Advertisement Advertisement

FİLMEKİMİ’NDE İZLEDİKLERİMİZ: “SİRÂT” VE “MANEVİ DEĞER”


İKSV tarafından 24.sü düzenlenen Filmekimi 3-12 tarihleri arasındaki İstanbul gösterimlerine devam ediyor. Bu yazımda ise heyecanla beklenen iki filmden, Cannes’da Jüri Özel Ödülünün sahibi “Sirât” ile Büyük Ödülü kazanan Joachim Trier’in yönettiği “Manevi Değer” (Sentimental Value) filmlerinden söz edeceğim.

YAZI: AHMET DUVAN
ahmetduvan15@gmail.com

 

Sirât
Dünya prömiyerini 78. Cannes Film Festivali’nde gerçekleştiren Sirât, Fas çöllerine hâkim bir yönetmen olan Oliver Laxe’ın yaklaşık altı senelik aranın ardından dönüş filmi. Cannes’da Jüri Ödülü’nün yanı sıra Ses Bandı Ödülü ile festivalden dönen yapımın oyuncu kadrosunda Sergi López, Brúno Nuñez, Stefania Gadda, Joshua Liam Henderson, Tonin Janvier, Jade Oukid gibi isimler yer alıyor.

İmkânsız bir şey değil kaybolmak. Aksine kaybolmuyor olmaktan çok daha kolay sanki. Bir göz kırpma, sırt dönme kadar ani. Çarpan bir kalbin sesi kadar somut bir his bu. Sırrına gelecek olursak; dalmakla uyanmak arasındaki ince çizgide saklı. Sürekli savrulmamızın ve izimizi yitirmemizin bir karşılığı bu aslında. Tıpkı avuç içinde suya dönüşen bir kar tanesi gibi. Somutlaşırken kontrol edilemeyenlerin yarattığı bir şey kayboluyor olmak. İzimizi yitirmemek için ne gerekli peki? Sanıyorum ki, öncelikle kaybolduğumuzun farkında olmak.

İşte bu farkındalığın tamamen yok sayıldığı bir alan Sirât. Kelime anlamı Arapçada “doğru yol” anlamına gelen bu kelimenin cennet ve cehennemin ortasında yer aldığı söylenir. Bu hikâyede ise gölgelerin bile buharlaştığı bir noktayı işaret ediyor. Ölümcül bir çölün en icra köşesinde konumlanıyoruz. Açıklanamayan nedensizliklerin yarattığı kıyameti oluşturan bir oyun mekanizmasının içindeyiz. Luis kaybolan kızını aramak için oğlu ve köpeği Pipa ile çöle geliyor. Biz de kontrolün kaybolduğu, bilincin bir toz bulutu gibi dağıldığı rave partisinin ortasında buluyoruz kendimizi. Partinin ana unsurları arasında; acı, savaş, yas, uyuşturucu ve kontrol var. Tanrının ses kolonlarının içeresine saklandığı bir dünya burası. Kaybolmanın kontrol edilemeyenle kol kola yürüdüğü bir nedensizlik hali. Tekrarlayan müzik ritimleri dans edenlerin dünyadan soyutlandığı bir saydamlaşma alanına dönüşüyor. Alanda bulunan yüzlerce insan arasında kaybolduğunun farkında olmayan yalnızca üç kişi var; Luis, oğlu ve sevimli köpekleri Pipa.

Yönetmen Oliver Laxe, sessizce katmanlaşan bir anlatı yaratıyor. İçerisine sakladığı beklenmeyen anlarla birlikte “gizli” ama bir o kadar etkili bir yönetmenlik sergiliyor. Ele alınan kavramlar neredeyse görünür bir şekilde belirginleşmiyor. Usulca hikâye devam ederken kendisini hissettiriyor. Tıpkı film içerisine sesin harika bir şekilde sindirilmesi gibi. Bu durum yönetmenin filmine olan güçlü hakimiyetini doğrudan hissettiriyor. Kızı kaybolan bir babadan bu kez insanların kendisini kaybettiği bir rave alanına uzanmak. Oradan da kaybolmayı kontrol etmenin imkansızlığıyla birlikte bomboş bir çölde yol almak. Kaybolan ve kaybedilen unsurların sürekli yer değiştirmesi. Kontrolün hiçbir boyuta hiçbir şekilde indirgenmemesi. İçinde bulunulan çölün bir kıyamet gibi beliren üçüncü dünya savaşını kendi hikayesi içerisinde bir yandan anlatması. Bu kullanımların hepsi insanlığın günümüzde yaşadığı zorlu denklemlerin sinema özelinde yansıtıldığı en etkileyici örneklerden.

