Advertisement Advertisement

ÖZLEN ALPASLAN: “‘BİZ’ OLMAK ADINA ÇOĞU ZAMAN ‘BEN’İ FEDA EDİYORUZ. YARA, UNUTTUĞUMUZ ‘BEN’İ YENİDEN HATIRLAMAK İÇİN”


Son romanı “Yara” ile yine bir kadının hayatının izlerini sürüyor, Özlen Alpaslan… Diyor ki “Bu kitapta bir kadının içsel yolculuğuna, değişimine, dönüşümüne ve hayatla hemhal oluşuna tanık oluyoruz.” Yakın zamanda Kara Karga etiketiyle okurla buluşan “Yara”dan yola çıkarak kadın olma halini, yalnızlığı ve Özlen Alpaslan’ın yazın hayatını konuştuk.

SÖYLEŞİ: NİLÜFER TÜRKOĞLU
nilufer@ajandakolik.com

Ülke gündemi bu kadar karmakarışık ve yorucuyken, nasılsınız Özlen Hanım?
İyi olmaya niyet ediyorum. Aklıselim ve kalbi selim kalmaya, dünya ve memleket meselelerini sağduyuyla kavramaya çalıştığım bir haleti ruhiye içindeyim.

İlk roman “Yarım”da Eylül ve Aylin, ikinci roman “Mahalle”de Aysel ile Füruzan ve şimdi üçüncü roman “Yara”da İpek… Sanki hep eksik, eksilmiş, yarım kalmış ve yaraları olan kadınların hikayesini yazıyor gibisiniz. Tüm bu romanların kadın hikayeleri olmasının ve Kara Karga Yayınları’ndan çıkmış olmasının dışında bir ortak özelliği de var. Üç kitap da tek bir kelimeyle sınırlı başlığa sahip. Hoş geldiniz bağımsız kültür sanat sitesi Ajandakolik’e Özlen Hanım. Neler diyeceksiniz?
Hoş buldum… Çünkü iyi ki bağımsız kültür sanata gönül ve emek veren sizler gibi güzel insanlar var. Az önce bana “Nasılsınız?” diye sordunuz ya, sizler gibi duygudaşların varlığıyla iyiyim.
Romanlarımın tek kelimelik başlıklarına gelince… Çok şey var anlatmak istediğim. O çokluğu en sade biçimde bir kelimenin içine sığdırmaya çalışıyorum. Çoktaki birliği, birdeki çokluğu idrak etmeye ve paylaşmaya gayret ediyorum.

Üç romanda da kadınları konuşturuyorum çünkü bildiğim yerden yazıyorum. Yaşamadığım bir şeyi yaşatamayacağıma inanıyorum belki de.

Yakın zamanda yayımlandı “Yara”. Bu hikâyeyi ne zaman yazmaya başladınız? Yazma sürecinizden bahseder misiniz?
Yara’yı yazmaya dört yıl önce başladım. Yazım süreci üç yıldan uzun sürdü ama aslında hikâyenin birikmesi kırk yılı aşkın bir zamana yayılıyor.

Yara’da İpek’in çocukluğunu, gençliğini, ilk aşkını, aşkla ve sevgiyle imtihanını; düşe kalka hayatta yol almasını ve en sonunda kendi elinden tutmayı öğrenmesini okuyoruz. Bir kadının içsel yolculuğuna, değişimine, dönüşümüne ve hayatla hemhal oluşuna tanık oluyoruz.

Benim için de bu, insanın varoluşsal sancılarına derin bir kazıyla bakmaya, sevmekten ve sevilmekten, aşktan ve sevgiden ne anladığımıza yakından bakmaya niyet ettiğim bir süreçti. “Kendini bilen, hayatı bilir” misali, kendi içime çok döndüğüm; yüzleşmelerle, sancılarla ve yaralarla dolu ama bir o kadar da dönüştürücü bir yolculuktu.

Yara, henüz raflarda çok yeni ama şimdiden okurlardan gelen yorumlar kalbime dokunuyor. Okurlarla ortak duygularda buluşmak, bütün bu sancılı sürecin en kıymetli ödülü oldu.

Ne güzel. Bu, aynı zamanda bir yüzleşme romanı. İpek’in hikayesini okurken kendi kırıklarımız ve kalp ağrılarımızla yüzleşeceğiz. Bir kadın olarak “Yara”da kendi yaralarımızı bulmamız mümkün. Tüm bu kadınların hikayeleri kurgu da olsa kendi hayatınızdan esinlenmiş olduğunuzu düşünmeden edemiyor insan. Öyle mi? Yara’da biraz Özlen’in hikayesi de var mı?
Olmaz mı? Olmasa, İpek bu kadar gerçek bir kadın olarak karşımıza çıkamazdı. Elbette kurgu var ama kurguya can veren, benim de kendi yaralarımdan taşıdığım izler. Yazarken İpek’in hikâyesiyle beraber kendi hikâyemin de bazı kapıları aralandı. Belki de bu yüzden okur, İpek’te kendi kırıklarını ve yaralarını bulabiliyor.

Kitabın konusunu biraz anlatır mısınız?
Yara, İpek gibi sevildiğini, onaylandığını, olduğu gibi kabul gördüğünü hissedemeden büyümüş kadınların hikâyesini anlatıyor. Çünkü çocukken nasıl sevildiysek, büyüdüğümüzde de öyle seviyoruz ve bizi öyle sevecek kişilere âşık oluyoruz. İlk ailemizde görüp içselleştirdiğimiz ilişki modelleri, farkında olmasak da hayatımızdaki tüm ilişkilere, en çok da romantik ilişkilere yansıyor.

