Banu Bozdemir: “Herkes yazar olmak zorunda değil, iyi bir okur da olabilir”
Oturmuşuz şöyle karşılıklı, çaylar önümüzde. Dedim, “Bir sürü kitap çıkıyor bu arada.”
Dedi, “Öyle. Ama en çok da çocuk kitabı. Ünlüsünden annesine, moda oldu çocuk kitabı yazmak.”
Hak veriyorum Banu’ya. Bu düşüncesi, muhalefet olmak istediğinden ya da kendisinin yıllardır çocuk kitapları yazmasından kaynaklı değil. Çocuk kitabı ‘çıkarmanın’, “şunu da yapayım, eksik kalmayayım”cılıktan gelmesinden rahatsız.
Arkadaşım, sinema ve çocuk kitapları yazarı Banu Bozdemir’le bu şaşırtıcı ‘patlama’dan yola çıkarak sohbet ettik. Siz de okuyun, söyleşimize ortak olun istedim…
Söyleşi: Nilüfer Türkoğlu
Banu’yla olan arkadaşlığımız epey eskiye dayanır. Nereden baksanız bundan 10 küsur yıl öncesine. Türkiye’nin ilk haber sitesi sloganıyla yola çıkan bir web sitesinin kültür sanat ve yaşam haberlerini hazırlarken ben, o da her perşembe ofise gelir, sinema sayfasını düzenler, yazılarını yükler ve giderdi. Mevsimlerden yazsa, ofisin hemen karşısındaki merdivenlere oturur çekirdek çitlerdik. Kışsa, Banu, o kesik parmaklı, dirseğine kadar uzanan yün eldivenlerini, ben de dizime kadar çektiğimi tozluklarımı giyer, ısınmaya çalışırdık. Banu demek perşembe demekti o zamanlar benim için. Ya da tam tersi… Ama en çok da ofise sadece bir gün gidip evden de, herhangi bir kafeden de işe gitmeden ‘özgürce’ çalışabilmek, yazabilmek demekti. Yıllara sığdırdığımız arkadaşlığımızın yanında Banu, kitaplıklara da onlarca çocuk kitabı sığdırdı. Bugün Ajandakolik’te konuğum sinema ve çocuk kitapları yazarı Banu Bozdemir.
En son kaçıncı çocuk kitabını yazmıştın, neydi bu?
En son basılan çocuk kitabım ‘Kıvırcıklar Dünyası’ oldu. Ama son yazdığım kitap değildi. Birtakım aksiliklerden dolayı bir türlü baskıya girememişti. Haliyle bir kıvırcık olarak, kıvırcıkların dünyasına bakmak istedim ama bunu asla bir ayrımcılık çizgisinde yazmadım. Kahkahalar atarak yazdığım bir kitap oldu. Sonunda Fom Yayınları’nda hayat buldu diyebilirim. En son Çamsakız ve Hareketli Sakızlar kitabını yazdım. Orada ağaca yapışık yaşayan ama hareketli, kokulu ve gezgin olmak isteyen bir çam sakızının maceralarını anlattım. Bu macera ona birçok şey öğretiyor ve yaşatıyor.
Tüm kitapların Kelime Yayınları’ndan çıkıyor sanırım. İyi bir bağ yakalamış olmalısınız.
Aradan zaman geçti ama TÜYAP nasıldı; bir de senden dinlemek isterim. Çocuklarla ve diğer yazarlarla etkileşimin nasıldı?
Kitaplarımın çoğunluğu Kelime Yayınları’nda evet. İlk onlarla çıktım yola, onların çeşitli nedenlerle yetmediği noktalarda başka yayınevlerine kitaplarımı sundum elbette. Final Kültür Sanat, Fom, Caretta Çocuk, Hümanist gibi yayınevlerimde de kitaplarım mevcut. TÜYAP’a gelirsek; sektörel bir buluşma noktası. Kendi adıma eğleniyorum, küçük okuyucularımla buluşuyorum. Aslında okullara da çok sık gittiğim ve etkinlikler yaptığım için okuyucularımla buluşma noktam yalnızca fuarlar değil. Ama fuar havası farklı elbette. O havayı solumak, yanından hızla geçen çocuk kalabalığına göz kırpmak, okuyucunu beklemek, onunla buluşmak gerçekten güzel. Yakınlarında çokça yazar olduğunu bilmek ise güzel bir duygu.
