KULÜP DİZİSİNİN YENİDEN HATIRLATTIĞI: TÜRKİYE’DE SEFARAD MÜZİĞİ
Kulüp dizisinin yarattığı etki ile Sefarad müziği yeniden gündeme geldi. Türkiye’nin geçmişinde de önemli bir yere sahip olan bu müziğin dünden bugüne kimlerin icra ettiğini hatırlamanın veya keşfetmenin tam zamanı.
Yazı: Ömer Karaküçük
omerkarakucuk708@gmail.com
Kulüp dizisi ile birlikte Türkiye’nin uzun zamandır gündeminde olmayan bir parçasını, Sefarad Yahudilerini, hatırladık. Dizi çıktığından beri pek çok arkadaşımla içinde “varlık vergisi, Şükrü Saracoğlu, Ladino dili, eski İstanbul” geçen sohbetler ettik. Aslında yüzyıllardır burada olan insanlar hakkında “Nereden geldiler, nerede yaşadılar, yemekleri nelerdir, Ladino nasıl bir dildir, düğün-cenaze törenleri nasıl olur?” gibi sorular sormaya ve ardından okumaya başladık. Dizideki oyunculukları kamera kullanımı nasıldı, iyi bir kurgusu var mıydı vs. diye düşünmedim bile. Sırf bize bu soruları sordurduğu için bile çok sevdim.
Ve bir kültürle tanışmanın/kaynaşmanın en iyi yollarından biri olan “Müzikleri nelerdir, nasıldır?” sorusu takip etti. Zaten dizide kullanılan şarkıların sizi etkilememesi pek mümkün değil. Dizi öncesinde de Janet & Jak Esim ve Yasmin Levy isimlerini yakından tanıyordum fakat dizinin ardından Türkiye’den ve dünyadan farklı müzisyenlerle de tanıştım. Sefarad müziği adına Türkiye’nin ne kadar önemli bir geçmişi olduğunu ve bugün dahi Sefarad müziğinin en aktif şekilde yaşadığı ülkelerden biri olduğunu gördüm. İstanbul’un her geçen gün azalan Yahudi nüfusuna ve Ladino dilinin yok olma tehlikesine karşın “Kulüp” dizisi ile birlikte ortaya çıkan bu havayı devam ettirmek adına Sefarad müziğinden bahsetmek istedim.
ÖNEMLİ SEFARAD MÜZİSYENLERİNİ ETKİLEYEN EDİRNELİ HAİM EFENDİ
İlk olarak Edirne’de doğmuş, büyümüş, yaşamış; Sefarad müziğine katkıları ile çok büyük bir üne kavuşmuş ve kendinden sonra gelen hemen bütün Sefarad müzisyenlerini etkilemiş bir isimle başlamak istiyorum. Edirneli Haim Efendi (Haim Behar Menahem ya da Haim Yapacı ya da Yüncü Haim). 1853 yılında Edirne’de doğuyor ve 1925 yılına kadar da Edirne’de yaşıyor. 1925 yılında Mısır, İskenderiye’ye göç ediyor ve 1938 yılında Kahire’de hayata gözlerini yumuyor. Ne yazık ki hakkında pek az bilgiye sahip olduğumuz için bu göçün nedenini de tam olarak bilemiyoruz. Bildiğimiz bir şeyse Haim Efendi’nin Türkçe, Arapça, İbranice ve Ladino dillerinde yaptığı düzenlemeler ve bestelerle derin izler bırakmış olması.
Günün koşullarına bakınca oldukça enteresan geliyor ancak bu önemli müzik insanı müzik eğitimini Edirne’de, Maftirim isimli yerel bir Yahudi korosunda almış. Osmanlı İbrani müziği repertuarı, ilk defa Şabat sabahları Edirne’deki Portekiz Sinagog’unda seslendirilmiş. Edirne’nin o dönemde Sefarad dini müziğinin en önemli merkezlerinden biri olduğunu görüyoruz.
Bununla birlikte Haim Efendi devam eden yıllarda dini müzik bestecisi olarak kalmamış, Sefarad Yahudileri arasında çok sevilen, klasik haline gelen seküler ve folklorik eserler bestelemiş. Bu eserleri ile birlikte Avrupa’dan Anadolu’ya Levant’a ve Mısır’a pek çok turne düzenlemiş. 1911-1913 yılları arasında, Odeon ve Orfeon müzik şirketleri tarafından kayıt altına alınan eserleri 20. yüzyılın geri kalanında dünyanın dört bir yanına yayılmış ve Alberto Hemsi, Moshe Attias, Léon Algazi, Isaac Levy gibi dünyanın farklı köşelerinden çok önemli Sefarad müzisyenlerini etkilemiş.
