya da bir veya birkaç erkekten oluşan yardımcıları, üç beş tanık ve figürasyon, yan karakterleri oluştururlar. Cevval baş komiser ve ekibinin çözemediği bir vakaya pek rastlamayız. Zira “iyiliğin mutlaka kazanacağı” üzerine kurulmuş kitaplardır bunlar. Okur da kitabı bitirdiğinde bunu görmek ister. Kendini emin ellerde hissetme hâli midir, kendini “iyi”nin yerinde görme hâli mi, onu bilemeyiz. Ama dediğim gibi seri katiller, polisiyenin bir alt türü olarak da değil, tam anlamıyla içinde var olurlar. Bu yüzden de hafızalara kazınan bir seri katil hikâyesi çok çok azdır. Hâlbuki salt bir seri katil hikâyesinin polisiyeyle ilişkisi, katilin suyu ısınmaya başlayıp da açık vermesiyle birlikte itibaren olayı soruşturmak için ortaya çıkan polisler neticesiyle başlar. Katilin yakalanmasıyla, ölmesiyle vs. ile de biter. Mutlu son! Son olarak geçtiğimiz yıl FABİSAD tarafından verilen “Gio 2022 Roman Ödülü’nü kazanan “Kurbağa Adası – Bir İstanbul Distopyası”yla okurlarla buluşan Selim Erdoğan, İthaki Yayınları’ndan çıkan “Derin Merhamet” kitabıyla tekrar karşımızda. Erdoğan, okuru, insanın bambaşka bir tarafıyla tanıştırarak zindan gibi karanlık bir zihnin içinde dolaştırdığı kitabında uzun süre akıllardan çıkmayacak tam bir seri katil öyküsü ve portresi sunuyor.

Seçilmişliğin dayanılmaz ağırlığı

Meriç Tütüncüoğlu 30’lu yaşlarının sonunda yalnız ve tuhaf bir adam. Hesapta fotoğraf sanatçısı. Fotoğrafçı değil! Bunun adını baştan koyalım zira kendisi bu ikisi arasındaki ayrımı yapamayanlara fena uyuz oluyor. Karakter fotoğrafı çekiyor. Bir ressamın portre resimlerindeki usulle çalışıyor. Karşısındakinin aldığı ışığı, durduğu pozisyonu, mimiklerini, jestlerini her şeyi hesaba katarak fotoğraf çekiyor. Ama bu işten ekmek yiyemeyen binlerce meslektaşı gibi hayatını devam ettirmek için dandik bir fotoğraf stüdyosunda vesikalıktan biyometrik fotoğrafa kadar her türlü çekimi yapıyor. Üniversitede kimya bölümünde okumuş. Annesi zengin birini bulduğu için babasını ve onu küçük yaştayken terk etmiş. Bol bol bira içip “erkek şakaları” yapmaktan başka bir kırıntısını görmediği babasının, Dışişleri Bakanlığı’nda Ateşe olarak değil, evrak işlerine bakan sıradan sıradan bir memur olarak çalıştığını lojmanda kendisiyle dalga geçen arkadaşlarından öğrenmiş Meriç. Esasen bu dünyada bir “fazlalık” olduğunu, istenmediğini, başka biri ve başka bir yere ait olduğunu ise, ilkokuldaki koro seçmelerinde fark etmiş. Aşık olduğu müzik öğretmeni, çalıştırdığı şarkıdaki “çatlak sesi” bulmak için öğrencileri arasında “ayıklama” yaparken Meriç’in doğru okuyamadığını anlayarak onu gruptan ayırmış. O gün bugündür de hep “kenarda” oturmuş Meriç Tütüncüoğlu. Ama bir tek kendisinin bildiği bir şey olduğunu keşfetmiş zamanla: O, Evren’in seçtiği kişiymiş. Bu yüzden de zamanı geldiğinde sahne ona kalacak, o “oyununu” oynayacak, herkes onu konuşacak, 40 yıl boyunca görüp de fark etmedikleri bu saydam bedenin nasıl “işler” başardığı cümle âlemin dilinden düşmeyecekmiş.

