Advertisement Advertisement

Fuat Sevimay yazdı: Öleceksek gülmekten ölelim

Arabesk metinler kol geziyor kitaplarda. Ferdi’lerin Müslüm’lerin vakti zamanında müzikle yaptığını kelimelerle yapan yazar prototipi söz konusu. Peki, böyle olmak zorunda mı?


Fuat Sevimay, Ajandakolik için yazdı… 

Kadim meseledir edebiyatın derdinin olup olmaması. Bam telimize dokunan bir şeyleri kaleme alırken toplumcu gerçekçi mi olacağız? Hadi olduk diyelim, kantarın topuzunu kaçırıp modern anlatıdan uzaklaşır mıyız? Dert edinelim bir şeyleri elbette de ne var elimizde dert edinecek? Dersim, kentsel dönüşüm, 6-7 Eylül, LGBT hikâyeleri, 12 Eylül, dön başa Dersim, kentsel dönüşüm… Sanki işçi cinayetleri yokmuş, mahalle baskısı başka memlekette yaşanıyormuş, emek sömürüsü sanatın değil de sırf son ütücülerin derdiymiş, sanki dar alan faşizmleri yaşanmıyor, kadınların canına kıyılmıyormuş gibi temcit pilavına devam.

Bir de en önemlisi ama çok ama nasıl önemli, yazar sıkıntısı, bunalımlar, duygular, yazarın yazım sürecinde yaşadıklarını yazan yazarın nasıl da yazım yazım yazılıp ufka bakıp duygularıyla yüzleştiğini ele alan yazarın yazdıklarına dair bunalımlar ve yazar. Evet, bu konu fevkaladenin fevkinde önemli olsa gerek, işliyoruz, işliyoruz sonu gelmiyor. Çünkü memurlar, madenciler, sanayi sitelerindeki çıraklar, dükkan kapatan bakkallar, kamyoncular, ev hanımları, pazarcılar, kasiyerler, öğrenciler yok. Onlar yok. Yazar var. Yazarı yazalım. Hep yazar.

Bir şeylerle eğlenmiyorum, aman sakın yanlış anlaşılmasın. Bilenler bilir, bilakis, derdi olmayan edebiyatı ya da şöyle diyelim, topluma dair sorunları değil de kişisel bunalımları göz önüne seren metinleri pek sevmem, o tür eserlerden pek hoşlanmam. “Bu tür metinler kötüdür” değil demek istediğim. Ben hoşlanmam! Ama öte yandan, metnin derdinin olması meselesine dönecek olursak da o konuda edebiyatımızda bir kısır döngü olduğu su götürmez bir gerçek.

Ahmet Hamdi Tanpınar, edebiyatımızın, her görüşten insana değen en önemli isimlerinden birisidir.

“METNİN DERDİNİN OLMASIYLA  METNİN DERTLİ OLMASI ARASINDAKİ O İNCE ÇİZGİ”

Ama ne anlatıldığının, neyin dert edildiğinin ötesinde de ağır bir sorunu var sanırım güncel edebiyatımızın. Metnin derdinin olmasıyla, metnin dertli olması arasındaki ince çizgi çok zaman ıskalanıyor. Daha çok öyküde ama çok zaman roman ya da diğer anlatı biçimlerinde de melodram öğeler barındıran, yürek kanatan, okuru kasvetle tavlayan hatta Arabesk’e kayan eserler okuyoruz. Evet, evet. Arabesk metinler kol geziyor kitaplarda. Ferdi’lerin Müslüm’lerin vakti zamanında müzikle yaptığını kelimelerle yapan yazar prototipi söz konusu.

Peki, böyle olmak zorunda mı? En ağır dertler, toplumsal eksen kaymaları, sosyolojik sorunlar, tarihin kara sayfaları ve edebiyatın konusu olabilecek benzeri tüm unsurlar, içinde ironi de barındıran metinlerle aktarılamaz mı okura? Malzeme konusundaki kısır döngünün üslup ve anlatım biçemine de illa yansıması mı gerekiyor? Elbette hayır. İroninin neden ve nasıl metne yedirileceğine dair örnekleri ben değil, edebiyat kendisi sunsun. Hem bizden hem dışarıdan örneklerle.

