Advertisement Advertisement

“F1 FİLMİ”: MOTOR GÜRÜLTÜSÜNÜN TÜM SESLERİ BASTIRDIĞI “ESKİ” BİR FİLM…


Günümüz sinemasında büyük bütçeli işlerin yayın platformlarına yol aldığı bir dönemde yönetmen Joseph Kosinski, yüksek bütçeye sahip Top Gun: Maverick’ten sonra “F1 Filmi” (F1: The Movie) ile benzer anlatı kalıplarını işlemeye devam ediyor. Ülkemizde 27 Haziran’da vizyona giren film, teknik ihtişamıyla göz doldururken her şeyin önceden belirlenmiş bir matematik içerisinde işlediği, ikna edicilikten uzak, motor gürültüsünün karakterlerin sesini bastırdığı eski bir anlatı yaratıyor
.

YAZI: AHMET DUVAN
ahmetduvan15@gmail.com

Joseph Kosinski, kendisinin yeniden çıkışını sağlayan, bir Hollywood nostaljisi diyebileceğimiz “Top Gun: Maverick”in (2022) ardından “F1 Filmi”nde yine oldukça eski gözüken, sinemanın temel kodlarına bürünmüş bir hikâyenin peşine düşüyor. Bu noktada kurgusal yapının teknolojik birer devrim niteliğindeki yarış araçları üzerine kurulması ve iyi çekilmiş yarış sahneleri, senaryonun bir paravanı olarak sıradanlığını örtmeye çalışıyor. Kosinski’nin Ehren Kruger ile senaryosunu yazdığı filmin müziklerini Alman asıllı usta besteci Hans Zimmer bestelerken filmin oyuncu kadrosunda Brad Pitt, Damson Idris, Javier Bardem, Kerry Condon, Sarah Niles ve Tobias Menzies gibi isimler yer alıyor.

Araba tutkusunu kiralık bir yarışçı olarak Daytona 24 Saat gibi daha alt klasman yarışlarda dizginleyen emekli Formula 1 pilotu Sonny Hayes, APXGP takımının gelişiminde rol oynamak adına Formula 1’e geri döner. Takımın yetenekli, çaylak yarış pilotu Joshua Pearce ile uyumlu bir takım arkadaşı olmanın gereksinimlerine yönelik bir mücadeleye girişir. İkilinin arasındaki kimya APXGP’nin başarısında ve Sonny’nin yarım kalmış hayallerinin gerçekleştirmesinde önemli bir noktada olacaktır.

Top Gun Matematiği, F1 Gerçekliğiyle Çarpışınca
Motor sporlarının ve Formula 1’in günümüzde edindiği hayran kitlesinin sayısı her geçen gün artıyor. Netflix belgesel dizisi “Drive to Survive”ın edindiği başarı ise bu alanın kurgusal çerçevedeki potansiyelini gözler önüne sermişti. Formula 1 adına bir film çekme fikri masaya ilk getirildiğinde gerek gişe başarısı gerek aksiyon becerisiyle henüz üç yıl önce “sinemanın kurtuluşu” gibi nitelendirmeler yapılan, Top Gun: Maverick’in yönetmeni Joseph Kosinski kusursuz bir eşleşme olarak gözüküyordu. Bu çerçevede Kosinski’nin Top Gun’da güçlü jetlerle yarattığı aksiyonu bu kez asfaltın üzerindeki jetlere uyarlaması bekleniyordu ve bunu başardığını söylememiz mümkün. Sinematografi açısından ve kamera kullanımı olarak çok iyi çekilmiş sahnelere tanık oluyoruz. Formula 1 denilince aklımıza ilk gelen şey olan hız ve rekabet kavramları filmin her saniyesinde adeta gözle görünür bir formda. Brad Pitt ise yine kendisini hem özne hem de nesne kılan bir karakterle karşımızda. Yaklaşık bin beygirlik motorların uğultusu ekrandan bize ulaşıyor ve Hans Zimmer’ın synthwave içeren elektronik müzikleri eşliğinde pistin içerisindeki adrenaline kapılıyoruz. Ancak hikâyeye kapılmak konusunda aynı duyguları pek hissedemiyoruz. Çünkü bu teknoloji harikası motorları çıkardığımızda geri kalan her şey oldukça eski. Kurgulanan anlatı, bütün bu eksenlerinin ve teknik başarılarının yanında fazlasıyla ilk akla gelen fikirlere bulanmış gibi duruyor.

Yönetmenin Top Gun gibi nostaljik bir seriyi, basit bir duygusal akış ile kurgularken buradan hem bir geri dönüş anlatısı çıkarması hem de sinemaya tekrardan merhaba dedirten film olması, pandemi sürecinden sonra azalan izleyiciyi yeniden salona çekebilmesiyle birlikte bütünlüklü bir uyum yakalamıştı. Ancak Formula 1 bağlamında bulunduğumuz konum nedeniyle her şeyin artık daha farklı amaçlarla ilerlediği bir dünyada, daha katmanlı olarak şekillenen bir düzenin içerisindeyiz. Dolayısıyla bu tarz yüksekten yapılan işlerin ardındaki hikâyenin bu kadar nostaljik ve basit kalması filmin olay örgüsü, kendisini ciddiye alan atmosferiyle bir tezatlık yaratıyor ve organik bir uyum sağlamıyor. Filmde senaryoya dair her şey o kadar eski gözüküyor ki, tüm karakterlerin motivasyonları, bir sonraki yapacakları hareketler bile belirlenmiş bir matematik üzerine kurulu. Bu matematik ve hesaplanarak tasarlanmış olay örgüsü bariz bir dille sunuluyor.