Kitap fuarlarını ve imza günleri çocuklarla iletişim kurmak açısından nasıl değerlendiriyorsun?
Dediğim gibi yıl boyunca etkinlik ve imza günlerimiz oluyor. Çocukların hislerini birebir almak çok güzel. Sonuçta onlar için yazıyorum ve iyi ve kötü duygusunu da onlardan almak isterim. Onların dünyası o kadar direkt ve yalansız ki, hissettiklerini size açıkça söylüyorlar. İmza günleri ve fuarlar biraz da yaptığınız işle yüzleşme fırsatı bulduğunuz alanlar. Tepkilerden çok memnunum.
Peki ya ebeveynler? Çocukların seninle iletişiminde etkileri oluyor mu yoksa çocuklar mı daha mı etkin?
Çocuklarını kitap seçimi konusunda rahat bırakan, kitabı incelemesine izin veren ebeveynleri olumlu buluyorum. Ama çocuğunu çekiştiren, kafasında belirlediği yayınevi ve yazara yetişmek için, etrafındaki her şeyi yok sayan ebeveyn modeli bana ilginç geliyor. Benim Küçük Sinemacılar dışındaki kitaplarım daha küçük yaş aralığını kapsıyor. O yüzden seçim konusunda okul dışında ebeveynin desteği gerekiyor.
“KİTAP OKUMA KONUSUNDA ÇOCUKLARDAN VE GENÇLERDEN UMUTLUYUM”
Bir yandan okullara da gidiyorsun. Çocukların kitaplara ilgisini nasıl buluyorsun? Sence okuyan bir nesil mi geliyor?
Genel olarak okuduklarını ve ilgili olduklarını düşünüyorum. Küçük yaş grupları kitaba daha çok daha fazla düşkün. Büyüdükçe hayatın katmanları çoğalıyor ve kitapla olan ilgi derecesi daha da azalıyor. Ama her şeyde olduğu gibi kitap okumak da kişisel bir tavır ve hobi. Kitaplarla kendine yeni bir dünya yaratmak, o dünyanın içinde ilerlememek ve beslenmek bazılarına çok daha cazip geliyor. Ama ben çocuklardan ve gençlerden umutluyum.
Gelelim zurnanın zırt dediği ve aslında bu söyleşiyi fitilleyen noktaya… Çocuk kitaplarında bir patlama olduğunu düşünüyoruz ikimiz de. Hatta sen bu konuya benden çok daha eleştirel bakıyorsun. Herkes çocuk kitabı yazıyor, ünlüler çocuk kitabı yazıyor. Bu kötü bir şey mi?
Kötü bir şey olarak yorumlamıyorum ama bazı alanlarda bu kadar deformasyon yaşanması adaletsiz geliyor. İnsanların çocuk yaptıktan sonra çocuk kitabı yazmaya heveslenmesi, sırf çocuk kitabı yazdığınız için bilmeden etmeden size kaç çocuğunuz olduğunun sorulması benim iş, edebiyat olarak baktığım ve değer verdiğim bir alanı ne yazık değersizleştiriyor. Ünlü kişilere kitap yazdırma, onların popülaritesinden faydalanma işini de samimi bulmuyorum. Her şeyin içine, içeriğine ve samimiyetine bu kadar müdahale olmamalı. Ama her alanda bu var. Yine ilgi ve destek alanlarımdan biri olduğu için söylüyorum her ilin neredeyse bir kısa film festivali var. Çoğunun adı kısa film festivali. Jüriler kısa filme o güne kadar yakınlık duymamış isimlerle doluyor. Kısa filmciler, yani işin üreten kısmı ortalıkta olmazken, her şey konukları memnun etme gayretiyle yapılıyor. Bana göre bu da içerik boşaltma. O yüzden okulların toplu kitap alımı, ailelerin çocuklarım kitap okusun diye ayrım yapmadan her kitaba prim vermesi, yayınevlerinin bu anlamda iştahını kabartıyor olmalı. Popüler kişi bir klasik bir yazardan ‘satış’ anlamında önde oluyor onlara göre. Herkes yazar olmak zorunda değil, iyi bir okur da olabilir.