Ahmet Hamdi Tanpınar, edebiyatımızın, her görüşten insana değen en önemli isimlerinden birisidir. Hem Huzur’daki iç nizam arayışı ve hem de Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki Osmanlı-Cumhuriyet kırılması, pekâlâ edebiyatın derdi olan başlıklardır. Peki, özellikle Hayri İrdal’ın kaderci, lakayt, hayalperest halleriyle Halit Ayarcı’nın her devrin adamı, işbilir, kurnaz halleri basbayağı ironi değil midir? Gülerek, gülümseyerek okumaz mıyız bu olağanüstü başyapıtı? Böyle bir anlatıyla derdini anlatamamış mı Ahmet Hamdi? Tam tersi, ne Osmanlı ne de Cumhuriyet kelimelerini bir kez kullanmadan ve kullandığı harikulade dengeli ironiyle derdini fevkalade anlatmıştır.

Büyük ve kalemi kuvvetli yazar, dilini metnin gerektirdiğince kullanmasını da bilen, ritmi o yönde akıtan yazardır. James Joyce, dünya edebiyatının tartışmasız en büyük isimlerinden birisi, belki de birincisi. Anlattığı dönemin de etkisiyle Dublinliler’de kasvetli ve durağan bir dil kullanmışken, Sanatçının Delikanlılık Portresi’nde, özellikle vaaz sahnelerinde rahibe, öyle gerektirdiği için, ergenlik çağında bir öğrencinin duyduklarıyla kanının çekilmesini yansıtan iç karartıcı, dehşetli bir dil biçmiştir. Oysa Ulysses’e geldiğinde, özellikle bazı bölümlerde dil kanatlanır ve eğlenceli bir kisveye bürünür. Özellikle yüzeysel ve kof nitelikleriyle tam bir alay konusu olan İrlanda milliyetçisi karakterin sahne aldığı onikinci bölümün okunması çok keyiflidir. Gözlük takmakla aydın, subliminal ve konformist demekle kültürlü olunacağını sanan kimilerininse oradan buradan duyduklarıyla “karanlığın ve kasvetin romanı” falan sandığı Finnegan Uyanması ise tam aksine düpedüz eğlenceli, müthiş komik ve tüm insanlık tarihini bir yanıyla sarakaya alan bir romandır.

“YAZAR İSTERSE VE BECERİKLİYSE İRONİYİ METNİNE YEDİREBİLİR”

Edebiyatta ironinin kullanımından bahsederken bir eserin dilinin büsbütün eğlenceli olması zorunluluğu değildir elbet kastım. Metin psikolojik tahlilleri ya da felsefi yapısıyla görece ağır akabilir. Ama yazar yine de isterse ve becerikliyse ironiyi metnine yedirebilir. Yusuf Atılgan, hem Aylak Adam’da hem de Anayurt Oteli’nde varoluşçu ve absürd metinler ortaya koymuştur ve birisi psikolojik, diğeriyse hem psikolojik hem de sosyolojik ağır dertleri olan metinlerdir. Ama yine de elipaketliler, kestaneciyle edilen kavgalar ve sair söylem ayrı renk katar metne.

İroni deyince bir dünyadan, bir bizden iki ismi ayrı, bambaşka bir yere koymak gerekir belki de. Jose Saramago ile Oğuz Atay’dan bahsediyorum.

Kabil başta olmak üzere bütün Saramago eserlerinde ironi başat bir öğedir. Kitabın arka kapak yazısında da dillendirildiği şekliyle, gerçeğin ironik, yalın ve dolaysız dilini kullanır yazar. Âdem ile Havva, Habil ile Kabil ve hatta Tanrı, bu pek eğlenceli dilden nasibini bolca alır. Yitik Ada’nın Öyküsü, İsa’ya göre İncil ve diğer kitaplarda da ironi, yazarın dilinden kopan bir geleneğe dönüşür.