“Biz” olmak adına çoğu zaman “ben”i feda ediyoruz. Yara, unuttuğumuz o “ben”i yeniden hatırlama, ona sahip çıkma, elinden tutup ayağa kaldırma üzerine bir öz-şefkat yolculuğu olarak da okunabilir.

Kitabın alt başlığı “Ben yalnızım, ben yalnızım, ben yalnız”, bana Zeki Müren’in “Gökyüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar” şarkısını anımsattı. Ne diyordu sanat güneşimiz, “Ben yalnızım, ben yalnızım, yalnızım.” İnsanoğlu kalabalıklar içinde de sahi yalnız hep, değil mi?
Buna kendi bulunduğum yerden yanıt vermek isterim: Bana göre evet… Hayat hepimize benzer deneyimler sunsa da, o deneyimi nasıl yaşadığımız bize özgü ve her birimiz için biricik. Yalnızlıklarımız ortak gibi görünse de aslında her birimizin yalnızlığı ona özgü ve biricik. Yalnızlıklarımızda bile yalnızız.

Benimse yalnızlıkla aram hep iyi oldu. Sanırım gözümü açtığımdan beri aşina olduğum ve hayatım boyunca en tanıdık dostum olacak bir duygu, yalnızlık.

Bu coğrafyada kadınlar sürekli zulme uğruyor, büyük acılar çekiyor. Özellikle şu yaşadığımız çağda her gün kadınların yaşadıklarıyla sarsılıyor, kız kardeşlerimize biraz bile destek olabilmek için bir şeyler yapmaya çabalıyoruz. Giderek bilinçlenen ve büyüyen güçlü bir kalabalığız artık. Hem kadın hem yazar olarak sizce edebiyat da bu konuda yeterince söz sahibi oluyor mu, ne dersiniz?
Edebiyat bireyleri, toplumları ve kültürleri etkilemek için hayattaki en büyük güçlerden biri, belki de en büyüğü. Burada iş, edebiyatçılara düşüyor. Kendini çağdaş bir yazar olarak tanımlayan herkesin, çağına tanıklık etme sorumluluğu taşıdığına inanıyorum. Kaleminizi çağın, dünyanın ve ülkenin meselelerine değinmek, görünmeyeni görünür kılmak için harekete geçirirseniz, değişime mutlaka katkı sunarsınız.

“Yarım” ve “Mahalle”de toplumsal olayların bireysel hayatlarımız üzerindeki izdüşümüne, “Yara”da ise bireysel hikâyelerimizin toplumsal hayat üzerindeki izdüşümüne kafa yordum. Çünkü bireysel yaralarımız toplumsal yaralardan muaf değil; toplumsal yaralarımız da bireysel yaralardan bağımsız değil.

Ben sadece kadınların değil, vicdan sahibi her insanın görünmeyen hikâyelerini görünür, duyulmayan seslerini duyulur kılmak; içinden geçtiğimiz günlerin izlerini yarınlara not düşebilmek umuduyla yazıyorum.

Peki, kitabı yazarken sizi bu hikâyede en çok etkileyen ne oldu?
Bir kadının kendi hayatının sorumluluğunu almasına ve kendi elinden tutarak ayağa kalkmayı öğrenmesine satır satır tanıklık etmek.

Yazı masanızı hayal edelim. Üzerinde neler var; okunmayı bekleyen hangi kitaplar mesela?
Aslında belirli bir yazı masam yok. Evde yemek masası, yazarken yazı masasına dönüşüyor. Ama en çok da şehrin farklı mahallelerindeki sevdiğim kafelerde yazıyorum. Masamda bilgisayarım, iki yazı arasında not aldığım küçük defterim ve kurşun kalemlerim, bir fincan kahvem oluyor. Masanın üzeri ne kadar sade olursa zihnim de o kadar dingin oluyor.

Okunmayı bekleyen kitaplarım çok değil ama defalarca okumama rağmen yine dönüp okumak istediklerim genellikle yanımda oluyor. En başta da Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu, Tezer Özlü ve İnci Aral.

Kara Karga Yayınları üç kitabınıza da yuva oldu. Bu çatı altında bir dördüncü kitap ufukta var mı?
Ömrüm boyunca yazmak istiyorum. Kara Karga Yayınları’nın güvenli, keyifli ve mutlu çatısı altında yeni romanlarla yeniden okurlarla buluşmayı çok arzu ederim.

Bugünlerde Yara’nın heyecanını doyasıya yaşıyorum. Bir süre için kabımı yeniden doldurmak, demlenmek ve tazelenmek istiyorum. Zamanı geldiğinde yeni romanların kendini yazdıracağına inanıyorum.

Okurlarımız Yara’yı okumalı çünkü… Üç noktayı doldurun lütfen.
Çünkü İpek hepimizden izler taşıyor. Onun yaralarında kendi yaralarımızı, onun yolculuğunda kendi iyileşme ihtimalimizi bulacağız.

Ajandakolik’te konuğum olduğunuz için teşekkür ederim. Okurunuz bol, hikayeleriniz daim olsun…
Ben teşekkür ederim. Bu keyifli sohbet için yürekten teşekkür ediyorum.

YORUM YAP

You don't have permission to register
Follow us on Social Media