Rave müzik için; tekrarlar eşliğinde devam eden ritimsel yoğunluğun etkisiyle kollektif olabilen bir halüsinasyon hali denilebilir. Beden ve zaman algısını büyük oranda kaydığı dünyaya dair normların, algıların ortadan silindiği bir çeşit deneyim aslında. Oliver Laxe’in bu doğrultuda kaybolmanın sürekli şekil değiştirdiği bir hikâye içerisinde rave ile dansın mistik gücünü birlikte kullanmak istemesi muazzam bir fikir. Bu doğrultuda karakterler müzik üzerinden arınmaya çalışıyorlar. En zor durumda bile müziğin (tanrının) sesiyle aydınlanmayı deniyorlar. İyi geleceğine inandıkları şey bu çünkü. Arzularının karşılık bulmaması ve hatta onları mayınlı bir alanın içerisine sokması Sirât’in dünyanın nedensizliğine dair gerçekçi gösterimlerden yalnızca birisi.

Sirât, büyük ölçüde delilikle yoğrulmuş bir yok olma deneyimi. İnancın nerede aranması için harika bir kılavuz. İhtimallerin nedensizce yarattığı olasılıklara üzülenler için ise bir o kadar yıkıcı bir sunum. İçinde yer alanların sahiciliği sayesinde, ne zaman basacağımızı bilmediğimiz mayın tarlalarıyla dolu olan bu dünyaya fazlasıyla ait.

Manevi Değer (Sentimental Value)
Elle Fanning’in Cannes kırmızı halısında giydiği “Joachim Trier Summer” tişörtüyle bir nevi kendi sloganını yaratan film, festivalin en merakla beklenen yapımlarından birisiydi. Dünya prömiyerini yine 78. Cannes Film Festivali’nde gerçekleştiren Manevi Değer, Cannes Büyük Ödülü’nün sahibi oldu. Norveçli yönetmen Joachim Trier, ilk uzun metrajı Tekrar (Reprise, 2006) peşinden herkesçe büyük övgüler alan ve kendisine Cannes’da Belirli Bir Bakış Ödülü kazandıran Oslo, 31 Ağustos (Oslo 31. August, 2011) gelmişti. Trier, Dünyanın En Kötü İnsanı (The Worst Person in the World, 2021) ile En İyi Uluslararası Film dalında Oscar adaylığı kazanarak adını geniş kitlelere duyurdu. Yönetmen; melankolik, romantik, arzu dolu ve bir o kadar sıcak anlatım tarzı sayesinde kendine has bir izleyici kitlesine sahip. Yeni filmi Manevi Değer’in oyuncu kadrosunda ise Renate Reinsve, Stellan Skarsgård, Elle Fanning, Inga Ibsdotter Lilleaas gibi isimler yer alıyor.

İki kız kardeş olan Nora ve Agnes ünlü bir yönetmen olan babaları Gustav ile bir sürenin ardından bir araya gelirler. Biyografik öğelerle dolu bir yeni filme hazırlanan Gustav filmin başrolünde tiyatro oyuncusu olan Nora’yı oynatmak ister. Hikâyenin kendi evlerinde çekileceğini belirtir. Nora ise teklifi reddeder. Yeni başrol, Gustav’ın eski filminden etkilenen ve ona hayran olan ünlü aktris Rachel Kemp olur. Seçim ve seçilimler vasıtasıyla bir ailenin nesillerdir bastırdığı travmalar katmanlı bir şekilde gün yüzüne çıkacaktır.

