Advertisement Advertisement

LEVENT TURHAN GÜMÜŞ: “MASALLAR VE EFSANELER, İMKANSIZ OLANI MÜMKÜN KILARAK SIRADAN VE ÖLÜMLÜ İNSANIN HAYATINI ÇEKİLİR KILAR”


Masalları, efsaneleri okumayı, dinlemeyi sever misiniz? Bu defa sizi muhtemelen daha önce hiç bilmediğiniz bir efsane üzerine yazılan bir kitapla tanıştıracağım: Misi Sulta Efsanesi. Yazar, editör Levent Turhan Gümüş, yerel bir destandan yola çıkarak kurguladığı öyküsünde Batı Anadolu’nun bir köyüne bizleri davet ediyor. Yolumuz Bursa’nın Nilüfer ilçesine bağlı eski bir Rum kasabası olan Misi köyüne uzanıyor. Gümüş ile yeni kitabından yola çıkarak edebiyatın derinliklerine dalıp masallara, efsanelere, destanlara doğru yol aldık. Diyor ki: “Efsane, şiir, masal ve destanlar, mitolojiyle birlikte büyük insanlık bahçesinin birbirine açılan kapılarıdır.”


SÖYLEŞİ: NİLÜFER TÜRKOĞLU

nilufer@ajandakolik.com 

Sizin için çağdaş masalcı desem bana katılır mısınız bilmem ama ben sizi öyle görüyorum. Ve şimdi yepyeni bir masal ile karşımızdasınız. “Misi Sultan Efsanesi”. Bu kitabın ilk satırlarını Misi Yazıevi’nde yazdığınızı belirtiyorsunuz, kitabın henüz başında. O yazıevini çok merak edenlerden ama bir türlü gidemeyenlerdenim. Oraya gittiğinizde mi karar verdiniz yazacaklarınıza yoksa zaten Misi Kız bekliyor muydu sizi kaleminizin ucunda?

Nilüfer Belediyesi’nin Gölyazı ve Misi Yazıevleri’nde iki ayrı dönem kaldım. Birinden öykü diğerinden efsane çıktı. Nilüfer Belediyesi Avrupa’daki benzerlerini aratmayan yazıevleri ile yazar ve çizerlere, akademisyenlere keyifle çalışabilecekleri bir ortam sunuyor. Bu tür mekanların çoğalması dileğiyle devam edeyim. Birkaç dosya vardı çalışmayı düşündüğüm ancak bazı yazı süreçleri sizin planladıklarınızın dışında seyredebilir, bazen tek bir sözcük, bazen bir görüntü size bambaşka bir hikâyenin kapılarını açabilir. Misi’de de öyle oldu, yeni hikâye kendini dayatarak ön aldı.

Bu, doğanın ve dostluğun şifası üzerine aynı zamanda bir dayanışmanın öyküsü. Yerel bir efsaneden yola çıkarak bir kitap kurgulamak zor iş olsa gerek… Yazma sürecinizden biraz bahseder misiniz?

Misi, kent merkezine yakın olmakla birlikte doğa ile ilişkisini koparmamış, köysel ilişkileri hâlâ bünyesinde taşıyan bir yer.  Sırtını dağa yaslamış bir mahalde yer alıyor Misi Yazıevi. İki adım ötesi orman, üç adım ötesi Nilüfer Çayı. Benim kaldığım dönemde sonbahar güneşi sıcaklığını esirgemedi bizden. Öğleden sonra bahçenin üst tarafındaki ahşap masada kahvemi içip defterime notlar düşüyordum. Bir gün benim yaşlarımda hâl erkan bilen biri “Vaktiniz varsa yanınıza gelebilir miyim Hocam?” dedi. “Tabii ki buyrun, çayımız kahvemiz var”, diye yanıtladım kendisini. Köyün eski muhtarıyla muhabbetimiz böyle başladı. Gönlümde yatan aslan masallar tabii. Köyün yaşlılarını, yöreye özgü masalları sordum. Duraksadı, düşündü. “Var bir iki kişi ama onların da aklı bir gider bir gelir, kayda değer bir şey çıkmaz onlardan ama köyümüze ait bir  efsane vardır,  anlatayım istersen” dedi. “Dinlemek isterim” demem üzerine ikiletmeden; “Şurada” dedi, ormanın derinliklerini işaret ederek “Gerger ve Molla adlı iki kardeş yaşarmış, bunların bir de kız kardeşleri varmış” deyip anlatmaya başladı. Bölük pörçük, bağlantıları zayıf hepi topu birkaç paragraf tutan bir aktarım olmakla birlikte sonu efsanelere yakışır dramatiklikte etkileyici bir hikâyeydi. Üzerinde biraz çalıştıktan sonra demlenmeye bıraktım. Önceki yıl notlarımı tekrar ele aldım. Her seferinde genişleyip yeniden düzenlenen bir yazım sürecinden sonra elinizdeki kitap ortaya çıktı.