Görsel Şölenin Ardındaki Anlatısal Statüko
Kosinski’nin, Top Gun: Maverick’de etkileyici şekilde işleyen klasik senaryo formunun F1: Filmi’nde aynı seviyede işleyemediği açık. Çünkü Top Gun, Amerikan militarizmine ilişkin mitolojik bir anlatıyla zaten örtüşüyordu, ortaya konulan dramatik yapı o evrende direkt doğal bir karşılık buluyordu. Ancak Formula 1 gibi ulusötesi, etnik çeşitliliğin ve karmaşık politikaların oluşturduğu bir evrende, bu tekil ve derinliksiz yaklaşımı doğrudan işlemek iyi bir fikir değil. Kosinski, F1’in bugünkü sosyopolitik karmaşasına, sürücülerin öznel niteliğinden takım içi rekabetine, kuralların kendi içerisindeki çatışmasına ve ülkeler arasına genişleyen güçlü ekonomisinin gerçekliğine; 90’lar model bir zafer hikâyesi iliştirmekle yetiniyor. Zamanla iyi çekilmiş sahnelerin haricinde filmin dünyasına girebilme duygumuzu kaybediyoruz. Çünkü her şeyin belli bir matematiği var, her şeyin belli bir formu var ve bu form yönetmenin bir önceki filmi Top Gun: Maverick’deki izlediğimiz şeylere oldukça benziyor. Kameranın manevralarına, arabaların gücüne ve çıkardığı sese kendimizi kaptırabildiğimiz ancak duygusal yapısına hiçbir şekilde eşlik edemediğimiz bir filmle sınırlı kalmış oluyoruz.

F1: Filmi’nin basit senaryosu bağlamında başlıca bir diğer eksikliği de böylesine güçlü teknik unsurlara rağmen hiçbir şekilde yeni şeyler üretmeye yönelik bir tavır sergilememesi. Kosinski fazlasıyla steril bir perspektifle önceden izlediğimiz, sinemanın klişeleşmiş dinamiklerini ele alıp tekrarladığı bir kurguya maruz bırakıyor bizi. Çoğunlukla; mentor-öğrenci ilişkisi, finalde kaybeden kötü tasvir edilen sinirli bir adam, gereksiz bir twist, cesur yakışıklı bir başrol, genç ve yaşlı iki insan arasındaki kuşak çatışması ve eski Hollywood tarzı mutlu bir son… Bunun gibi faktörlerin hepsi özgün yaratımdan uzak kalıplaşmış bir şekilde kurgulanıyor. Filmin iki buçuk saatlik süresinde sadece final aksiyonu biraz daha yaratıcılık barındırıyor. Ancak yine orada da çok formalize edilmiş bir anlatım var. Filmin direkt Top Gun matematiğini kullanıyor olması çözümlenme düzlüğünün de çoğu açıdan benzemesine neden oluyor. F1 Filmi’nin finaldeki yarış sahnesinde Ruben, heyecanın yükseldiği bir anda “Arabaya gerek yok, bizim şoförümüz var” minvalinde bir cümle söyler. Top Gun: Maverick’in final sahnesinde de Bradley, ana karakterimiz Pete’e yine benzer bir kırılma sekansında “Marifet uçakta değil pilottadır” der. Tüm aksiyon biter ve Sonny gün batımı eşliğinde Kate’i bekler. Tıpkı Top Gun: Maverick’de Penny’nin, Pete’i araba önünde güneş batımı eşliğinde beklediği gibi. Filmin birebir benzer örneklerinin yanı sıra olay çözümlemeleri ve atmosferi, Top Gun üzerinden gerçekten taşınmış gibi. Bu planlanan yapı bu defa filmin kendisiyle uyumlu olmayarak bir tekrardan ibaret gözüküyor.

Yüksek oktanlı motorların gürültüsüyle, etkileyici sinematografisi ve kusursuz ses tasarımı ile kurulan F1: Filmi, tüm bu teknik görkemine rağmen anlatısının basit ve ikna edici olmayışına kapılıyor. Kosinski’nin Top Gun: Maverick’den devraldığı formül, pistin içerisinde son süratle ilerleyen arabaların içerisine serpiştirildiğinde, kendisini yaratıcı kılacak bir niteliği değil sadece izlenip geçilecek büyük bir gösteriyi hedefliyor. Arabaların sesine kapılırken karakterlerin sesine ulaşamadığımız gibi motor sesleri tarafından susturulmuş bir alana itilerek geçici ve potansiyelinin altında kalmış görsel bir illüzyona tanık oluyoruz.

YORUM YAP

You don't have permission to register
Follow us on Social Media