Advertisement Advertisement

GÜNAHKÂRLAR: BLUES’UN GÜCÜYLE DİRENİRKEN VAMPİRLERLE YÜZLEŞMEK


Ryan Coogler’ın geçtiğimiz haftalarda vizyona giren yeni filmi Günahkârlar, Amerikan vampir külliyatını Afro-Amerikan tarihsel belleğiyle birleştiren özgün yapısıyla dikkat çekiyor. Sinemasal dinamiğini blues müziğinin ritmi ve sömürünün yansıması ekseninde kuran film, etkileyici bir sinema deneyimi sunarken finaline doğru çıtasını düşürüyor.

YAZI: AHMET DUVAN
ahmetduvan15@gmail.com

Hollywood sinemasının yükselişteki yönetmenlerinden Ryan Coogler, tüm filmlerinde beraber çalıştığı Michael B. Jordan’ın başrolünde yer aldığı bir vampir aksiyonu olan Sinners “Günahkârlar” ile karşımıza çıkıyor. Daha önce Fruitvale Station “Son Durak” (2013), Creed ”Creed: Efsanenin Doğuşu” (2015) ve Black Panther “Kara Panter” (2018) gibi filmlerden tanıdığımız yönetmen, bu sefer Mississippi’nin Delta havzasından çıkan blues müziğinin kültürel etkisini ve toplumsal müşterekliğini birleştirdiği bir vampir hikayesinin peşinde. Ryan Coogler’ın en büyük korkusu olduğunu söylediği “doppelgänger” (bir kişinin fenotipinin aynısı olan ancak uğursuz ya da doğaüstü ikiz karakter) kavramından esinlendiği filmin oyuncu kadrosunda; Hailee Steinfeld, Miles Caton, Jack O’Connell, Wunmi Mosaku, Jayme Lawson, Omar Benson Miller ve Delroy Lindo gibi isimler yer alıyor.

Günahkârlar, 1930’ların ırkçılığın yasal olduğu Jim Crow dönemi Amerika’sının Mississippi Deltası’nda, Afro-Amerikan kesimin hâlâ pamuk tarlalarında geçimini sürdürebildiği bir dönemde şekillenir. Tek yumurta ikizleri Smoke ve Stack, mafyalardan çaldıkları parayla Juke Point tarzı bir mekân açmak üzere yerel bir kereste fabrikası satın alırlar. Yeğenleri Sammie ise bir blues sanatçısı olmak ister ancak papaz babası blues müziğini şeytanca görmektedir. Mekanlarının açılış gününde Sammie’nin müziğinin peşine takılan bir kesimin varlığı huzursuzluğun arttığı tahmin edilmez bir kaosa yol açacaktır.

 Blues’un Odağında Yükselen İsyan ve Afro-Amerikan Belleğinin Ayak Sesleri
Günahkârlar, Afro-Amerikan toplumunun kültürel kodlarını blues üzerinden beyazların sömürgeci tutumuyla vurgulamak isteyen, sinematik yönünü ise çoğu zaman belirgin kılan bir istilanın hikayesi. Ryan Coogler’ın, Sammie’nin bilinçaltını yansıtan 25. kare tekniğine benzer gerilim yüklü kilise sekansıyla açılan film, bizi Mississippi’nin yakıcı güneşi ve geniş tarlaları arasında bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. Ruhun, ezgilerin, hafızanın ve direnişin ayak sesleri, kereste fabrikasının içine sinen özgür ruhlu soluklara kavuşarak göğe yükseliyor. Her haykırış, her dans; bir halkın bastırılmış çığlığı gibi kameradan izleyiciye sirayet eden bir hafıza sarsıntısına yol açıyor. Ryan Coogler’ın başlıca bölümlerde etkisini artıran özgün fikirleri ve birçok türü bir potada eriten bakış açısı kendisini hissettiriyor. Salonun ve dışarıdaki kesimin arasındaki gerilimin bağlamı muazzam bir dille örülüyor. İyi çekilmiş uzun plan sekanslar gerilimi artırırken izleyici deneyimini bir üst seviyeye çıkarıyor. Bu sekanslardan birisi “I Lied To You” sahnesi. Bu sahneyle beraber film içerisindeki bir kırılmaya tanık olmanın yanı sıra sinemanın büyüsü içerisinde dolaştığımız “Burning Down The House!” mottosunda eşsiz bir trans haline şahit oluyoruz. Katmanlı kurgusu ile kaotik yapısını harmanlayan Jayme Lawson’un bedensel performansıyla “Pale, Pale Moon” sahnesi ve beyazların şeytanlaşmış tasvirine yönelik sinemadaki en rahatsız edici betimlemeler arasına girebilecek “Rock Road to Dublin” sekansları filmin zamansız kalacak bölümlerinden. İsveçli besteci Ludwig Göransson ve Ryan Coogler iş birliğinde oluşan film müzikleri ise yıllarca unutulmayacak bir etki yaratıyor.

