SEÇİLAY YILDIZ İLE İLK ROMANI “KENDİ RÜZGÂRINDA UÇMAK”I KONUŞTUK

“Rüzgâra kapılanların değil, kendi rüzgârını bulanların hikâyesi” bu. Seçilay Yıldız, ilk romanı “Kendi Rüzgârında Uçmak” için “Bu bir ayağa kalkma, sorgulama hikâyesi” diyor. Maskelerin ardındaki kişilerin gerçekliğini sorgulayan bir roman, aynı zamanda… Yıldız ile Destek Yayınları’ndan henüz çıkan kitabı üzerine söyleştik.
SÖYLEŞİ: NİLÜFER TÜRKOĞLU
nilufer@ajandakolik.com
İlk roman heyecanı nasıl bir şey? Önce sizi tanıyıp sonra da bu hissi sizden dinleyelim mi?
Muazzam bir his… Okumayı, yazmayı ve her şeyden önce, hem insan davranışları hem de çevremde olup biteni gözlemlemeyi, düşünmeyi oldum olası içselleştirmiş bir kişi olarak, elimde ilk romanımı tutabilmek bana bundan sonrası için müthiş bir şevk verdi.
Kısaca kendimi tanıtmam gerekirse Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü mezunuyum. Uzun yıllar İtalya’da yaşadım. Hem Milano hem de İstanbul’da üst düzey yönetici olarak çalıştım. Şimdi zamanı geldi diyerek yazma tutkumu gerçekleştirmekten çok mutluyum.
“Kendi Rüzgarında Uçmak”, ismiyle hoş bir sedası olan bir kitap. Kitabın kıvılcımları ilk ne zaman atıldı?
Teşekkür ederim. İlk romanıma yirmili yaşlarda başlamış ancak iş ve hayatın koşuşturması, devam etme konusunda beni geride bırakmıştı. Oldum olası yazarak düşünmeyi severim. Yine bir konuda fikirler yazarken aralarından biri gözüme farklı göründü. O konuyu başka bir dosyaya aldım ve kolayca aktı. İki ay gibi kısa bir sürede kitabın ilk taslağı önümdeydi.
Baş kahramanı kadın olan hikâyeler her zaman bir gücün hikâyesini okuyacağımı düşündürür bana. Her ne kadar zarif ve narin bir bedene sahipmiş gibi görünse de kadın demek güç demek, kuvvet demek, şifa demek, en önemlisi de dayanıklılık demek. Zerrin’in hikâyesi de kitabın isminden mütevellit böyle olsa gerek, ne dersiniz?
Erkeklere atfedilen fiziksel güç ne kadar gerçekse kadınların hayata ve bilinmeze karşı dayanıklılığı da doğru diye düşünüyorum. Ancak ben bu kavramların kadın, erkek diye değil insan özelinde geçerli olduğuna inanırım. Zerrin güçlü ancak sevdiklerinden vazgeçme konusunda mücadeleci tavrını son ana kadar bırakamadığı için aynı zamanda, toplumda duygusal kabul edilen kişilerden daha duygusal bence. Kitapta Ece’nin kocası Ahmet de, bir kararıyla Zerrin’in izdüşümü aslında. Tüm sıfatlar insan için, ancak bunları gösterme tarzı kadında ve erkekte farklı olabiliyor.
O zaman biraz sizden dinleyelim mi kitabın konusunu?
Bu bir ayağa kalkma, sorgulama hikâyesi. Bir şeye karar verdiğinizde düşünme durur derler. Çok da doğrudur. Bu kavramı genellikle fiziki koşullar için geçerli kabul ederiz. Aynı şey birini sevgi hanenize yazdığınızda da geçerli olur. Bir süre sonra neden sevdiğinizi, bugün tanısam karşımdaki kişi hayatımda bu rolde olur muydu diye çok da düşünmeyiz.
Farklı karakterlerin kendi hikâyelerinden, ipuçları vermeyi seçerek, mümkün olduğunca akıcı bir dille bu yüzleşmeyi yazmaya gayret ettim. Her kuşun kendi cinsiyle uçtuğu gibi, insan da kiminle beraberse kendinde de ondan bir parça olduğu fikriyle; dostluğu, sevgiyi, ilişkileri ve bir noktada vazgeçebilmeyi okuyucularıma iletebilmeyi dilerim.