Peki okudun mu hiç o kitapları?
Bazılarını okudum.
Ama biliyorsun aslında yetişkin edebiyatında da ortaya konan ürün bazında inanılmaz bir sıçrama / artış var. Neredeyse herkesin yazdığı bir kitabı olacağı günlere doğru gidiyoruz. E herkes fotoğrafçı, herkes yazar, herkes hikaye anlatıcısı… Bu üretkenliği yapay mı buluyorsun?
Evet maalesef. Günümüzün laneti bu! Üretkenlik demek mi lazım ondan emin değilim. Sosyal medyadan medet uman, yazdıkları beğeni alınca yürüyüşü değişen insanlar tanıyorum. (Gülüyor.) Çünkü açtığınız hesaplarda fotoğraf paylaşabiliyor, aforizmalar üretebiliyor, başınızdan geçen bir olayı çok süslü bir şekilde insanlara sunabiliyorsunuz. Oradan yürümek diye bir deyim bile türedi sanırım artık. (Gülüyor.) (Yanda Banu ve ben.)
Çocuk edebiyatında bir yazarın kitabını hazırlarkenki kriterler sence neler olmalı?
Kendimden yola çıkarak bir şeyler söyleyebilirim. Benim kriterlerim ya da başvuru noktam çocukluğum oldu. Ben neleri severdim, bana ne anlatılırsa mutlu olurdum, meraklanırdım. Açıkçası onları referans aldım. Çocuklar için sınır koymak kadar sınırlar koymamak da önemli. Onlara dikte etmeden, bir büyük olduğunuzu hissettirmeden yol göstermek, onlara yollar açmak ve o yollara güvenle girebileceklerini hissettirmek önemli. Benim kılavuzum çocukluğum, doğayla kurduğum iletişim ve gözlemlerim diyebilirim.
Daha çok çevreyi konu eden kitapların var. Çamsakız, Duman Çetesi, Dansçı Caretta bunlardan yalnızca birkaçı. Çocuklara hep toplumsal mesaj kaygısı güdüyor musun? Çocuk kitaplarının sonu sence hep mutlu sonla mı bitmeli? Türk yazarların çocuk kitaplarına baktığımız zaman genellikle gerçeklikten biraz uzak hep pembe çerçeveli hikâyelere rastlıyoruz. Oysa yabancı yazarlar çok daha gerçek bir dünya sunuyor çocuklara. Ne diyorsun?
Benim kitaplarımı okuduysan, bir kısmını okudun, her birinin çok sancılı başladığını, dünyanın sonunun yaklaştığını, güneş fırtınalarının koptuğunu, kapkara dumanların dünyayı esir aldığını göreceksin. Ben kitaplarımda çocuklara dayanışma ve umut aşılamaya çalışıyorum. Ama bu olumsuzluklara yer vermediğim anlamına gelmiyor. Örneğin ‘Son Kurşunkalem’ kitabımda ölüm kavramı bile var. Bu gerçekliği kendimce, çocuklara farklı bir üslupla anlatsam da yazmadan olmazdı. Ve bu sonu itirazlara rağmen tuttum, olmalı, olacak dedim. Diğer kitaplar için bir şey diyemem ama benim çocuklar için yazdığım ‘korku’ kitabım bile var. Ben çocukların fantastik de olsa dünyayı tüm hatlarıyla tanıması gerektiğini düşünüyorum.
Peki ya sen çocukken nasıl kitaplar okumayı severdin? Bugün Banu’nun hayal gücünü besleyen şeyler nerelerden, nelerden geliyor?