Tarihsel Kültürel Bağlamın Altında
Günahkârlar’ın olay örgüsü, tarihsel olarak gerçeğin ve kurgunun arasında bir ton barındırsa da birçok açıdan döneme dair önemli göstergeler barındırıyor. 1840’ların sonunda topraklarına yeniden yerleşmeye çalışan Choctaw ulusu, 1847 yılındaki Büyük İrlanda Kıtlığı’na yardım için önemli bir bütçe toplamıştır. Filmde ise İrlandalı bir vampir olan Remmick, Choctaw ulusuna mensup bir süvariden kaçarak beyaz Amerikan bir aileye sığınır. Ev sahiplerini eve girmek için ilk başta ikna edemezken cebinden çıkardığı altından para sayesinde onlarla anlaşır. Remmick, Choctaw ulusu ve İrlanda dayanışmasının içerisindeki aykırı bir parazit sembolündedir. Ailenin içine sızan Remmick, Juke Point’e, onu baştan çıkaran Sammie’nin müziğine doğru ilerler. Juke Point’in içerisinde eğlenen siyahi topluluğun içerisine sızmaya çalışır. Karakter insanları yoldan çıkarmak için “The Rocky Road to Dublin” adlı İrlanda baladını söyler. Bu aynı zamanda İrlanda’nın kıtlık sonrası göçlerini temsil eden bir şarkıdır.

Remmick içeriye davet edilmediği için Juke Point’e giremezken beyaz bir karakter olan Mary’nin ruhunu ele geçirir. Mary, sinemada ve edebiyatta bolca gördüğümüz bir “Femme Fatale” haline gelirken Remmick sayesinde içeriye girmeyi başarır. Bu aşamadan sonra yaşanılan vahşet 1921 yılında ABD’nin Oklahoma eyaletinde ırkçı beyazların saldırısı sonucu en az 300 siyahın hayatını kaybettiği Tulsa Katliamı’na benzer. Tanık olunan tüm vahşetin içerisinde Remmick, Afrika kökenli ruhani bir geleneğin mensubu olan Hoodoo şifacısı Annie’nin ölümü sonrası sinirlenir. Çünkü Annie’nin temsili hem ırkçı tasvirler hem de patriyarkal düzen içerisinde kadınlara dayatılan pasif temsile karşı direnen bir tutum içerir. Remmick her ne kadar Sammie’nin müziği için geldiğini söylese de aslında bu direnişi, halkın sahip olduğu ruhani ve kültürel enerjiyi tüketmek için gelmiştir. Annie’nin vampire dönüşmeden öldürülmesi sömürgeci egemen gücün öfkesinin bir tezahürü anlamına gelir.

Anlatının Geneliyle Uyuşmayan Ani Düşüş ve Basitlik Sorunu
Günahkârlar, başarılı kısımlarının yanı sıra birçok sorunuyla da karşımıza çıkıyor. Film, ince ince derinleştirdiği hikayesini salon sahneleriyle doruk noktasına ulaştırıyor. Ancak karakterlerin salonun dışındaki vampirlere yönelik plan yaptıkları sekanslardan itibaren karakter eylemleri ve hikâyenin yönü ani bir düşüş yaşıyor. Bu duruma Coogler’ın karakterlerinin filmin ilk saniyesinden itibaren fazla sinematik gözüküyor olması bir katkı sağlıyor. Yönetmenin çoğu noktada gerçek ve kurgu ikileminden faydalandığını görsek de temponun düştüğü kısımlarda bu tutum biraz göze batmaya başlıyor. Hikâyenin girift yapısının bozulduğuna ve yaşadığı tökezlemelere bariz bir şekilde tanık oluyoruz. Filmin bir günlük bir süreyi anlatıyor olmasının kısıtlayıcılığı, olayların çözümünün gerçekleşeceği son 25 dakikanın bir bulanıklığa dönüşmesine neden oluyor. Final kısmının son düzlüğüne doğru gelişen aksiyon sahnesi, filmin geri kalan kısmına göre uygun bir motivasyon dinamiği barındırmazken fazla retorik gözüküyor. Eski sahnelerin montaj sekansları eşliğinde duygulanımı yüzeysel bir dille artırım çabaları filmin tüm özgün ve derinlikli bakış açısının aksine ani bir kırılma yaşamasına neden oluyor. Son sahnede zamansal olarak ani atlamayla ileri bir döneme ulaşıyoruz. Bu kısım Martin Scorsese’nin son filmi Killers of the Flower Moon’daki benzer tarihsel yüzleşme sekansını hatırlatsa da finale giden yolun anlatısal zayıflığı yüzünden istenilen etkiyi yaratamıyor.

Günahkârlar, finaline doğru yaşadığı tüm tökezlemelere rağmen hikayesini yalnızca anlatmakla yetinmiyor. Tarihin tozlu sayfalarını zamanın ötesinde bir yankıya dönüştürüyor. Blues müziğinin uğultusu altında ırkçılığın kanıyla örülen kimlikler, bir vampirin ısırığından daha keskin bir hafızaya tanıklık ediyor. Ryan Coogler, belleği yerinden sarsan kurgusuyla çığlığı, direnişi ve sömürüyü ritme çeviren insanlık mirasını selamlıyor.

YORUM YAP

You don't have permission to register
Follow us on Social Media