Kitabı okurken kafamda çalan hep Yeni Türkü’nün “Maskeli Balo” şarkısı oldu. Hayatta genel olarak çoğumuzun bir maskesi var ve nereye gidersek gidelim bir maskeli baloda gibiyiz adeta… Kimimiz bu maskeleri iyi taşırken kimimiz hemen düşüverebiliyoruz. Zerrin de biraz bu maskeliler arasında sıkışıp kalıyor sanki…. Neler dersiniz?
Şahane bir benzetme olmuş. İnsan yaradılışı gereği, sonradan da biraz toplumsal yetiştirme tarzıyla mecburen bir noktaya kadar karakterine uyan bir maske sahibi olabiliyor. Özellikle yeni tanışmalarda ve biraz da toplumsal kabul edilme arzusuyla… İnsan doğası birken, farklı ülke vatandaşları arasında davranış farkı da çocuklukta bize öğretilen davranış kalıpları, yani bir nevi maske. Elbette çoğumuz bu maskeyi uzun süre taşımıyor. Neyse ki diyelim… Bu tip insanlara, içi dışı bir diyor ve onlara kendimize daha yakın hissediyoruz.
Kitaba gelirsek Zerrin karakteri maskelerin ardını gözlemleyebiliyor ancak çok sevdiği insanların bu maskelere inanıyor olmasını kabul etmekte ve bunlarla yüzleşmekte belki sizin deyiminizle sıkışıyor.
Bu kitap aynı zamanda bir empati kitabı gibi de… Kişinin okurken, ben olsaydım ne yapardım sorusunu sık sık kendine soracağı bir hikâyesi var. Aynı zamanda dürüstlük, güven, sevgi ve sadakat kavramlarının da sıklıkla sorgulandığı bir roman. İlk roman olduğu için bu kitapta biraz da Seçilay’in hayatı var diyebilir miyiz?
Hangisi sensin diye de soruluyor, benim cevabım hem hepsi hem de hiç biri…
Yazarken zorlandığınız, vazgeçme sınırına geldiğiniz anlar oldu mu?
Vazgeçme sınırına hiç gelmedim. Yazarken karakterleri oturtmayı, okuyucu gözünde onları canlandırabilmeyi ve tüm davranışlarının yazılan karaktere uygun olmasını çok önemsiyorum. Okuyucu gerçek bir kişiyle tanışsın arzu ediyorum. Bu fikirle, sonunu yazarken Zerrin kişi olsa nasıl davranırdı düşüncesi muhtemelen üzerinde en çok düşündüğüm yer oldu. Orada okuyucu ile daha interaktif bir alan yaratıp her okuyanın kendine göre algılamasını önemsedim.
Roman ile ilgili geri dönüşler nasıl? Çevreniz, arkadaşlarınız ya da hiç tanımadıklarınız neler söyledi?
Oldukça hızlı başladı, dilinin akıcılığı, güncelliği konusunda olumlu dönüşler alıyorum. Beni en mutlu eden de okurken gözümde canlandırabiliyorum yorumlarının gelmesi.
İlk roman dedik madem, ikinci bir kitap üzerine düşünmeye ya da yazmaya başladınız mı?
Ben hemen hemen her şeyi önce kafasında oluşturan bir insanım. Bu kitap da böyle gelişti. İkincisinin de neredeyse yüzde sekseni bitti. Yakında yazmaya da başlayacağım. Sanırım baharda okuyucuyla buluşturabileceğim.
Sizi etkileyen, yazın hayatınızı ateşleyen kitaplar veya yazarlar kimler?
Çok var diyebilirim. Biyografiden romana, tarih kitaplarına bazen şampuan arkasına kadar bulduğumu okuyup, öğrenmeyi de seviyorum. Türkçeyi kullanışıyla Sabahattin Ali, karakter derinliğiyle Dostoyevski, dil hakimiyetiyle Orhan Pamuk, akıcılığıyla Ayşe Kulin, Ahmet Ümit, Kürşat Başar, Buket Uzuner, ufuk açmasıyla Sartre… Bu liste uzayıp gidiyor.