
FİLMEKİMİ’NDE İZLEDİKLERİMİZ: “GEBER AŞKIM” VE “BABA ANNE KIZ KARDEŞ ERKEK KARDEŞ”
İKSV tarafından Paribu sponsorluğunda 24.’sü düzenlenen Filmekimi 3-12 Ekim tarihleri arasında gösterimleri başladı. Festival, bu yıl İstanbul’un yanı sıra Ankara, Eskişehir ve İzmir’de de izleyiciyle buluşuyor. Filmekimi, Cannes, Venedik, Locarno, Toronto film festivallerinde prömiyerlerini yapmış, ödüllü ve ilgiyle beklenen filmlerin Türkiye prömiyerlerini festival içerisinde gerçekleştirme imkânı sunuyor. Bu yazıda Lynne Ramsey’in yeni filmi Geber Aşkım “Die My Love” ile Jim Jarmusch’un Venedik’te Altın Aslan “En İyi Film” ödülünü kazandığı Baba Anne Kız Kardeş Erkek Kardeş “Father Mother Sister Brother” filmlerini ele alacağım.
YAZI: AHMET DUVAN
ahmetduvan15@gmail.com
Geber Aşkım (Die My Love)
Dünya prömiyerini 78. Cannes Film Festivali’nin Ana Yarışması kapsamında gerçekleştiren Geber Aşkım, Lynne Ramsey’in
8 yıllık bir sürenin ardından geri dönüşü. Sıçan Avcısı (Ratcatcher, 1999), Kevin Hakkında Konuşmalıyız (We Need to Talk About Kevin, 2011), Hiçbir Zaman Burada Değildin (You Were Never Really Here, 2017), gibi filmlerden tanıdığımız yönetmen bu kez Arjantinli yazar Ariana Harwicz’in aynı adlı popüler eserini beyazperdeye uyarlıyor. Oyuncu kadrosunda Jennifer Lawrence, Robert Pattinson, LaKieth Stanfield, Sissy Spacek, Nick Nolte gibi önemli isimlerin bulunduğu yapım güçlü performanslarıyla dikkat çekiyor.
Ariana Harwicz’in “Geber Aşkım” adlı romanını okuyanlar az çok şu hissi bilirler; faydasız denemelerin ümit kırıcı burukluğunu. Bizim tanık olduğumuz bu burukluk Grace’in bireysel varoluş mücadelesi aslında. Sağlıkla, maddiyatla ya da olağanüstü bir kriz eşliğinde beşerî dış etkenlerle gelişen sıkıntılar değil bunlar. Sevgilisi Jackson ve bebeklerinin yarattığı afallama haliyle büyüyen bir girdap daha çok. İçsel buhranın taşmasıyla kendisini aile hiyerarşisi içerisinde konumlandıramayan bir kadınının nefes alma mücadelesi. Kararların çoğu ani, aceleci ve temelsiz. Çıkış yolunun arandığı çaresiz çırpınış bu çünkü. Romanda Harwicz, bireyin anne profili içerisinde yaşadığı sıkışma ve tükenmeyi oldukça sert bir dilde kaleme almıştı. Grace’in dalgalı düşüncelerini okurken bir yandan da onun ne gibi sorunlarla boğuştuğunu keşfediyorduk. Yazar bu betimlemesi zor olan iki ayrı noktayı nefis bir bütünlükle birleştiriyordu.
Ramsey’in uyarlamasına döndüğümüzde benzer sertlikte ve vahşilikte bir saldırgan yaklaşıma tanık oluyoruz. Lawrence ve Pattinson’un bedensel performansları ekrandan bize ulaşan bir ateşe dönüşüyor. Karakterler çayırlarda birbirlerine doğru emekliyor, koklaşıyor, havlıyor, sarılıyor ve sevişiyorlar. İki insanın normal bir iletişiminden fazlası bu. Adeta hayvani içgüdülerinden arınmamış bir ilkellikte dışa vuruyorlar sevgilerini. Birbirlerine duydukları öfke, sevgileri ile doğrudan bir paralellik taşıyor. Zira barındıkları ev, hapsettikleri duyguların patlak verdiği bir boşaltım alanı. Öfke de sevgi de aynı odalarda büyüyor ve yok oluyor. Aynı doğrultuda da duvarlara kazınıyor. Grace’in parçalanan tırnaklarından akan kanların duvarda bıraktığı iz gibi. Koridorların içerisinde karşı tarafın anlayamadığı bir yardım çığlığı yükseliyor. Ses arttıkça duyarsızlaşma çoğalıyor. Bu doğrultuda Grace’in ne kadar kontrolden çıktığını fark ediyoruz. Karakter her seferinde çareyi evin uzağında aramakta bulurken döndüğü alan yine yuvası oluyor. Soğuk bir yuvayı bırakıp cehennem sıcağına doğru adımlamanın haricinde…
Ramsey, romandan farklı bir tavır içerisinde kurguluyor filmi. İçsel düşünceleri değil de kadraja sığdırabildiği kadarını önemsiyor. Ritim bazı noktalarda romana fazla benzerken bazen de bir o kadar ayrışıyor. Bu çerçevede belirli bir denge gözetmiyor. İlişki dinamiğine yenilikler katarak daha edilgen bir tutum içerisinde geziniyor. Romanla bağlantılı olan en büyük problemde burada dahil oluyor. Bu da karakterlerin daha yüzeysel ve anlaşılmaz gözüküyor olması. Kopuk olan sahneler romanı okuyanlar için bağdaştırması daha kolay anlar yaratırken esere hâkim olmayanlar için daha soyut ve yüzeysel bir dilde. Ramsey, farklı olarak Grace’in iç dünyasını gözlemci bir yaklaşımla yansıtmaya çalışıyor. Romanda iç sesi vasıtasıyla anlamlandırdığımız duygulara bu kez uzaktan eşlik edebiliyoruz. Dolayısıyla yönetmen, yaşanılanları anlatmaktansa romanı okuyanların anlayacağı steril bir dil yaratıyor. Bireyin iç dünyasında yaşadığı yıkımlara ve yer edinmeme haline dem vuran film bu nedenle aynı nitelikte bir birliktelik yaşamıyor.