Çocukken ne bulduysam okudum diyebilirim. Çünkü büyük bir okuma isteği vardı ve bizi bağlayan sanal bir dünya yoktu. Evde, kırlarda, mahallede her yerde kitap, dergi okuyan çocuklardık biz. Ben köpeğimiz Lassi’yle uzun yolculuklara çıkardım. Kasabada yaşadığımız için doğayı deneyimler, zaman zaman o sakinlik içinde yalnız kaldığımı hissedip ürker, tarlalara girer, koşar, oyunlar oynardım. Hatta özgeçmişimde şöyle bir cümlem vardır: Kusturica filmlerini gördü ve çocukluğunun bir Kusturica filmi olduğuna karar verdi! (Kaçan hindilerle kuzuların, mahallecek giriştikleri salça yapmanın, turşu kurmanın, bulgur kaynatmanın ne kadar da sinemasal kurgu taşıdığına heyecanla tanık oldu.) Ve o sinemasal kurgu şimdi kitaplarımda.
“DEVLETİN SİNEMAYA BAKIŞI SİYASİ”
Çocuk edebiyatından sinemaya kayalım biraz. Festivaller doludizgin devam ediyor. En son 7. Kayseri Film Festivali yapıldı. Gezici Festival başladı. Türkiye sinema alanında da adeta bir festivaller ülkesi. Sen de neredeyse her yıl çoğuna gidiyorsun. Bir sinema yazarı olarak gözlemlerini almak isterim. Festivallerin ruhunu gerçek anlamda hissediyor musun? İzlediğin filmlerin ortalaması alınsa çoğunlukla tatmin oluyor musun?
Bize çok geliyor ama yurtdışında da çok festival var. Bizde festivaller, belediyelerin, onu yapan kurum ve kişilerin güdümünde kalıyor maalesef! O yüzden özerk, bağımsız ve özgür olamıyor. Herkes birbirine bir şey dayatma, had bildirme derdi içerisinde sanki. Bu da yorucu ve günün sonunda anlamsız geliyor. Birçok yan etkinlik yapılsa da yarışan ulusal filmlerin damga vurduğu, bütün muhabbetin oradan döndüğü bir arenaya dönüşüyor. Bu tartışmaların gölgesinde geçen festivallerin sektöre katkısı tartışılır. Herkes kendini, çevresini ve isteklerini gözetme ve dayatma derdinde. Bu da adalet duygusunu zedeliyor. Bu yıl birçok festivalde jürilik yaptım. Bir şeylere karar vermek güzel bir duygu. Filmlere gelince çok da tatmin edici olduklarını söylemek mümkün değil. Bu sene gözlemlediğim şehirli hikâyeler ve kadın erkek çatışmasının yoğunluğu oldu. Yönetmenlerin bir kısmı kendilerine baştan otosansür uyguluyor, devletin sinemaya bakışı ise estetik değil siyasi. Herkes için söylüyorum bunu senin, benim demeden kapsayıcı olmakta fayda var.
Kısa filmlere olan hassasiyetini de biliyorum. Bu konuda çalışmalar yapıyorsun, destek veriyorsun. En son senden Shenema Kısa Film Platformu’yla ilgili bir bülten aldığımı hatırlıyorum. Kısa’lara ilgi nasıl? Yeni sinemacıların oluşabilmesi için önce kısa filmlere mi ihtiyacımız var?
Kısa film izlemekten, kısa film çekenlerle sohbet etmekten ve onlara bu yolculuklarında destek olarak eşlik etmekten memnunum. Çok fazla kısa film çekiliyor. Kısacıların da kafası karışık. Kendilerini nasıl ifade edeceklerine dair çoğu zaman çözüm bulmakta zorlandıklarını görüyorum. Kendi adıma oralarda devreye girip fikir vermeye çalışıyorum. Bu kadar çok festival olunca onlar da oradaki görünürlük durumlarına gore iyi ya da kötü olduklarını sanıyorlar. Bu yüzde yüz doğru değil. Hikâye kurma yönünde zorlanıyorlar ve tabii onu anlatmak konusunda sıkıntılar var. Kısa film uzun metraja giden bir yol gibi algılanabilir ama bence kendi içinde çok özel ve özgün bir alan.