“BİR ÇOCUKLAR, BİR DELİLER VE HİÇ KUŞKUSUZ BİR DE DEVRİMCİLER DÜŞ KURMA YETİSİYLE DONALTILMIŞTIR”

Efsanelerden ve masallardan yola çıkarak yazdığınız kitaplarınızla yalnızca
çocuklara değil yetişkinlere de sesleniyorsunuz. Destanların ve masalların edebiyat için önemi hiç kuşkusuz çok büyük. Ama ben sizden dinlemek isterim…

Efsane, şiir, masal ve destanlar, mitolojiyle birlikte büyük insanlık bahçesinin birbirine açılan kapılarıdır. Hepsi ayrı ayrı ve birlikte insanlığın düş kurabilme kapasitesini besler, çeşitlendirir. Düş aykırılıktır. Suç ve cezayla, kural ve yaptırımlarla ıslah edilmiş olanlar düş kuramaz. Bir çocuklar bir de deliler, şamanlar ve masal anlatıcıları ve hiç kuşkusuz devrimciler düş kurma yetisiyle donatılmıştır. Don Kişotlar, İnce Memedler, Hobbitler bu düş kurabilme yetisinin edebiyattaki karşılıklarıdır. Masallar ve efsaneler, imkansız olanı mümkün kılarak sıradan ve ölümlü insanın hayatını çekilir, katlanılır ve en önemlisi, bir adım sonrasında ‘”değiştirilebilir” kılar. Abdi Ağa’ya kafa tutan bir kahramanın anlatıldığı İnce Memed; Karanlıklar Lordu Sauron’a karşı hobbitlerle birlikte mücadele veren cücelerin, elf prensleri ve büyücü Gandalf’ın hikâyesinin anlatıldığı Yüzüklerin Efendisi; karanlık büyücü Voldemort’a karşı bir tür iyicil büyüyü temsil eden çocuk kahramanla aynı adı taşıyan Harry Potter kitabı; tüm bu yapıtlar, insanın kötü, insafsız ve yıkıcı olanı alt etme ihtiyacına karşılık düşen, aynı insanlık hamurundan yoğrulmuş modern masallar, çağdaş efsanelerdir.


Bu kitapta hayallere İranlı çizer Vaghar Aghaei’nin
çizgileri eşlik ediyor. Aghaei ile çalışmayı siz mi istediniz yoksa yayınevinin tercihi miydi? Çıkan sonuç, Misi Sultan Efsanesi’ni yeterince güçlü kıldı mı, ne dersiniz?

Vaghar Aghaei, İran Azerisi bir illüstratör. Gerek benim gerek yayınevinin gözdelerinden olduğunu söyleyebilirim. Kendine özgü bir çizgisi var. Bu, kendisiyle üçüncü buluşmamız. “Dalgacık ile Yakamozun Masalı” ve “Işıklı Kaplumbağa Adası” adlı kitaplarımı da Aghaei resimlemişti. Yazar çizer eşleşmesinde az sayıda da olsa böyle örnekler vardır. Çizgileriyle esere derinlik kazandırdığını, çocukların hayalhanesinin zenginleşmesine katkıda bulunduğunu düşünüyorum.

“MASAL, ÇOCUĞU GELECEĞE HAZIRLAR” 

Birgün gazetesine verdiğiniz bir söyleşide masalların geçmişle değil gelecekle ilgili olduğunu, çocuğun da masalın da yüzünün geleceğe dönük olduğunu söylüyorsunuz. Çok sevdiğim bu sözlerinizi Ajandakolik okurları için biraz daha açar mısınız?