Ladino dili, İspanyolca ile ne derece benzeşiyor bilemiyorum ama bugün Haim Efendi’nin, “mi corazon, amore, gitara” gibi İspanyolca sözler içeren ve bir yandan da gayet makamsal müziğini dinlemek gerçekten farklı bir deneyim gibi geliyor. Edirneli Haim’in eserleri bugün hâlâ Hanuka’da, düğünlerde, cenazelerde ve Şabat sabahlarında Yahudi toplumu tarafından dinlenmeye; Yahudi müziği araştırmacıları tarafından incelenmeye devam ediyor.
SEFARAD MÜZİĞİNİN YAKIN TARİHTEKİ TEMSİLCİLERİ
Haim Efendi ile birlikte modern dönemde yeni bir kimlik kazanan Sefarad müziğinin şimdi de daha yakın tarihte Türkiye’deki temsilcilerine bakalım. Yani iki haftadır çılgınlar gibi dinlediğim temsilcilerine.
Bugün Türkiye hâlâ Sefarad müziğinin, İspanya ya da İsrail kadar olmasa da yaşadığı bir ülke. Yakın tarihimizde bu müziğe öncülük eden ilk grup olarak Los Paşaros Sefaradis çıkıyor. 1978 yılında müzik hayatına başlayan grup bana kalırsa bir yandan Haim Efendi ve çok daha öncesinin Sefarad seküler müziği repertuarına sahip çıkıyor fakat bir yandan da oldukça “İstanbullu” bir müzik yapıyor. İki haftadır Ankara sokaklarında Los Paşaros Sefaradis dinlerken sanki eski Balat’ta, Beyoğlu’nda yürüyormuş gibi bir havaya girdim. Dizinin de etkisi var tabii. Bir yandan dinleyip bir yandan yürürken kesinlikle bir yerlerden Matilda, Selim ya da David çıkacakmış gibi hissettim. Şarkılarında hem oryantal bir hava hem tango hem mandolin, akordeon, kanun duymak mümkün. Akla Beyoğlu gelmeyecek de neresi gelecek?
İzzet Bana, Selim Hubes, Yavuz Hubes ve Karen Şarhon’dan oluşan grup en son 2017 yılında, dünyanın farklı köşelerinden topladıkları Sefarad Tangolarını bir araya getirdikleri “Sandığın Dibinden Sefarad Tangoları” isimli albümü çıkardı. Albümden bu yana da birkaç yerde konser vereceklerini duydum fakat canlı dinleme şansını yakalayamadım. Tam da bu yazıyı hazırlarken, bu pazar günü Hanuka Bayramı’nın 8. gecesi kutlamaları için Balat’ta halka açık bir konser vereceklerini gördüm. Hanuka coşkusuyla birlikte Los Paşaros Sefaradis dinlemek kolay kolay denk gelebileceğiniz bir cümbüş değil gerçekten. Türk Yahudi Toplumu 5 Aralık Pazar günü, saat 18:00’da, Balat Cemil Meriç Görme Özürlüler Parkına herkesi davet ediyor. Buradan da duyurmuş olalım.
500 YILLIK SEFARAD MÜZİĞİYLE ROCKÇILARA BİLE GÖBEK ATTIRAN GRUP
Bahsetmek istediğim ikinci grup yalnızca Türkiye içi değil, bütün bir dünyada Sefarad müziği adına oldukça sıra dışı bir deneyime sahip Sefarad grubu. 1996 yılında Sami Levi, Cem Stamati ve Ceki Benşuşe tarafından kurulan grup 2005 yılında Volume 2 isimli adı üzerinde 2. stüdyo albümünü yayınladığında, dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir şekilde Ladino dilinde bir albümle Türkiye müzik listelerine girdi. İki CD’den oluşan albümde şarkılar bir CD’de Türkçe diğerinde Ladino şeklinde yayınlandı. Satış rakamlarına ulaşamasam da albümün “yüz binlerce” sattığını söyleyen kaynaklar gördüm. Albümün açık ara en çok satan Sefarad müziği albümü olduğu düşünülüyor.
Grubun kendi adını taşıyan ilk albümünde de bahsettiğim ikinci albümünde de gerçekten çok eğlenceli Türkçe sözlü şarkılar bulunuyor. Türkçe ve Ladino’yu birleştiren albümler, Sefarad müziğinin daha geniş bir kesim tarafından duyulmasına ciddi bir katkı sağlamış gibi görünüyor. Klasik Sefarad ve Türk müziği örneklerinin dönemin pop müzik trendine çok iyi uyum sağlayan bir şekilde düzenlenmesini de bir kenara atamayız tabii. Grubun 2005 yılında Milliyet gazetesinde çıkan bir röportajına denk geldim. “500 yıllık Sefarad şarkılarıyla rockçılara bile göbek attırdık” demişler. Hakikaten öyle.