Tutunamayanlar ise, Selim ile Turgut arasındaki hayali mahkemeden, Solomon Spear’a ithaf edilmiş, Selim’in demesiyle Şarkılı bölüme hemen her satırına sinen ironisiyle yakalamıştır okuru. Peki, bu kült eserin derdi olmadığını kim söyleyebilir? Burjuvazinin tuhaflığını, yarı aydının olmamışlığını, toplumun ezberci bakış açısını ironik bir dille anlatmamış mıdır Oğuz Atay? Bu saydıklarımı anlatabilmesi için ille de içimizi mi kıyması gerekiyordu? Ve hatta Tehlikeli Oyunlar’da bu dil yapısı daha da öteye taşınır ve Hikmet Benol, edebiyatımızdaki en sıradışı kişiliklerden biri olarak önümüze çıkar. Korkuyu Beklerken’de kitaba da adını veren öyküde, hayali düzlemden bilinmez bir dille yazılarak kahramana ulaşan mektubun kahramanımızı soktuğu haller hem çok şey anlatır ve hem de çok güldürür.

Kahraman demişken, Hasek’in Aslan Asker Şıvayk’ını anmak gerekir. Muhtemelen edebiyat tarihinde daha güçlü bir savaş muhalifi yoktur ve kesinlikle çok eğlencelidir. Hem roman hem de kahraman. Hadi biraz daha geriye, roman geleneğinin ta en başına gidelim. Don Kişot’un ve elbette Sanço Panza’nın, komik halleri nedeniyle, yeldeğirmenlerine karşı bir dertleri olmadığını kim iddia edebilir?

Bir yandan halkı güldüren ama bir yanıyla da muktedirin algısına yumruk gibi inen edebiyat: Gezi Edebiyatı.

“HAFIZAMIZDA EN GÜÇLÜ VE EN TAZE ÖRNEK GEZİ EDEBİYATI” 

Bu anlamda daha pek çok isim, yazar, kitap bu yazının konusu ve öznesi olabilir. Aziz Nesin’in neredeyse tüm metinlerinden Ayfer Tunç’un Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi’ne, Mark Twain’den Pirandello’nun Biri Hiçbiri Binlercesi’ndeki Moscarda’sına varana dek ironinin bulaştığı kahraman, kitap ya da yazarlar, o kasvetli romanlardaki kadar, hatta belki çok daha güçlü bir şekilde okurla hemhal olup, topluma sinen dertlere ışık tutarlar. Velhasıl başa dönecek olursak, metnin derdinin olması için ille de buram buram dertli, ağdalı bir dil barındırması şart değildir.

İroniyle yapılan sapasağlam edebiyata dair dilimiz döndüğünce örnekler vermeye çalıştık. Ama çok yakın hafızamızda, daha pek taze ve çok güçlü bir başka örneğimiz daha var; Gezi Edebiyatı. Gezi üzerine yazılanlar değil, bizzat Gezi’de üretilen, duvarlara ve zihinlere kazınan edebiyat kastettiğim. Slogan Bulamadım, Kahrolsun Bağzı Şeyler, Oh Mis Gibi Temiz Duvar, Tomalara Göğüs Geren İşte Benim Zeki Müren ve daha yüzlercesi. Bir yandan halkı güldüren ama bir yanıyla da muktedirin algısına yumruk gibi inen edebiyat.

Yani, ironiyle edebiyat yapılmaz, edebiyat ciddi, kederli, oturaklı ve mümkünse somurtkan bir şeydir savındakiler, Joyce’tan ve Tanpınar’dan, Saramago’dan ve Oğuz Atay’dan utanmasalar bile belki, en azından, umarım ki Gezi’nin dipdiri dilinden utanırlar. Yok, yok. Kimse utanmasın. En güzeli gülelim ve gülerek direnelim.

YORUM YAP

You don't have permission to register
Follow us on Social Media