Tabii, daha önce yazıp söylemiştim, yarar gözeterek tekrar söyleyeyim: Yaygın kanaatin tersine masallar geçmişle değil gelecekle ilgilidir. Çocuğun da masalın da yüzü geleceğe dönüktür. “Bir varmış bir yokmuş” diye başlayan bütün masallarda gidilecek bir yol, varılacak bir yer vardır. Masal, çocuğun hayalhanesini canlandırarak onu geleceğe hazırlar. Bu ifadeyi, “masalların insanlığı ileriye doğru iten bir etkiye sahip olduğu” cümlesiyle tamamlamak yanlış olmayacaktır. Hemen tüm klasik masallarda, en çok da 1001 Gece Masalları’nda üzerine bindiğinizde bir aylık yolu bir günde alan bir halı, kanatlı bir at, dünyanın öbür ucunda olup biteni duyma görme yetisine sahip biri ve mesafe/engel tanımaksızın attığını vuran bir ok, tüfek vardır. Uzun menzilli füzeler ve internet çağında, akıllı telefonlarımızla anında dünyanın öbür ucunda olup biteni görebiliyor, kıtalar arası yolculukları bile üç beş saatte yapabiliyor, sınır tanımayan kitle imha silahlarının yıkıcı etkisine tanıklık edebiliyoruz. Kuşkusuz masallar bir kehanet içermiyor. Olup bitenin kendisi de bir kehanetin gerçekleşmesi değil zaten. Her şey hayal etmekle başlıyor. Masal, hayal gücünün yolunu açtığı oranda hakikatle buluşup gerçek oluyor.

Günümüzde masallar sıkça eleştiriliyor. Özellikle cinsiyet eşitsizliği konusunda kadın yazarların tepki gösterdiği pek çok masal var. Örneğin Can Çocuk’tan çıkan ve benim de yazarıyla söyleşi yaptığım “Ormanda Tek Başına”, “Kırmızı Başlıklı Kız” kitabının yeniden yazılıp düzeltilmiş versiyonu gibi. Cadılar, kötü üvey anneler, ancak bir prensin öpücüğüyle hayata geri dönen prensesler vesaire… Masalların cinsiyetçi yaklaşımı konusunda siz neler düşünüyor, bu ve bunun gibi eleştirileri ve “sil baştan yazılan” masalları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sorunuzu en sondaki “cinsiyetçi yaklaşım” kısmından başlayarak yanıtlamaya çalışayım. Bana cinsiyetçi yaklaşımın etkisi altında olmayan bir alan gösterebilir misiniz? Çağımızın en önemli düşünürlerinden Eduardo Galeano’ya ait bir sözdür, mealen aktarıyorum: Bir ezenlerin tarihi vardır, bir de ezilenlerin; bize anlatılan ezenlerin, egemenlerin yazdığı tarihtir. Bu cümleyi ezenin yerine erkeği ezilenin yerine de kadını yazarak yeniden kurabilirsiniz. Mitolojik anlatının izini sürdüğümüzde, en derinde karşımıza Kibeleler, ana tanrıçalar çıkar. Yunan mitolojisinin her şeye kadir Zeus’undan önce Sümerler’de kadir-i mutlak olan erkek bir tanrı değildi, ana tanrıça İanna’ydı kahreden ve yaratan. Gayet açık: İnsanlığın anaerkil dönemi yerini ataerkil ve sınıflı toplum yapısına bıraktıktan sonra Tanrılar da içinde olmak üzere her şey erkeğin egemenliğinin tesisi ve sürdürülmesine göre düzenlenmiş, yeniden yazılmıştır. Masallar da bundan nasibini almış mıdır? Almıştır. Hal böyleyken hemen hepsi kadının ikincil ve bağımlı konumunu yeniden üreten Romeo ile Jülyet, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Mem u Zin gibi aşk masallarını ne yapacağız peki? Bir kenara koyup yeniden mi yazacağız? Sanırım her metni kendi tarihi koşulları içinde değerlendirmek en doğru yaklaşım olur. Karıştırılan şeylerden biri de sözünü ettiğiniz ve etmediğiniz birçok masalın çocuklar için yazıldığının sanılmasıdır. Klasik olarak tanımlayabileceğimiz masalların hüküm sürdüğü döneme bakıldığında o dönemin çocukluk tanımıyla zamanımızın çocukluk tanımının farklı olduğu ve sözü edilen çoğu masalın aslında büyüklere masallar olduğu görülecektir. İsteyen “sil baştan” masal da yazabilir tabii, o ayrı.

Peki bu kadar çok masal masal dedik, sizi en çok etkileyen masallar neler? Masallara, efsanelere olan ilginiz hangi kitaplarla başladı?

Kitaplardan ziyade uzun kış gecelerinde, soba başında anlatılan masal ve efsanelerle başladı aslında bende bu ilgi. Zamanla babamın ve halamın anlattığı masalların yerini kitaplar aldı. 1001 Gece Masalları’nı defalarca okudum. Gündelik yaşantının yorucu etkisini masallar üzerinden temize çektiğim çok gecelerim oldu. Bir dönem bu topraklar üzerinde söylenmiş masallara merak saldım, sonra yaş aldıkça dünya masallarına. Bir yer geldi anladım ki Türk, Kürt Ermeni, Rum, Çerkez, Laz, Arap, İngiliz ya da Alman, hepimizi aynı masal annesi emzirmiş. Kırmızı Başlıklı Kız’ın Kurt’u, Afrika’da Leopar, Hindistan’da Kaplan olmuş ama anlatılmak istenen öz aynı kalmış: Hayat aşılması gereken merhalelerle doludur, kötü alt edilmeden, zorluklarla boğuşmadan büyümek, rahata ermek mümkün değildir.