Öncelikle film izleyicinin geneli tarafından oldukça sevilecektir. Yönetmenin sinemasına hâkim kişilerin kendine yer edinecekleri birçok alan var. Ancak odaklanılan unsurların bu alanlardan ne ölçüde ekrana yansıdığı kısmı biraz şüpheli. Manevi Değer, ele aldığı travma, yas ve bastırılanları filmin bütününde işlemeye çalışıyor. Gustav’ın kibirli ve sorumsuz yapısı eşliğinde Nora ve Agnes’in hislerini anlamaya çalışıyoruz. Baba ile kız ilişkisinin içerdiği birtakım sorunları bu iki kardeş üzerinden izliyoruz. Fakat film bu çatışmadan ziyade zaman harcaması gereken daha önemli kısımları olduğuna karar veriyor. Bunlardan birisi; Gustav’ın yüzeyde kalan, hikâyenin öteki tarafında neredeyse bir karşılığı olmayan bireysel sahneleri. Derinleşme mücadelesi veren ancak bunu başaramayan bir bölüm burası. Diğer başlıca ana unsurlara değinirsek; travma bir ev üzerinden işleniyor. Buradan travmanın nesillerden nesile aktarıldığına yönelik bir anlatım benimseniyor. Acı, yas, anlaşmazlıklar bir bütün olarak hikâyeye dağılıyor. Hiç kuşkusuz belirli söylemleri belirtmek ve değinmek kadar onu nasıl ele aldığınızda önemli bir unsur. Manevi Değer’in bu konuda bir hayli lafazan kaldığını söyleyebiliriz. Yönetmen insanlığa dair en kişisel duyguları yansıtmaya cesaret ederken bile travma olgusunun nasıl bir şey olduğuyla ilgilenmiyor. Yalnızca onu nasıl sergileyeceği ile uğraşmak istiyor.

Manevi Değer’in içerisinde fazlaca karaktere sahibiz. Her birinin neredeyse belirli bir travması ve geçmişten gelen bir yüzleşmesi var. Bu unsurlar hiçbir aşamada derinleşmiyorlar. Karakterler kolaylıkla eğip bükülebilen bir edilgenliğe sahip gibi görünüyorlar. Neden mi? Nesillerden nesile aktarıldığını izlediğimiz bu olgunun finale doğru bir çırpıda sönümlenmesinin başka gerçekçi bir açıklaması yok çünkü. Affetmenin ve kabullenmenin “insani” olmadığı bir performans alanı yalnızca burası. Hatta bazı karakterler sözlerini söyleyip ortadan kaybolabiliyorlar. Yönetmen iyi çekilmiş bir sahnenin senaryonun kopukluklarını örtebileceğine inanırmış gibi aktarıyor hikayesini. Başka topraklarda yan unsur olarak kalacak, sadece bir güne sığacak baba-kız çatışmasını (travmasını) başlı başına merkezine alıyor olması bu steril bakışın bir yansıması aslında. Bu yaklaşım elbette yönetmenin kişisel bir manevrası. Doğrudan bir tercih. Ancak bu bakış açısının neden olduğu çatışmanın bir ilgi çekiciliği yok. Dinamiğin doğrudan beslendiği metinsel bir zenginlikten de söz edemiyoruz. Bu unsurlar, konuya yönelik yönetmenin sığ bakışını yansıttığı gibi metalaşan film çekme sekanslarıyla uyumlu hissettirmiyor. Dolayısıyla travma üzerinden anlatılmak istenilenlere travmanın ne olduğuyla ilgilenmeyen anlatımlar vasıtasıyla şahit oluyoruz.

Metin olarak yaklaştığımızda; çoğu diyalog Fanning ve Skarsgard’ın ilişki dinamiği kadar yapay. Nora Borg’un sahneye çıkmadan önce yaşadığı ikilemleri gibi kararsız. Neden yaşandığını anlamadığımız plaj koşuşturması kadar karikatürize. Trier önceki işleriyle birlikte bu filmde de bir Bergman personasına bürünüyor. Ancak;” Bu coğrafyanın yeni Bergman’ı benim” demek ve bunu başkalarının söylemesi arasında bir hayli fark var. Tüm bu yaklaşımların fazlasıyla dağınık bir senaryo içerisinde aniden patlak veren birkaç duygusal sahneyle kotarılma düşüncesi, Trier’in popülist fakat başarılı olmuş bir fikri gibi görünüyor. Manevi Değer’in önümüzdeki ödül sezonunda birçok dalda kendisine yer bulması kesin gibi. İzleyici de yer edinen bir atmosfere ve belirli sekanslara sahip olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Tıpkı film boyunca tanık olduğumuz şeylere “Neden?” sorusunu sorduğumuzda belirli bir yanıt alamadığımızı dile getirdiğimiz gibi.

YORUM YAP

You don't have permission to register
Follow us on Social Media