Konu Lynne Ramsey olunca yönetmenlikten de söz etmek gerekiyor. Usta isim yine unutulması güç sekanslar yaratıyor. İkilinin içinde besledikleri bastırılmış duyguları rejisinin efektif gücüyle resmediyor. Renk paleti, ses tasarımı ve kurgu fazlasıyla etkileyici. Düşündüğümüzde atmosfer, zaman zaman Sıçan Avcısı’nı (Ratcatcher) andırıyor. Deliliğe uzanan vahşi ve sert sekansları oyuncu performanslarıyla birlikte izlemek keyifli. Zira Lawrence ve Pattinson iyi bir dinamik yakalıyorlar. İkili ne zaman iletişim içerisinde olsa filmin daha fazla yol katettiğini gözlemiyoruz. İçsel sekanslara yoğunlaştığında ise bir o kadar tökezliyoruz. Geber Aşkım, ödül sezonu yolculuğunda bireysel performans adaylıklarıyla adını duyurabilir. Geri kalan unsurlarına baktığımızda ise ne yazık ki kopuklukların ve yüzeyselliğin ağır bastığı bir yapım olarak karşımıza çıkıyor.
Baba Anne Kız Kardeş Erkek Kardeş (Father Mother Brother Sister)
82. Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan “En İyi Film” ödülüyle dönen film, bir diğer usta yönetmen Jim Jarmusch’un altı yıllık aranın ardından beyazperdeye geri dönüşü anlamına geliyor. Üç ayrı hikâyeyi konu alan filmin oyuncu kadrosunda; Cate Blanchett, Vicky Krieps, Adam Driver, Mayim Bialik, Tom Waits, Charlotte Rampling, Indya Moore, Luka Sabbat gibi önemli isimler yer alıyor.
İlk hikâye iki yetişkin çocuğunun babalarına ziyaretini ele alırken ikinci hikâye annelerini ziyaret eden iki kız kardeş üzerine odaklanıyor. Son bölümde ise baba ve annelerinin yasını birliktelikleri üzerinden paylaşan ikiz kardeşlerin yaşamına konuk oluyoruz. Hikayeler farklı ailelere ait olsa da Jarmusch, ailelerin zaman içerisindeki paylaşım biçimleri ile ilişki dinamiklerinin değişimine değinmeyi hedefliyor.
Yelkovan ve akrep içerisine aldığı her şeyi kolaylıkla eğip büküyor. Nerede olduğunu ve nereye kadar gidebileceğini gösteriyor insana. Görünmez sınırlar kadar belirginleşen kontrolsüzlükler yaratıyor. Yaşamın kendisi zamanın savurganlığı içerisinde beklenmedik noktalara uğruyor. Tıpkı gökyüzünde sessizce ilerleyen bulutlar gibi. Zaman bir çırpıda, yaşam ise bir afallamada gözden kaybolabiliyor. Yalnızca zamana bakabildiğimizde anlıyoruz tükettiklerimizi. Nefesler tükenir, bedenler değişirken ailelerin ilk günkü gibi kalması beklenebilir mi? Bütün bir vakti birlikte geçiren ebeveyn ve çocukların zamanla yol alması bu yaşamın kaçınılmaz olanı. Gelişimin pay ve paydasını oluşturan aile gün geliyor bu kesrin içerisinde farklı bir rakamı oluşturuyor. Jarmusch’da bu rakamın ondalık dilimlerinde dolaşmak istiyor. Değişime değinmek isterken tahammülsüzlüğü ön plana çıkarıyor. Zamanın körelmesini ve keskinliğini tahammül edilemeyenler belirliyor. Yalnızca bir çocuk açısından değil. Ebeveynin bile açıklamakta zorlandığı bir katlanamama hali bu.
Jarmusch’un zamana aile üzerinden yaklaştığı konu insanlığın ilk kabullenişlerinden. Zamanın ölçümüyle ilk olarak farkında olmaya başlıyoruz aslında. Dolayısıyla sinemada bolca referans haline gelen bu kavramın nasıl işlendiği tercih edilmesinden daha önemli oluyor. Jarmusch’un bu noktada söylediği yeni bir söz yok. Hikayelerin arasında kardeşliğe yönelik klişe “benzerlik vurguları” haricinde belirgin bir bağlantı da yok. Ele alınan sohbetler samimi olmaktan öte oldukça elitist bir bakışla resmediliyor. Abartılı oyunculuklar, derinleşmeyen sohbetler sınıfsal ayrımın yüksekte olduğu bir bakış içerisinde oluşuyor. Yönetmen üst kesimden bir perspektif sunarken o sınıfı yermek ya da farklı tespitlerde bulunmak gibi farklı bir istekle de uğraşmıyor. Hikayeler içerisinde düşünülen her şey oldukça eski. Kaykaya binen çocuklar üzerinden yersiz bir “zaman” tasvirinde bulunmak yeni bir şey söylememek kadar eskimiş bir zihnin de göstergesi. Dolayısıyla oldukça yüzeysel, hikâye bağlantılarının bir o kadar zayıf kaldığı, zamana ayak uyduramayan “eski” bir film Baba, Anne, Kız Kardeş Erkek Kardeş.