Masanızda sizi bekleyen yeni bir düş, yeni bir kitap var mı?

Olmaz mı? İlk göz ağrım olan Dalgacığın gökkuşağı ile yaşadığı serüven epey bir zamandır tamamlanmayı bekliyor. “Düşler Parkı Masalları” ve “Güneşli Bahçe Masalı” var ayrıca ve son kırk yılda toplumun geçirdiği değişimi bir ayva ağacının gözünden aktaran “Yoksul Ayva Ağacı” adlı roman çalışmam var.

“EDEBİYAT, GERÇEK HAYAT NEYİ İÇERİYORSA HİKAYE ETTİĞİ METNİN İÇİNE ONU TAŞIMALI, İŞLEMELİDİR”

Ne güzel ne çok! Misi Sultan Efsanesi, okurun yüreğini derinden yaralayacak hüzünlü bir hikâyeye sahip… Son sayfalarda gözlerimin yaşardığını söylemeliyim. Eminim pek çok okurun da yüreğinden bir parça kopacak… Çocukların sadece mutlu hikâyeler okuması gerektiğini savunan ebeveynler var. Onlara Ajandakolik vesilesiyle bir şeyler söylemek ister misiniz?

Bu da bence çocuk ve edebiyat bahsi yan yana getirildiğinde ortaya çıkan sorunlu yaklaşımlardan biri. Mutluluk gibi mutsuzluk da, neşe gibi kaygı ve hüzün de, cesaret gibi tedirginlik ve korku da hayata dolasıyla insana dahildir, onun her günkü hayatına içkindir. Edebiyat, gerçek hayat neyi içeriyorsa hikâye ettiği metnin içine onu taşımalı, işlemelidir. Bu söylediğim tabii ki çocuk edebiyatı için de geçerlidir. Çocuklarımız steril bir ortamda yaşamıyor. Sokakta, okulda, hatta evde değişik yoğunlukta şiddetle, mutsuzluğa neden olacak olaylarla karşılaşıyor. Çehov’a göndermede bulunarak söylemek gerekirse dozunda olduğu sürece, bir metnin içinde korku ögesinin, şiddetin ya da ebeveynleri en çok tedirgin eden kavramlardan biri olan ölüm ögesinin yer almasında bir sakınca yoktur. “Işıklı Kaplumbağa Masalı” adlı kitabımda minik bir yıldızın “Kayan yıldızlar nereye gider?” sorusunun ardına düşüp ölümü çocukların anlayabileceği bir dille hikâye etmeyi denemiştim. Bu tür metinlerde ölçütümüz, üretilenin iyi edebiyat olup olmadığı ve çocuklara göre olup olmadığı olmalıdır. Bu konuya ilişkin en başarılı örneklerden biri, çocukların en zor kabulleneceği durumlardan biri olan anne baba ayrılığını anlatan Sevim Ak’ın “Babamın Gözleri Kedi Gözleri” adlı kitabıdır. Küçük Prens’te ölüm zarif ve hüzünlü bir yok oluş olarak belli belirsiz verilirken Şeker Portakal’ı, Zeze’nin çok sevdiği arkadaşı Portekizli’nin ölümüyle sonlanır; içimiz burkulur, kitap bittiğinde elimiz böğrümüzde öylece kalırız. Bir çırpıda adlarını saydığım her üç kitabın da en çok okunan çocuk ve gençlik kitapları içinde yer alması iyi edebiyatın gücünü ve kalıcı bir etkiye sahip olduğunu gösterir.

Çok haklısınız. Peki, şu cümleyi tamamlayın lütfen… “İyi ki çocuklar için yazıyorum çünkü… “

Jorge Amado’dan ödünç alarak söylemek gerekirse, “Çocukluk insanlığın anayurdudur” ve çocukluk ülkesinde imkansız diye bir yoktur. İyi ki çocuklar için yazıyorum çünkü çocuklar için üretilen her iyi metin, bizi her seferinde küllerinden yeniden doğan Zümrüdü Anka ile buluşturur.

Konuğum olduğunuz için onur duydum, masallarınızı hep okumak dileğiyle… Teşekkür ederim.

Dolu dolu, konuşmaya teşvik eden üzerinde çalışılmış sorularınız için ben de size teşekkür ederim.

YORUM YAP

You don't have permission to register
Follow us on Social Media