Küçük balıktan “büyük balığa”

16 yaşına geldiğinde, beslediği Japon balığını akvaryumundan çıkarıp yerde çırpına çırpına ölümünü izlemekten müthiş bir ruhsal ve cinsel haz duymuş Meriç. İlk “icraatı” olarak da bunu yazmış bir kenara. Ama artık büyük oynamaya karar vermiş. Karavanıyla “ava” çıktığında, genç otostopçunun kafasında gitar parçalamak, dedeyle torununu kaçırıp “işini görmek”, kedi köpek kovalayıp türlü işkenceler yapmak anlık duyarlılığa dönüşmüş. Bir nevi ihtiyaç gibi olmuş. Esas kancayı ise hayatta başarılı olanlara atmak, kendini onlara ispatlamak, onlarla kıyaslamak ve kıyaslanmak, onlardan daha güçlü olduğunu göstermek için artık harekete geçme vaktinin geldiğine inanmaya başlıyor bir yerden sonra Meriç. İlk attığı yemle de büyük balığa kancasını takıyor. İsmi Meltem. Mavi Kuğu adındaki anaokulları zincirlerinin sahibi. Uludağ Üniversitesi Psikoloji bölümü mezunu. Zengin bir kadın. Kalburüstü bir yaşamı var. Meriç iş görüşmesi ayağına onunla tanışmaya gittiğinde, ardı ardına sıraladığı yalanlar sayesinde işi kapıyor. Meltem’in de gönlünü çalıyor. Meltem, kolunda sadece astronotlar için üretilmiş saati olan, dünya ilaç sektörünün İsviçre’nin elinde olduğuna dair saptamalarda bulunan, tükenmez kalemin dolma kaleme olan üstünlüğünden, bilmem ne köpeğinin kalçasındaki hassasiyetleri hakkında veteriner gibi bilgi veren Meriç’in bu davranışlarına bir anlam veremese de başlarda oluruna bırakıyor. Ancak ilişkilerini sorgulama vakti geldiğinde aklına bazı soru işaretleri takılıyor. Cihangir’de yüksek tavanlı bir evde oturduğunu söyleyen sevgilisinin evini hiç görmemiş, Matilda isimli yatını da. Gerçek işini yapmak için iki üç gün ortadan kaybolduğu karavanını da tüm ısrarlarına rağmen ziyaret etmemiş. Ama Meltem için hava hoş. Nihayetinde evlenecek değil! Meriç de Meltem’in kendi hayatıyla ilgili “gerçekleri” görmemesi için envaı çeşit yalan uydurması onu kendinden uzakta tutmayı başardığı için şimdilik sorun yok. Fakat Meltem ona, Linda’nın kapılarını açtığında Meriç el büyütüyor. Eski bir avukat olan Linda, şimdilerde aklındaki müşteri profiliyle alakası olmayan Virgil isimli bir kafeyi işletiyor. Meltem gibi hırslarının olmaması, doğallığı ve güzelliği anında çarpıyor Meriç’i. Evren’in de ona ilettiği mesajlar aracılığıyla Linda sayesinde doruğa ulaşmayı ve zirvede bırakmayı düşünüyor. Fakat bir süre sonra Linda’nın üvey kardeşi Nil, ablasını ziyarete gelip de Meriç onu gördüğündeyse sonun adını koymaya karar veriyor… Kitabın konusu aşağı yukarı böyle. Dibine kadar inmeden gerekli detayları verdiğime göre konuyu toparlamaya geçebiliriz.

Yan karakterlerden “hep destek tam destek”

“Derin Merhamet”, girişte yazdığım gibi bütünüyle bir seri katil hikâyesi. “Kategorize etme” hastalığından ben de nasibimi alıp bir türün içine sokacaksam eğer, kitaba ancak psikolojik gerilim diyebilirim. Yani deliller, polislerin beyin fırtınaları, çapraz sorgular, ters köşeler, hedef şaşırtmalarla dolu kıyasıya bir polisiye okuyamaya niyetlenenler haybeye heveslenmesinler. Bunların hiçbiri yok çünkü kitapta. Selim Erdoğan, baştan aşağı, enine boyuna düşünüp yazılmış bir seri katil portresi çıkarıyor. Geriye dönük anlatımlarının verdiği ipuçlarıyla Meriç’in nasıl bu hâle geldiğine dair fikir yürütme imkânımız olurken Erdoğan’ın Meltem ve Linda’yı da baştan itibaren oyuna dâhil etmesi, onun alanını genişletiyor ve olay örgüsü sadece Meriç’in çemberiyle sınırla kalmıyor aksine bu karakterler Meriç’in hikâyesine “destek” oluyor. Son olarak da yazar, her seri katilde denk geldiğimiz travmaları, takıntıları, anormal davranışları tutarlı bir dengede tutarak, adım adım Meriç’in kapkaranlık ruhuna çekiyor okuru. “Derin Merhamet”, Meriç Tütüncüoğlu karakteriyle edebiyatta epeyce boşluğu olan bir yeri ziyadesiyle dolduruyor. Kitabın ismiyle ilgili kısmı da sürpriz olsun diyelim…

YORUM YAP

You don't have permission to register
Follow us on Social Media