En son hangi filmi izledin ve neler hissettin?
En son Céline Sciamma imzalı ‘Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi’ni izledim. Filmi sinematografik olarak gayet başarılı buldum. 1800’lerin sonlarında Britanya’da geçen filmde bir ressam ve modeli arasında geçen yakınlaşma anlatılıyor. Bir kadın ressamın görünür kılınması, duygularının yoğunluğuna göre çizdiği modele farklılık katabilmesi anlatılıyor. Öte yandan yakınlaşan iki kadının imkansız aşkı var ki bu da etkileyici.
Yaşadığımız çağın sinemasını seviyor musun? Seni ışınlasak nereye gitmek ve hangi dönemin hangi filmini izlemek isterdin?
Ben sanırım biraz eski dönemleri seviyorum. Zamanda yolculuk benim istediğim şeylerden biri. Gelecekte dünya nasıl bir yere dönüşecek diye düşünürken buluyorum kendimi. Ama geçmişin detayları da çok ilgimi çekiyor. Sanırım 1700’ler, 1800’ler. Yoğun edebi tartışmaların yaşandığı, kırsalın hakim olduğu, duyguların daha üst boyutlarda keşif ve merak duygusuyla beslendiği yılları tercih ederdim. O yılarda sinema olmayacaktı gerçi ama sinemayı keşfetme duygusu olacaktı. (Gülüyor.)
Ajandakolik’in klasik bir sorusu var. Ajandan ya da not defterin var mı?
Evet yoğun bir programım olduğu için ajandam ve defterlerim var. İçlerinde okul ve söyleşi programlarım, festival takvimlerim kayıtlı. Not defterlerim ise yazmak istediğim kitapların taslaklarını kapsıyor daha çok. Aklıma takılan bir şeyi unutmamak için not almayı severim. Bir ara o kadar değişik rüyalar görüyordum ki, hemen not almak için defteri başucumda tutuyordum. İçlerinde yaşamıma ait yazdıklarım, yapmak istediklerim var diyebiliriz.
Türkiye’de sinema yazarlarının seyirci üzerinde etkili olduğunu düşünüyor musun? Öteki Sinema’ya yazıyorsun mesela. Filmler hakkında yaptığınız olumlu / olumsuz görüşler seyirciye ulaşıyor mudur?
Ben ulaştığını düşünüyorum. En azından istekli, ilgili seyirci ne yazıldığıyla ilgileniyor. Yorumlara katılır ya da katılmaz ama ne yazılmış diye bakan var. Sırf sizin yazdıklarınızla uyuşmadığını anlatmak isteyenler de çıkıyor. Sadece Öteki Sinema’ya değil, Beyazperde.com’a da yazıyorum. Cinedergi.com’un da genel yayın yönetmenliğini yapıyorum.
Geçtiğimiz ağustos ayında kaybettiğimiz Cüneyt Cebenoyan’ı da seninle bir kez daha anmak isterim. Onunla ilgili bir anın var mı?
Cüneyt’i saygı ve sevgiyle anıyorum. Anılarımız sinema izlemek, film konuşmak, festivalleri takip etmekti. Bu da az şey değil bence! Her sabah basın gösterimlerinde bir araya gelip iki lafın belini kırmak çok keyifliydi. Güler yüzlüydü, yaşadığı onca şeyin altında ezilmemiş güçlü bir kişilikti. Onu özlüyorum, sinema salonunda arıyor gözlerimiz hep onu…
Yakın zamanda bir kitap gelecek mi senden? Hani mesela Leylalı Haller gibi biraz, çocuk edebiyatının dışında… Ya da çocuk kitaplarına devam mı?
Çocuk kitaplarına devam edeceğim. Hazır iki projem var. ‘Leylalı Haller’in devamını hâlâ yazmak istiyorum. Bakalım rüzgar o yönden esip bana ilham yağmurları taşıyacak mı? (Gülüyor.) Şu an toplamda 22 kitabım var. Ve hâlâ yazmak istediğim konular var. Biraz konsantrasyon iş görür sanki.