Bu iki müthiş albümün ve konserlerle geçen birkaç yılın ardından gruptan uzun süre haber alamıyoruz. Yazı vesilesi ile neler yapıyorlar acaba diye bakarken yalnızca bundan dört gün önce yeni bir albüm yayınladıklarını gördüm. Heyecan verici bir andı bu. Sefarad kültürü adına çok bereketli zamanlara girmişiz gerçekten.
“Si Me Olvidare Mi Lingua” isimli (“Ya Dilimi Unutursam” diye çevirebiliriz sanırım) birden ortaya çıkan bu üçüncü albüm, aradan geçen 10 küsur yıldan sonra grupta önemli değişimler olduğunu gösteriyor. Sanırım üyelerinde değişimler olmuş, kadın bir solist eklenmiş gruba. Albümün varlığı dışında grup hakkında hâlâ bilgi edinemediğim görülüyordur. Fakat albümü ilk dinleyişte çok sevdiğimi söyleyeyim. Müzikleri poptan sıyrılıp gitar temelli, folklorik bir çizgiye gelmiş. Albüm bir şiir bir şarkı şeklinde ilerliyor. Umarım albümdeki şarkılar ve grup hakkında daha detaylı bilgilere yakında ulaşabiliriz.
Ve son olarak sıra geldi sevgili Janet & Jak Esim Ensemble’ye. Dizinin ilk bölümünde Mine Geçilmez’in yorumladığı meşhur “Yo Era Ninya”yı bizlere tanıtan, meşhur eden grubumuz. 40 yılı aşkın bir süredir Sefarad müziğini araştırıyor, derliyor ve yorumluyorlar kendi tabirleri ile. Fakat geçtiğimiz hafta Gazete Duvar’a verdikleri röportajda “Kulüp” dizisi ile birlikte şimdiye kadar hiç görmedikleri bir ilgi ile karşıya karşıya olduklarını söylüyorlar.
Ülkenin ve hatta belki de dünyanın en aktif Sefarad müziği gruplarından biri olarak sayabiliriz onları. Avrupa’da en çok konser veren grup olduğunu söyleyenler var ki hiç şaşırmazdım. Bir gün İspanya’da, bir gün Fransa’da, bir gün Ankara Sinagogunda, bir gün Flamenko festivalinde denk gelebilirsiniz. Bir yandan da bugüne kadar hazırladıkları radyo programları, Sefarad müziğinin yanında İstanbul’un farklı etnik kültürlerinin müzik derlemeleri, unutulmaya yüz tutmuş arşivlik kayıtları, yazıları, festivalleri, belgeselleri derken İstanbul’un ve Türkiye’nin kültür potansiyelini ortaya çıkarmaya dönük çok önemli katkılar yapmışlardır.
Janet ve Jak Esim ile birlikte Yusuf Esim, Bekir Şahin Baloğlu ve Oray Yay gruptaki diğer isimler. Bununla birlikte çeşitli albüm kayıtlarında ve konserlerde Bülent Ortaçgil ve Erkan Oğur onlara eşlik etmiş. Nasıl bir müzik yaptıklarını da yine en iyi kendileri yazmış aslında: “Topluluk vokallerin ön plana çıktığı daha yalın, doğu batı sentezinin daha belirgin hale geldiği otantik bir müzikal lezzet oluşturmaya çalışıyoruz” demişler. Bütün bu çabaları için teşekkür etmekten başka söyleyebileceğimiz fazla bir şey yok.
Jak Esim her fırsatta Ladino dilini konuşan son nesil olduklarını, Ladino’nun yok olmasıyla bu müziğin de Türkiye’de yaşama şansının azalacağını dile getiriyor. Böyle bir senaryonun yaşanmaması adına Karen Şarhon’un koordinatörlüğünde Osmanlı-Türk Sefarad Kültürü Araştırma Merkezi çeşitli çalışmalar yapıyor. Bugün bahsi geçen bütün sanatçılar yaptıkları albümler, katıldıkları konserler ve festivallerle bütün bir kültürün tanıtımı ve müziğin hayatta kalmaması için önemli bir katkı koyuyor. Ayrıca İzzet Bana’nın Estreyikas d’Estambol Çocuk Korosu, yeni jenerasyonların bu müziği öğrenmesi ve geleneğin devam etmesi adına belirli derecede etkili oluyor. Umarız bütün bu çabalar, Kulüp dizisinin yarattığı etki ile birlikte büyüyerek devam eder ve Türkiye, Sefarad müziğini yalnızca tarihin bir parçası olarak anmaktan kurtulur.